• türk edebiyatında, hem yazar hem de okur cephelerinde, denemenin roman karşısında nicel üstünlüğünü anlamak için ekşi sözlük'e bir göz atmak yeter. "eksi roman" başlığı 1000 entry'e doğru koşarken, "ekşi deneme" başlığını biraz önce ben açtım lan. böylesi bir eşitsizliğin köklerini arama uğraşı, önünde sonunda bizi türk insanın kurmaca'yla (fiction) ilişkisini didiklemeye götürür. türkçenin ilk yazılı metinlerinden bu yana gerçek olayları anlatırken dahi, kurmaca biçem seçilmiştir. bunun da altında göçebelik hali yatıyormuş gibi gelir bana. durma devini halindeki insan toplulukları gerçek'le durağan bir ilişki kuramadığı için, onu metinlere de taşıyamamıştır. zihin değişmeyen bir gerçeklik peşinde koşadursun, gövde diyar diyar bir yurt peşinde koşadurmuş, çöl, deniz, dağ aşıp "yolda olma" haliyle yaşamıştır. oynak bir gerçekten bıkan türk insanı daha o zamandan kendini kurmacaya vermiş, destanlar yazmıştır.

    nedir, her daim yanında olan, yani "gerçekliği değişmeyen" şeyler konusunda kurma'ya kalkışmamış, kurmacaya öykünmemiş, o şeyin gerçekliğiyle yaşayıp gitmiştir. örneğin türklerin pastırma üzerine bir romanı yoktur. pastırma üzerine denemeler ise sürüyledir: "salamura kürleme yönteminin pastırma gevrekliğine etkisi", "pastırma üretim teknolojisinde neredeyiz?" gibi... çünkü türkler pastırmalarını atlarında taşırlardı, eyerlerinin altında.
  • öyküyle de karışık metinlerdir. fi tarihinde yazdığım, hayatımın bu (aşağıdaki) ilk denemesi, bunun birebir örneği.

    --- --- --- --- --- ---

    o da biliyordu ki dünyasının sınırları dilinin (ya da tahayyülünün) sınırlarıyla çevriliydi. bunu aklından çıkarmamaya yemin etmiş gibi hatırlatırdı kendi kendine. mesela; aşk ne olduğunu bilmediği bir şeydi, sık duyması ne olduğunu anlamasına yetmiyordu bir türlü. mağarayı platon'dan duymuştu ya şimdiki zamanla geçmiş zaman arasında bir ayrıma gidemiyordu, yazık.

    ***

    cetvel deyince aklına afrika toprakları geliverirdi. "denizleri bile sanki pergelle çizmişler" diye ukalalık ederdi. garibim, şiiri de anlamazdı ki, "nesir yazamayan nazım olur" diye espri patlatırdı. köy denince aklına küresel köy lafzının sahibi iletişim kuramcısı mcluhan gelirdi, "yanılıyorsun dostum" diye iç geçirirdi. bir de kendi köyü gelirdi aklına bir şarkı eşliğinde hem de, "ooordaa bir köy var uzaktaa, gitmesek de..."

    ***

    "sicim" kendisine en evcil gelen kelime gibiydi, "hepimiz boynu sicimli kullarız" diyen kör dedesini unutur muydu hiç... dede, demişken aklına gündelik oligarşinin karşılığı olarak gerontokrasi takılır, kafası karışırdı. liberal gençler gibi algılamıyordu gerontokrasiyi ama o da gençti işte, ne yapsındı hem.

    ***

    yaşlı ona tekrar kendisini hatırlatırdı. ruhen yaşlıydı, buna yemin edebilirdi, ama kime edecekti ki bu yemini?

    ***

    genelevlerden irkinti duyan iyi aile çocuğu da değildi ama insanların birbirinin içine girmesi gücüne gidiyordu yine de. ne gereği vardı ki, kardeşçe yaşamak varken... kadınlar da bir ilginçti; yanına giderken kırbacını eksik etme diyen nietzsche ile sadece bu konuda ayrışırdı. kadından muktedir olmaz diyenlere de gülerdi, nietzsche'nin salome ile yaşadıklarını hatırlayıp.

