• sikiyle devrimcilik ve kadın hakları dersi verenlere dert olmuş yine. sanırsın ki, güney’in geri yönlerinden bir gıdım fazlalıkları var.

    hataları, zaafları, kusurlarıyla iyi bir sinemacı
  • --- spoiler ---
    "türkiye'nin dünya gözünde azıcık itibarı varsa bu ve bunun gibi devrimciler sayesindedir."
    --- spoiler ---

    ahahah, gülmekten öleceğim şimdi. bu adam cannes'da ödül aldı. ama sor bakalım niye aldı? o "muhteşem" sinematografisi sayesinde mi? yol filmini izlemiştim; bol bol kürtçülük yapmış filmde, kürtçe konuşulmuş. bu filmin çekildiği dönem türkiye'de böyle bir film gösteremezdiniz. sen git, kürt övücülüğü yaptığın filmi avrupa'da göster; tabii ödül verirler. o ödül yılmaz güney'in "sanat"ına verilmedi, bölücülüğüne verildi. bu gün gibi de aşikâr.

    orhan pamuk'a neden nobel verildiyse bu herife de altın palmiye bu yüzden verilmiştir.
    ha, şerif gören çekmeseydi o film yine bir boka benzemezdi, bilginiz olsun.
  • aman aman! ülkedeki kıç yalayıcı solcular varken söylemeyiniz efendim!
  • yılmaz güney efsanesi kitabında yazar, yılmaz güneyin karakter gelişimiyle filmleri arasındaki ilişkiyi güzel bir şekilde inceler. yılmaz güney ilk yıllarda kabadayı filmleri çeviren, kadın döven bir adanalıyken, istanbula gelmesi, sosyalizmle tanışması ve özellikle selimiye cezaevinde devrimcilerle birlikte hapis yatmasından sonra bambaşka bir karakter ve sinemacıya dönüşmüştür. umut filmiyle, yıllarca yakışıklı jönlerle salon filmleri çeviren yeşilçama bertolt brecht ekolü sinemacılığı taşımış, ivrahim tatlısesin bile toplumsal gerçekçi film çevirmeye çalıştığı ((bkz: kaç para ulan bi flüt) bir dönemi başlatmıştır. yol filmiyle de zirveye ulaşarak cannes'ta büyük ödüle ulaşmıştır.
  • "özellikle sizin gibi genç insanlara çok iyi yaşama koşullarının hazırlanabileceği ortam. eğer ortam hazırlanmazsa siz orada ne olursunuz biliyor musunuz? bir dinamizmle gangster olursunuz.
    kabadayılık hastalığına tutulur, hapishanelere düşersiniz, 20 sene, 30 sene, kiminiz ölür, kiminiz kurşunlara dizilir, kiminiz bir kadına hasta olur, orada, bilmem genelevin önünde, barın önünde vurulur. kiminiz esrar kaçakçısı, kiminiz sigara kaçakçısı olarak kaldırımlarda ölürsünüz. yok! bir tek kurtuluş var: devrim."
  • kesinlikle doğru bir önerme.maduriyet maskesi altındaki bir terorist.adam katil.
  • bakın;

    liberaller nereye ve kime saldırıyorlar, onu değersizleştirmeye/itibarsızlaştırmaya çalışıyorlarsa, o noktada, düzeni mutlaka rahatsız eden bir şeyler vardır.

    yılmaz güney de halen düzenin hazmedemediği, on yıllardır hesaplaşmasına rağmen halkın gözündeki itibarını yok edemediği ve bunun için halen çaba harcadığı değerlerden biri.

    yılmaz güney mükemmel miydi? hayır!

    hataları, yanlış söylemleri var mıydı? tabii ki evet.

    yılmaz güney, hepimiz gibi bir insandı. devrimci düşünce ve devrimciler ile tanışan yılmaz güney'i kalıcı yapan ve değerli kılan, zaten bu hatalı ve eksik yönlerine rağmen kendisini aşıp halk adına üretmesiydi. yeterli bulursunuz, eleştirirsiniz, veya kendisini sevmezsiniz. ama, kendi "avrupalı burjuva değerleriniz" ile uyuşmadığı için yılmaz güney'e hanzo, katil, barzo vs. demek, sizin açınızdan bir tür duygu boşalması olasa da, aynı şekilde aşağıladığınız emekçi halklar açısından herhangi bir şey ifade etmiyor.

    peki kimdir, yılmaz güney?

