• fin., zombi ve hayalet tren. mika kaurismäki'nin muzikli, alkollu, kaurismäki adina yarasir guzellikte bir filmi -1991. ayyas basci zombi, bahtinin ruzgarina kapilir, helsinki'den kalkar istanbul'a gelir; koprualtinda, sokaklarda, izbe otellerde bir muddet surunur ve geri doner -mi acaba.
    filmin basinda, ortasinda ve sonunda "solitude" vardir, black sabbath sarkisi, filmin ruhu: "hal bok, ati kenef; mader-i hurriyetin guya gotunden dogmusuz."
    turk oyuncular arasinda (zombi'nin koprualti adresini pek guzel tarif eden) nuvit ozdogru, (yanmis kul olmus haliyle) halil ergun, (zombi'ye kahvalti* veren) ali ozgenturk, (matti pellonpää ile mukemmel ikili olacakmis gibi gibi, miskin otelci) suheyl egriboz var.
    (bkz: diyorlar/#6818511)
  • film tesadüfler eseri geçen sene karşıma çıktığında izleyip izlememe konusunda kararsız kaldığımı hatırlıyorum.dağınık, sıkıcı bir film izleyeceğimi düşünerek başına oturdum. tanıtım yazısında okuduğum, istanbul'da geçecek bölümleri beklemeye koyuldum.

    -spoiler-

    sürekli çalan black sabbath şarkısının da etkisiyle oluşan karanlık, bir yandan da ironik atmosferi ile film beni ufacık bilgisayar ekranında izlerken bile sardı. zombie bir anti-kahraman olarak o kadar tanıdıktı ki, helsinki'de yaşayan bir türk göçmeni izlemek gibiydi.duvarına astığı dansöz resmi, içtiği yeni rakı ile zombie özlem gideriyor gibiydi.

    sonunda gemiyle memleketi kömür grisi renkteki istanbul'a tekrar döndüğünde, aki kaurismaki'nin de dediği gibi belki de fin sinemasındaki en güzel sonlarından birinde başrol oynadı.izleyicisine ise kendisi gibi, bu şehirde tanıdığı birçok umutsuz, kadınsız,kırılgan,akıllı,ve tembel adamı hatırlattı.
  • en sevdiğim black sabbath şarkısı olan solitude'un başlığında dolaşırken keşfettim bu filmi. madem bu harika şarkı çalıyor, hemi de fin filmi, o zaman izleyeyim dedim.

    film kopuk kopuk, sanki sırf solitude'un üstüne kurulmuş gibi. istanbul'da geçen sahnelerde ise her türk gibi ben de utandım. türklerin hepsi bıyıklı, çirkin, kıro. türk stereotype'ları eksiksiz. susmak bilmeyen ezan sesleri, hamam, sokak çocukları, hanutçular, döküntü sokaklar, leş oteller...
    üstüne üstlük, istanbul'da görünen tek kadın da çarşaflı.*

    halil ergün'le ali özgentürk'ün de figuranlıktan hallice rolleri var.

    filmin bence en güzel sahnesi, kahramanımız olan junkie'nin, sevgilisi onu terkettikten sonra gittiği barda, arkada solitude çalar iken, tv'de petrole bulanmış çaresiz bir kuşu izlediği sahneydi.
    "where can i go to and what can i do?"
  • tabi istanbul sahneleriyle dikkat çekecek kaurismaki filmi. benim bildiğim finlandiya'da da hamamlar var ama türkiye deyince yine acımamışlar, hamam, nargile, rakı, bıyıklı adamlar ve çarşaflı kadınlar var. eh temiz memleket değiliz tabi. ama film bana biraz da finlandiyanın ne kadar türkiye'ye benzediğini gösterdi. bir çok sahnede istanbul'a mı geçtik acaba dedim hatta. şehirlerin dokusu benziyor sanki.

    bir de zombi neyse de hayalet tren yer yer zombi'yi gideceği yola başlatmaktan çok da fazla bir şey yapmadılar film boyunca. bir sürü önemi olması istenen karakterle dolu yalnız bir film gibi. mika film için kendi yaptıkları içinde en önemlisi olduğunu söylemiş kişisel nedenlerden dolayı, sanırım bazı noktaların kopuk kalmasının sebebi de bu.

    halil ergün'ün şarkı söylediği sahne de ilginçtir.
  • ali özgentürk ve süheyl eğriboz'un da kısa rollerinin olduğu film.
  • gizli kalmış tutunamayan güzellemelerindendir film. ama tutunamayan dediysek konformist, burjuva, orta sınıf tutunamayanlarından değil. sapına kadar tutunamayanlardandır zombie.

    filmin atmosferini, dramatik çatısını, görsel estetiğini tamamen zombie'nin var olma haliyle örtüştürmüştür yönetmen kaurismäki. gördüğümüz her şey bizzat zombie'nin kendisidir. finlandiya'nın karlı, soğuk, renksiz günleri bile istanbul'la benzeşir. bu anlamda atmosferde müthiş bir tutarlılık vardır film boyunca.