    ***

    herkesin bir ismi vardı bu küresel köyde (mcluhan’a nazire yapmaktan da geri durmazdı); marks, hegel, nietzsche, schopenhauer, baudrillard, chomsky, sartre...

    ***

    bir de sevgilisinin ismi vardı; adı kendinde saklı. bir insan bir insanı neden sevsindi ki... veya milyarlarca insan arasında neden onu sevsindi ki... veya bir anne çocuğunu sırf doğurduğu için mi severdi, başka hesapları olamaz mıydı mesela... bilemezdi tabii bu zor soruları.

    ***

    babası vardı ama piçleri de düşünmüyor değildi. "bunlar daha doğuştan ahlaksız olduklarına göre hiçbirimizin ahlak anlayışının sağlam temelleri yoktur" diye de ahkamını basardı. baba demişken aklına gelen sadece bu değildi tabii. freudyen aklı sevmezdi ama oedipus'un dramını anlayabilecek kadar da empati sahibiydi.

    ***

    tekrar doğurulmak ezber bozucu olacaktı nihayetinde ama böyle bir macerayı kim istemezdi. sil baştan, dünyaya gözlerini açar açmaz avazın çıktığı kadar bağırıp ulen ne hakkınız vardı ki beni bu yavşak yere getirdiniz diye bağıramamanın acısını taşıyordu taa derinlerinde... anneler neden tekrar doğurmak isterler kafası ermezdi. yeni acılara gerek mi vardı?

    ***

    "tarih" deyince çocukluğunu hatırlardı, çocukluğunda da bomboş bir levhaydı, şimdi de öyleydi. kendisine erol evgine ne çok benziyorsun deyip birer öpücük konduran büyük kızların o öpücüğü yanakları şahsında erol evgine kondurduğunu bilemezdi, aklı ermiyordu zira. evin hemen önünde leğende banyo yapmanın hazzına eremezdi artık. herkes gibi onu da küvet denen yarı açık kutucuklara hapsedivermişlerdi işte, yoksa kendi mi hapsolmuştu? çocukluğunda sorduğu ve cevap bulamadığı sorular yerli yerindeydi hala. hem öyle olmasaydı boşuna mı söyledik hala bir boş levhadır diye. neden ge(tiri)lmişti buralara, ne yapacaktı/ne yapmalıydı, nereye kadardı, bütün insanlar babalarına/annelerine benzeyecekler ise ona ne gerek vardı? vs...

    ***

    madem felsefe soru sormanın sanatıydı çocuktan büyük filozof mu vardı? baba, "allah nerede ki?" sorusuna karşı ağzı açık kalan babasının cevap verememesi de en nihayetinde felsefi bir problemdi. babası malum soruya karşılık "oğlum büyüyünce anlarsın" da diyememişti seks mevzusunda olduğu gibi. kendisi anlamış mıydı ki oğlu anlasındı. hoş, oğlu seks mevzusunu da anlamadı ya o başka mesele...

    ***

    "bazarov'la din kardeşiyiz" dediğinde yanındakiler tepki gösterir doğru yola davet ederlerdi. davetiyeleri sevmezdi, samimi de bulmazdı zaten. en fazla almak istediği davetiye anne babasının evlilik davetiyesiydi ama onu daha dünyaya gelmeden dağıtmışlardı. zaten davetiye kendisine ulaşsaydı asla iştirak edecek biri de değildi ya neyse...

    ***

    modernizm neydi ki postmodernizm ne olsundu. çocuğun babasına olan tepkisini aklına getirirdi bu iki kavramı yanyana bulduğunda. modernizm bütün babalar gibi derli toplu, muntazam, aklı selimdi. postmodernizm ise tersine çocuklar gibi dağınıktı, oyun oynamaktan, soru sormaktan, gürültü etmekten başka birşey yaptığı yoktu.