    ülke tarihinin en sevilen, saygı duyulan figürlerinden, tıpkı nâzım hikmet, deniz gezmiş ve daha niceleri gibi ülke tarihine damgasını vuran, hafızalardan silinmeyen değerlerimizden bir tanesi...

    öykücülükten gelen, unutulmayan filmleriyle kitleleri sarsmış, ve evet, “mirasının” devralınıp “güncellenmesi” gereken bir büyük sanatçı, "arkadaş"ımız, yoldaşımız yılmaz güney…

    geniş kitlelerce sevilen sosyalist sinemacıyı tam da bu nedenlerle zihinlerden silmek zor, düzen açısından. peki güney’in temsil ettiği değerleri, politik duruşunu unutturarak, çarpıtarak veya önemsizleştirerek onu nostaljik bir simgeye dönüştürmek kolay mı?

    güney, türkiye’nin sosyalist geleceği için mücadele etti, “sınıfıma nasıl ve kimin yararına sömürüldüğünü anlatmak gerek”, dedi ve yolunu bu doğrultuda çizdi. “yılmaz güney sosyalist türkiye’dir” diyebiliriz dolayısıyla. bu nedenden dolayı düzenin güney ile hesaplaşması bitmedi.

    güney, gerçekten de iddia ettikleri kadar lümpen ve yitik bir karakter olsaydı, diğerleri gibi onu da silmek veya istedikleri gibi şekillendirmek kolay olurdu. yılmaz güney gerçekten de iddia ettikleri gibi bir insan olsaydı, gezi'de eylemcileri darp etmekle övünen bir uyuşturucu müptelası lümpeni kendi ağlak dergilerinin kapağına taşıyan alçak liberaller, inanın, "katil, yoz, barzo ve kadın düşkünü" yılmaz güney'i göklere çıkarır, ölü sevici dergilerinin ve anlatılarının baş kahramanı yaparlardı onu.

    bu kesimlerin ne dediği o kadar da önemli değildir. liberal, sahibine hizmet eden bir köpek gibidir; kişiyi, olayı ve olguyu işaret edersin, liberal de gidip, kendisine verilen para kadar havlar. başka bir bok da yiyemez... o yüzden, bu alçakların koskocaman bir çınar için ne dediği o kadar da önemli değil.

    peki, yılmaz güney nasıl bir tarihsel gerçekliğin ürünü?

    emperyalist dünya düzeninin yol açtığı sömürü, her gün yaşanan işçi ölümleri, yoksulluk, gericilik, geleceksizlik, ırkçılık, gıda terörü, vekâlet savaşları, nükleer silahların kullanılacağı sıcak savaş olasılıkları ve bunlara eşlik eden toplumsal çürüme... daha da uzatılabilir. bunları tek başına dillendirmenin bir faydası yok ama bunlar her gün hayatlarımıza ve hayallerimize etki eden gerçekler. meseleye tarihsel bir perspektifle bakılmadığı sürece bu güncelliğin “boğulma” hissi yaratacağı gerçeğindeki gibi.

    yılmaz güney de günümüz kadar “çalkantılı” bir dönemde dünyaya geldi. doğumundan birkaç yıl sonra 2. dünya savaşı patlak verdi. savaş sonrası oluşan "kutuplaşmada" türkiye bir “kan bedeli” ile nato’ya dâhil oldu. 2. dünya savaşı sonrasında, sscb’nin yıkılışıyla sonlanacak olan soğuk savaş diye adlandırılan süreçte de dünyada ve türkiye’de darbeler, ekonomik krizler, siyasi suikastlar, katliamlar, askeri işgaller birbirini izledi. ama bunun yanı sıra, tüm bu felaketlerin müsebbibi saldırgan emperyalist batı blokunu dengeleyen (siyasal, ideolojik, ekonomik, toplumsal birçok anlamda) sscb’nin başını çektiği bir sosyalist blok gerçeği, “alternatif bir dünya seçeneği” de vardı (küba, demokratik almanya ve doğu avrupa’daki diğer halk cumhuriyetleri, çin vb. gibi.). bu blokun eksiği gediği, tam olarak bir bütünlük görüntüsü verip vermediği tartışılır ancak faşizmi ezen sosyalist iktidarın prestiji, işçi sınıfının siyasetteki etkisi, örgütlü gücü sayesinde her düzeydeki toplumsal kazanımları gibi faktörlerin başka ülkelerdeki toplumsal bilince ve kültürel atmosfere etkisi büyüktü. pek çok ülke, kapitalizmin dışında yollar aramaya böyle bir dönemde yönelmişti; anti-emperyalist, halkçı mücadeleler böyle bir dönemde güçlenmeye başlamıştı. işte yılmaz güney böyle bir tarihselliğin de içinde yaşadı, gördü, öğrendi, taraf oldu ve eserlerini üretti.