    özellikle atmosfer olarak light sinema seyircisinin hazmedemeyeceği filmlerdendir. yönetmen bu anlamda karakterine şefkat göstermez. filmin başarısı da tam da burada yatıyor. çünkü bu atmosfer ve olaylar silsilesi gücünü aleladelikten alır. filmi nazarımda değerli kılan şey de tam olarak bu.

    yönetmen olay ve durumları dramatize etmeden, rutinin sıradanlığı içersinde seyirciye aktarıyor. empati ve sempati için türlü numaralara başvurmuyor.

    film zombie'nin ruh halinin izdüşümü olarak gittikçe grileşir. zombie toplumdan, aileden, kısacası düzenin kurumlarından uzaklaştıkça anlamsız, muğlak bir var oluşa yol alır. tüm bu düzen ve parçalarının reddi onu gittikçe görünmez, önemsiz bir varlığa dönüştürür.

    işte bu durum onu sahici, görkemli ve belki de sinema tarihinin en büyük tutunamayanı yapar. çünkü zombie hepimizin mahallesinde bulunan, meselesini tam olarak bilmediğimiz ama üstüne büyüklerden türlü hikayeler dinlediğimiz deli kazım, deli ali, deli ahmet'ten vs biridir. deliliğini (elbette aydınlanmasını) mümkün ve değerli kılan ise düzene gerçekten başkaldırmasıdır.

    kısacası hiçliğin güzellemesidir zombie ja kummitusjuna. ve her sinefilin izlemesi gereken filmlerdendir.
  • müzikleri gerçekten fena olmayan filmdir.
  • sıradan yaşamın içinde basit ve herkesçe kabul edilen -dönem dönem istenilen arzu duyulan şeyler de bunlara dahil- görmezden gelme durumunda gerçekleşen, reddetmenin getirdikleriyle yüzleşme, sistematik olmayan başkaldırı ve sonucu ne olursa olsun reddetmeye devam eden insanla karşı karşıya getiren bir film olmuş.
    dramatik değil de olanı olduğu gibi işlemiş, boğazda bir kuruluk bırakmasına rağmen karakterin yürüyüşü ve kendi başınalığının süregelmesi de o kuruluğun üzerinden su gibi geçiyor.
    yer yer kendi gibi bireyleri özleyen ya da nerede bu insanlar, burada birkaç şey mantıksız değil mi diyecek kimse yok mu diyen insan için izlerken evet ben de böyleyim ama bu kadarı da fazla dedirten bir film. veremediğiniz yanıtın neticesinde gerçekleşecekleri göremememizi sağlayan duvarı daha sağlam hissettiren bir film.
    filmi izlerken destek vermediğiniz bir yoldaşı görüyorsunuz, kaçıp durduğunuz ve reddetmediğiniz onca şeyle yüzleşiyorsunuz.
    edit: derviş zaim'in tabutta rövaşata filmini anımsatıyor.
  • izledikten sonra tabutta rövaşata tadı bırakan, en az onun kadar bok gibi hissettiren pek bilinmeyen, son bölümü istanbul'un o gri havasında geçen finlandiya yapımı. bu filmi izlemek, hayattan soğumak için güzel bir neden.
  • az önce bitirdğim inanılmaz kasvetli ve depresif bir film. izlediğiniz zamanı iyi ayarlamak gerekiyor bence. siz de depresifseniz o an, en güzeli yavaşça bu filmin sekmesini kapatmak.
    ayrıca etkisinden kurtulmak kolay olmayacak bir film gibi geliyor çünkü o kadar gerçekçi bir film ki ben bu zombie'yi bir yerden tanıyorum dedim izlerken. kim olduğunu bulmam da uzun sürmedi maalesef. galiba beni bu kadar etkilemesinin nedeni de bu tanıdıklık hissinde yatıyor.

    ve çok çok uzun zamandır izlediğim en güzel sahnelerden birini izledim. çok basit ama çok fazla şey anlatan bir sahneydi bana göre. bi yazar daha yazmıştı ama ben de yazmadan duramam:

    -spoiler-

    yine çok içip geldiği ve sızdığı bir gece marjo dayanamayıp terk eder zombie'yi. zombie de sabah bir barda içki içer ve karşıdaki tatlı amcaya gülümserken barın televizyonundaki haberi görür. haber bir kazadan sonraki petrol sızıntısını gösteriyordur. petrole bulanmış bir kuş uçmaya çalışıyordur ama uçamaz. arkadan da (bkz: solitude) çalar şu sözleriyle;

    "where can ı go to and what can ı do?
    nothing can please me, only thoughts are of you."

    aynı anda zombie'nin gülümsemesi de biter ve uzunca bir süre televizyona bakakalır.

    -spoiler-
hesabın var mı? giriş yap