    ***

    ona göre müzik evrensel ruhun gıdasıydı.

    ***

    yemek dendiğinde aklına köyündeki inekleri getirirdi. yonca bahçesine sahibinden habersiz dalan inekoğlu inekler patlayana kadar yerlerdi yoncayı, patlarlardı sahiden. neden kırmızı ineklerine serdar gökhan ismini taktığını hatırlamıyordu ama kesinkes çok komikti. ne de olsa televizyon çocuğuydu.

    ***

    annesini gerçekten de türkan şoray'a benzetiyordu. hem annesinin de bir vakitler burnunda hızması vardı. hem annesi zaten bir sultandı, sinemasının değil, gönlünün sultanı. bu sığ cümleleri kurmayı ne yazdıklarına akıl erdiremediği şairlerden öğrenmişti. zaten şairler sığ şeyler öğretmekten başka ne işe yararlardı ki?

    ***

    imkanı yoktu ki new yorka kadar gidip baudrillard'ın anlattıklarını anlasın. olsun ama o da adı kendinde saklı bir kentteydi.

    ***

    film izlemeyi kiç kabul eder, izlemezdi, “benim hayatım zaten filmdir” gerekçesini sunardı bu tuhaf tavrı için.

    ***

    zaman denince aklına ilk gelen uyumak oluyordu. sabah kalkıp işe gidecekti. dünyanın bütün işlerinden nefret ederdi. çünkü onlar birer iştir sadece derdi. gerçekten sabah balık avlayıp, öğlen kitap okuyup, ikindin yazı yazıp, akşama doğru biraz çalışıp, gece de seks yapacağı bir hayat düşlerdi çocukluğundan bu yana. burjuvaların bu düşünü çaldığını görünce sinirden tir tir titrerdi. burjuva demişken aklını sürekli kurcalayan sartre’ın “bir avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır. geriye kalan ölü bir adamla özgür bir adamdır” sözünü anımsardı.

    ***

    zaman denince aklına tabii ki ölüm ve nineler gelirdi. ninesi ölüme yaklaşmıştı. kim ki biz iletişimsizlik çağındayız diyorsa halt ederdi, ninesi kendisiyle konuşur, yalnızlığını da kendisiyle de giderirdi. dünyanın saçmalığını kendine anlatırdı. ölümden korktuğu gün gibi ortadaydı. torununun korktuğu gibi. ninenin korktuğu tam olarak ölüm değildi. ne de olsa kocası da ölmemiş miydi. ama o kocasının şimdi nelerle uğraştığını, daha doğrusu uğraşabilip uğraşamadığını bilememenin dehşetini yaşıyordu. torununun duyumsadığı dehşetin benzeriydi. arada seviye farkı vardı o kadar. torunu şimdilik bu dehşeti ara sıra aklına getiriyordu, nine ise her an...

    ***

    kitap yazmak için konu gerekiyordu. konuyu öğretmenler verir diye sinirlenir ben konusuz bir kitap yazmalıyım inadına girerdi. yazdıkları biraz da o nedenleydi ki konusuzdu. ayrıca kitap yazmak için literatürünün de geniş olması gerekmez miydi, onun literatürünün sınırları ise dünyasının sınırlarıyla eşdeğerdi yalnızca.

    ***

    gitti.

    --- --- --- --- --- ---
  • burası:

    --- --- --- --- --- ---

    koca bir parçalanmışlık yaşıyorum, buraya geldiğimden beri. hayatım da, fikirlerim de duygularım da birer birer kırılıp dökülüyor.

    ***

    adorno'un otoriteryan kişilik üstüne/niteliksel ideoloji incelemelerine göz gezdiriyorum arada bir. işte otoriteryan kişilik, tam da burada oluşuyor, burada yaratılıyor demeye başlıyorum kendimce... sana saldıran, seni ezmeye çalışan, çatık kaşlı... ama polis görünce afallayan, ne yapacağını bilemeyen, korkak bir köpek gibi sinen, yalvarmaya başlayan insanlar...