    güney ve sineması üzerine bugüne kadar çokça yazıldı, çizildi ve çok söz söylendi. güney’in kısıtlı olanaklara, faşist askeri darbelerin baskı koşullarına, düzenin sansürüne rağmen yaşadığı dönemin toplumsal meselelerini irdeleyen ve bunları da güçlü bir sinema dili ile izleyiciye aktaran önemli eserlere imza attığını biliyoruz. peki güney’in sinemasının bu gücü nereden geliyordu? geniş kitleleri etkisine alan filmleri yaratırken temel motivasyonu neydi? bugünden baktığımızda bize bıraktığı “mirası” neydi ve o “miras” bugün bize nasıl bir yol gösterebilir?

    “halka faydalı filmler yapayım diyorum. ben de kendi çapında bir sınıf kavgası sürdüren bir adamım. nasıl sürdürebilirim bu kavgayı? bir sinemacı olarak sinema yapmakla ya da oturup roman ve hikaye yazmakla… sinema, bu şeylerin içinde halka giden en etkin yol. bunun için ben, geldiğim sınıfın adamı olarak sınıfımın içinde bulunduğu çıkmazlara ve bunun nasıl, kimler tarafından kullanıldığına ışık tutmak istiyorum.” [y. güney].

    işte, güney’in filmlerinin çarpıcılığı, gerçekçiliği, sıcaklığı sınıfsal bakış açısından ve halkına karşı duyduğu bu sorumluluk duygusundan kaynaklanıyordu. bu sorumluluk duygusu ise, tarihsel koşulların ve nesnelliğin ürünü olduğu kadar, güney’in, memleketin ve emekçilerin içler acısı ve öfke uyandıran haline müdahale etmeyi hedefleyen “doğru öznellik”le temas edebilmesinden de kaynaklanıyordu: gençliğinin baharında, henüz güney değil pütün iken, adana’da tkp’yi bulma çabası, kolonyacı şükrü ile teması, ondan aldığı nâzım şiirlerini heyecanla okuması, doğru öznellik ile temasın biçimlendiriciliğine örnek olarak verilebilir:

    "hayat yollarım çamurluydu, engebeliydi, zordu. içimde her zaman kasırgalar esti, düşüncelerim, özlemlerim ile hayatın gerçeği her zaman çelişti” diye anlatıyordu, “adının ne olacağını bilmiyordum ama bir şeyler arıyordum işte. 1950’lerin başlarında bazı şeylere rastladım” diyordu yılmaz güney: “1955’te genç bir şair beni bir arkadaşa götürdü. güzel şiir okuyan bir adamdı. kırmızı bir defteri vardı. el yazması. bana oradan şiirler okudu. çok güzel şiirlerdi. kim yazdı bu şiirleri; ‘abi sen mi yazdın?’ dedim. birbirlerine baktılar, sonra bir sır açıkladılar. ‘bunları yazan nâzım hikmet’tir,’ dediler. nâzım hikmet’i orada tanıdım…” [y. güney].

    lise yıllarında yazdığı “üç bilinmeyenli eşitsizlikler denklemi” öyküsü ile, öyküyü yazdıktan yaklaşık beş yıl sonra ilk cezasını alır, “komünizm propagandası yapmak”tan. ve konya sürgününün ardından istanbul’a gider: kendisi “komünist partisi’ni bulmaya gittim” diye anlatıyor bu yolculuğun hedefini, “çünkü ne olduğunu bilmediğim halde herkes bana komünist diyordu”. ve sonrasında, çocukluğunda duyurularını, bobinlerini taşıdığı, izlediği ve salonların arka kapısından içeri aldığı çocuklara parasız izlettiği sinemayla bir kez daha kesişir yolu.

    ve "çirkin kral" dönemi başlar...