    ***

    çoktan başlamış bu kişilik yaratımı bu topraklarda...

    ***

    ağaç bile yok buralarda. çiçek bulabilene aşk olsun. buaya geldikten sonra hayatım da kişiliğim de bir petagondan farksız... ne buralıyım ne de başka bir yerli. öylesine ortada kalakalmış. ve yetim. ve silahsız...

    ***

    dalıp dalıp giden, boğulmamak için çırpınan, neden bu kısa sürede bu hale geldiğini bile sorgulayacak durumda olmayan bir akıl tutulması örneği...

    ***

    burası bizim mahalleden herkes için, bir mit, bir ikon(du). sanırım ikonoklastlardan ve hayalleri yıkılanlardan ilki ben değilim. mit koca bir yalan... koca bir kandırmaca, bir rüya yalnızca.

    ***

    neden buradayım?
    kim bu saldırgan insanlar?
    neden bu kadar saldırganlar?
    ezilenlerin pedagojisi bu muymuş?
    bu kadar korkunç olabiliyor muymuş...!

    ***

    çocuklar, avuçlarındaki buzlu suları satmak için üstüne atılıyor/aç hepsi de. herkesin üstüne nefret tohumu serpilmiş, korkunç bir mücadele işte. günlerdir yaptığım/açtığım telefonlar, attığım mailler, direnme gücü kalmayan/olmayan bir, ne olur kurtarın beni çığlığından ibaret değil yalnız, bir hayal kırıklığı, bir mitimin yıkılmış olması da aynı zamanda.

    ***

    artık kabus görüyorum. sabahlara kadar. kafamda binlerce şey uçuşuyor. tıpkı kafkanın metinleri gibi. biri bitmeden, başka bir şey, başka bir olay örgüsünün içinde buluveriyorum kendimi. burası ne kent, ne kır. tanımsız bir yer işte. gördüğüm herşeye hayret ediyorum. oysa hepsini daha önce okuduğumu hatırlıyorum. scot'tan, dosto'dan vs...

    ***

    bunu yazmalıyım, bu, nasıl olur da hala yazılmamış diyorum kendi kendime. oysa bunları burada asla yazamayacağımı biliyorum. ve biliyorum, benim ki, yalnızca yabancı bir yere alışamama psikolojisi değil asla. kafamdaki mitin yıkılması. bir hayal kırıklığı işte.

    ***

    korkunç bir yaşam (oysa burda kim yaşıyor ki, yaşam var mı ki) rekabeti var. ve ben bu rekabete asla ayak uyduramam. ve, ya vazgeçip kaçacağım, ya da ayak altında ezilip gideceğim. abartısız...

    ***

    burası, hayallerimle birlikte altüst olduğum ilk yer. çünkü en çok buraya güvenmiştim.

    --- --- --- --- --- ---
  • bir an

    ne hissetmeliydi, bilmiyordu. bu yaşadığı şey yeniydi, belki biraz tanıdıktı ama ilkti işte.
    bilmiyordu o yüzden, ne hissediyordu anlam veremiyordu.

    güzel bir heyecan vardı içinde, bambaşka bir sıcaklık, fazlaca hassaslık. ne oldu bilinmez, bir anda karardı gözleri işte, koyverdi, gitti. bir başka kokuyla karışmaya, başka insan olmaya işte böyle, bir anda karar verdi.

    sadece bir an… ve gözleri kapanmıştı. ve dudakları aşkla tanışıyordu. ve nefesi kesiliyordu. duruyordu zaman. gözlerini açıyordu; karşısında kapkara boncuk gözler.

    sadece bir an.. ve korku kaplıyordu içini. ve kapatıyordu tekrar gözlerini. dokunuyordu sadece.

    sadece bir an.. ve bir sessizlik.. ve ardından aynı anda iki kişinin derin derin aldığı bir nefes, iç çekiş.. ve dışa vuruyorlardı hislerini, konuşuyorlardı. korkuyorlardı. ve korkularını konuşuyorlardı.

    sadece bir an.. sözler bitince. sözler artık anlatamayınca yani.. ani bir karar. bir cesaret belki. aşk belki de.

    sadece küçük bir an ve daha önce hissetmediği bir şeyler hissediyordu işte. nasıl da hassas. nasıl da istekli.. heyecan mı, arzu mu, zevk mi, acı mı, utanç mı seçemiyordu..

    sadece bir an.. ve özür diliyordu işte. bilmediği bir şey için özür diliyordu. ne olması gerektiğini bilmiyordu, sadece bir şeyler eksik gibi geliyordu. özür diliyordu. “tamam” diyordu. “nasılsın”, “iyi misin”. ve sonra bir anda “hıııık!” nefesi kesiliyordu. neydi şimdi bu? ne olmuştu, olmuş muydu? acımış mıydı? sevmiş miydi? bilmiyordu ki..

    sadece bir an.. ve her yerde saçlar. odada sıcak.. kırmızı yanaklar. ilk dokunuşlar. ilk keşifler. ne başını, ne de sonunu bildiği bir yol.. garip bir huzur. bir rahatlama. bir sevinç. biraz utanç. ve suçluluk. ama sonuçta; mutluluk..

    sadece bir an.. ve “hadi” dendiğini duyuyor. ne yapması gerekiyor? onu da bilmiyor.. son derece savunmasız. çıplak. bırakıyor kendisini. rahat olmadığını anlatıyor.

    sadece bir an.. ve duruluyor her şey. saçlardan açılmış yüzler, teri dinmiş tenler. sadece nefes. hızlı. hızlı. hızlı. sonra. gittikçe. sakin. sakin.

    ve yine bir an, ve bilmediği bir uyku uyuyor. uykunun farkı mı olur? yeni öğreniyor.. ve uyanıyor birden. ve her yer yine saç. ve yine hızlı nefesler. ne olduğunu, nasıl olacağını düşünemeden daha, uyku dolu ama yine de sevinç içinde.. o kadar farkında değil ki, iyi hissedemediğini fark ettiğinde bile ne düşüneceğini bilemiyor. o düşüne dursun, bedeninde bir şeyler oluyor..

    . . .

    ne hissetmeliydi, bilmiyordu. bu yaşadığı şey yeniydi, belki biraz tanıdıktı ama ilkti işte.
    bilmiyordu o yüzden, ne hissediyordu anlam veremiyordu.

    bir türlü anlam veremediği bir durumda, mekanik hisler yaşadığına kızıyor, bu kadar basit olmasına üzülüyordu. nasıl olabilirdi ki bu?

    sadece bir an.. ve içinde bir sıcaklık. dudağında bilmediği bir tat, tanıdık bir his. bambaşka bir koku. bambaşka bir boyut.

    sadece bir an. ve içinde bir nefret. kendisine, ona, ötekine, diğerine öfke. durgunluk sonra. düşünceler..

    sadece bir an. ve bir dalga yayılıyor vücudunda. tanıdık bir his. özel olduğunu sandığı bir his. halbuki bir mekanik. acı. gerçek. koku. islak. direnç. kabul. istek. nefret.

    sadece bir an. derin bir dengesizlik vardı içinde. ne oldu bilinmez, bir anda karardı gözleri işte, koyverdi, gitti. bir başka kokuyla karışmaya, bambaşka insan olmaya, bir daha hissedememecesine hislerinden arınmaya işte böyle, bir anda karar verdi. “tak” etti.

    sadece bir an.. ve işinin ehli bir insan.

    sadece bir diğer an.. ve en amatör insan.

    bir an, zevk; diğer an hissizlik, hiçlik. bir an, şevk; diğerinde öfke. bir an, şarkı; diğer an feryat, çığlık..
    kendi gözünün karasıydı bu sefer gördüğü, salt kendisiydi mücadele ettiği, korktuğu.