    “bir defa adam kahraman falan değil. kahramanlığı da zaten kahraman olmamasından geliyor. adam herhangi bir olayla karşı karşıya geldiği zaman o olayda yeniliyor. bu yenilginin getirdiği bir acılık var. herkes bunu görüyor. burada iki durum söz konusu. biri insanları pasifize eden bir durum. çünkü karşısından devamlı yenilgi görüyor ve korkuya kapılıyor. diyor ki ‘biz nasıl olsa yenileceğiz, hiç bu işin içine girmeyelim’. tabii bu yenilgi, bunun dışında şu bilinci de uyandıracaktır birtakım insanlarda ve uyandırmıştır da: bireysel mücadelenin olumlu olmadığı. çünkü adam filmlerde ya yenilmiş, hapse girmiş ya da öldürülmüştür. sonuç yoktur. zafer yoktur. bunun getirdiği bir burukluk vardır bizim filmlerde. yani seyirci yılmaz güney'de burukluk, hüzün, yılmaz güney’de yiğitlik, başkaldırı, yılmaz güney’de acıma, yılmaz güney’de bekleme, sabretme ama zorunlu olunca mutlaka mücadele etme özellikleri buluyor ve bunları bir yerde kendisiyle özdeşleştiriyor" [y. güney].

    “ilk yaptığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. durmadan kaçar. ekmeğinin derdindedir. kendi işindedir. birtakım olaylar oluyor, o karışmak istemez. fakat hep mecbur edilir. bu kaçan, kovalanan adam bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur kırar. fakat sonunda hep yeniktir. hep halkımın karakterlerini taşıyan insanları oynadım. yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliği canlandırdım. bunu düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım. gerçekten de halkımın temel niteliklerinden biridir bu." [y. güney].

    yılmaz güney’in geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine vesile olan bu filmlerde canlandırdığı karakterler “suç dünyasının” içinde yer almıştır, fakat “bu dünya” meşrulaştırılmamış, mecburiyetten bu noktaya yönelindiğinin altı çizilmiştir. düzenin bir pisliği olan çetelere, mafya babalarına karşı başkaldıran bir figür olmuşlardır. türkiye izleyicisi de güney'i yalnızca geleneksel anlamda bir film yıldızı olarak kabul etmemiş, bu konumu onu toplumsal alanda çukurova'dan sivas'a, anadolu'nun her yerinde bir çeşit mitos haline getirmişti. fakir ve ezilmiş insanlar çirkin kral'ın acılarında ve amansızca aldığı intikamlarda kendi hayatlarının ve arzularının yansımasını görüyorlardı.

    bu dönemki filmlerinin geniş kitlelerce sevilmesinin, özdeşlik kurulmasının en önemli nedenlerinden birisi de; umut filmi ile başlayan, güney’in derinlikli bir sinemasal ve siyasal bilincini cisimleştireceği sonraki dönem filmlerinden nüveler barındırmasıdır. istanbul’a geldiğinde henüz (kendi ifadesiyle) “bilimsel anlamda komünizmin ne olduğunu bilmeyen” güney, bu ilk döneminde hem sinemayı hem sinema sektörünü hem istanbul’u ve aslında türkiye kapitalizmini hem de 1960’larla birlikte türkiye’de yoğunlaşmaya başlayan sınıf mücadelelerini, yükselmeye başlayan örgütlü mücadeleyi tanımakta, anlamakta, öğrenmektedir. bir yandan mücadeleye katkı koymaya çalışırken bir yandan da kendini geliştirmeye çalışmaktadır.

    ve güney'in umuda... devrime... yolculuğu başlar...

    alıntıların çoğunun yapıldığı yazı için
    https://haber.sol.org.tr/…k-mucadele-ve-umut-233628
  • türkiye'deki solcu ikiyüzlülüğünün en net örneklerindendir bu durum. amasız lakinsiz fakatsız net yazarın verdiği tüm detaylarıyla doğru ifadedir.

    yılmaz güney'i sanatıyla savunmaya çalışan adamlar türk edebiyatının hemingway'i hüseyin nihal atsız'ı sadece kafatasçı olarak tanımlamaktan geri durmazlar. kafatasçı ama büyük yazar demezler.
  • filmleri de kişiliğiyle ve tipiyle tezat oluşturmayıp yarrak gibi olan sıradan bir solcu.
  • bir mekanda erkeğin yanındaki kadına çok ağır ve ahlaksız sözler söyleyen sarhoş bir herifin sözlerini yutacak " adamın" açacağı başlık..
hesabın var mı? giriş yap