    sadece bir an. ve benzer bir dalga yayılıyordu içine. bilmiyordu işte yine. ne yapacağını bilmiyordu. kavga vardı içinde, gürültü. kendi derdine düşmüştü ya, duymuyordu çıkanı ağzından. olması gerektiği gibi oluyordu. sürüyordu. sürdürüyordu. anlam vermeye çalışırken birden “hııık!” nefesi kesiliyordu. ve sancı giriyordu tüm vücuduna. ve acı yayılıyordu içine. ve bıçaklar saplanıyordu kalbine. ateşler çıkıyordu kulaklarından.. ve tutuyordu nefesini. tutuyordu. bırakmak istemiyordu. istemiyordu. istemiyordu ki! istiyor muydu? istiyordu. istemiyordu.

    sadece bir an.. ve öylece kalmıştı her şey. ve garip bir uyuşukluk işte. hissizlik. boşluk. bu muymuş? allah kahretsin, bu muymuş?! bu kadar basit miymiş? derin değil miymiş? s..ktir!

    ne hissetmeliydi bilmiyordu işte. ilk, son, orta, yan, köşe. ne farkeder ki? farkeder mi ki? bilmiyordu. bir parça koparmıştı içinden. bir parça “daha” belki de. biliyordu, bundan sonra aynı olmayacaktı hiçbir şey.

    *
  • üçün biri ve üçün diğer ikisi üzerine
    üçün biri'nden bağımsız olan üçün diğer ikisi birbirinin zıttıdır, aynı zamanda simetrisidir. üçün biri, diğer ikisinin simetri çizgisidir. tam ortalarındadır ve ikisine de aynı yakınlıktadır. burada benzetme, ağlayarak ilk nefesini alır ve tek mecaza sonsuz anlam yükler. gece vakti ebu zeyd vesilesiyle aklıma takılan anlam ise; radikal ateizm, radikal islam ve üçün biri'dir. radikal ortak paydası, birbirine zıt iki inanışı, inanç olmaktan uzaklaştırıp, iki farklı tarafın taraftarlığına, dolayısıyla birbirlerinin simetrisine dönüştürüyor. çünkü insan, taraftar sıfatına büründüğü anda tek tip olur, aynada kendi kadar rakip tarafın taraftarını da görür. yalnızca rengi ve holiganlık kat sayısı farklıdır diğer taraftarlardan. fakat sonuçta taraftardır, destekler, savunur, küfreder.
    sırf ateist diye 36 arkadaşıyla bir otelde yanan masumla, sırf müslüman diye cahil, bağnaz, yobaz sayılan, kutsal kabul ettiği şeyler bilinçli şekilde aşağılanan masum aynı durumdadır. çünkü ikisi de masumdur. çünkü ikisi de üçün biri'dir; diğer ikisine batar. diğer ikisine (radikal ateizm ve radikal islam'a) eşit uzaklıkta olması, herhangi birinin ya da ikisinin saldırısına maruz kalmasına sebep olabilir. kendisini savunmaya kalktığında radikal ateist ya da radikal islamcı olmakla suçlanabilir. bunun sebebi de suçlayanın, holiganlık boyutundaki taraftarlığı ve taraf olmanın sebep olduğu körlüğüdür. bu durumda üçün biri'nden haberi olmayan üçün diğer ikisi'nin bu davranışta bulunması normaldir. çünkü taraftardır, sivrilmiştir, körleşmiştir.

    http://ucunbirivsucundigerikisi.blogspot.com/
  • suyundan da, oh!!

    nasıldı?
    “biliyorum, sevmeyeceksin beni.”
    ağızları bir karış açık, sanki kendi gözleri yokmuş gibi sadece yanındakin gördüğü kadarıyla yetinen; sadece yanındakinin konuştuklarıyla konuşan ve susan; kendi hareketleri yokmuş gibi sadece yanındakinin hareketlerini takip eden insanlardan (kız/erkek) haz etmemişimdir.

    platonik aşklarım oldu hep benim. yani genelde hayatımda hep bir platon vardı. bir b.k olduğu da yoktu aslında ama yine de kendini iyi hissederdin. mr. platon için giyinip okula giderdim mesela. en yakın arkadaşımla (ki genelde en son uzun süreden beri yanımda oturan/yanında oturduğum-oturtulduğum kız olurdu mecburiyetten çünkü “dışardan nakil gelen kız” idim. hatta o çoook çalışkan çocukların! velileri bizi toplatıp ayrı sınıfa koydurtmuşlardı. hehe. dramatik.) bazen bu konu hakkında konuşurduk. genelde onun da olurdu bir tane. ya da bir çok. zaten onun çok hayranı vardı. neyse.

    süper gazlardık birbirimizi. “o-haaa kesssin sana baktı, çüş, inanamıyorum. kızım sonunda farketti işte! bence git konuş. valla bak. git söyle açık açık. hayır derse nolayım. hem istemeseydi gelip yanına oturur muydu? kızım o kadar insan varken gelip sana sordu soruyu!”
    gazı alıp kimi zaman boyumuzun ölçüsünü alırdık kıpkırmızı suratımız ve saf yüreğimizle.

    o zaman biz hala cinselliğin erkeklere makbul olduğunu sanır, bir onları mastürbasyon yapar bilirdik. ki o zamanlar öyledi de. o zamanlar fantazimizin doruk noktası sevgilimizle bir odada başbaşa olabilme ihtimalimizdi. gerisi yok. en fazla öpücük vardı. e bilmiyorduk ki gerisini yahu! bu kadar ortada değildi yani.

    bizler, yani en azından benim çevremdekiler, şu zamana göre hayli yüksek bir çıtada saflığımızı uzunca süre inatla koruduk. (saflık eşit değildir bekaret).
    sevgililerimiz hakkında konuştuğumuz defterlerimiz vardı. hayaller hep sen ben o ve o şurdaymışız, burdaymışız diye kuruluydu. garipti işte. güzeldi de. şimdi düşününce bazen saçma gelse de güzeldi. ilklerdi. onların üzerine kuruldu bir çok şey kişiliğimizde.
    yaşadıkça öğrendik diğerlerini, ilişkileri ve kendimizi.

    ha, ne diyorduk. şapşal aşıklar. anlayamaz, tiksinirdim resmen. hala da çok anlayabiliyor değilim sorsanız. yaş 22.

    sonracığıma, tepkisiz insanlara da sinir olurum ben. ama bilseniz tepkisizlerin koşusunda en öndeyim! yaş 22. bekar.

    kendini ne kadar önemsersen, başkaları seni o kadar önemsiyor bunu öğrendim ben. yaş 22. bekar. kadın.

    kendini önemsemediğini başkalarına söylersen, onlar seni zaten umursamıyorlar. bir yere kadar yani. onlar da haklı. bunu da kendime ellerimle öğrettim ben. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu.

    kendine güvenmekle bitmiyormuş işler. illa karşındakine de güvenmeliymiş insan bunu da yazdım defterime. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır.

    ne zaman kadın olacağına karar veremiyor bir kadın. birden büyüyüveriyor. tanrıları çoğalıyor. bunu ezberledim zaten. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı.

    derler hani babana bile güvenme. yok. sen güven. babana, annene güven. gerisi yalan. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı. ten rengi: esmer, güneş yanığı.

    kimse kendinden fazla umursamıyor seni. ayağını yere bastığından emin ol. havalarda gezmenin manası yok. pat diye çakılırsın, canın acıyınca anlarsın. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı. ten rengi: esmer, güneş yanığı. kilo: annesine sorsanız manken manken.

    korktuğun şeyler başına gelir, en istemediğin şeyler hep olur, aklından çıkarma. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı. ten rengi: esmer, güneş yanığı. kilo: annesine sorsanız manken manken. son görüldüğü yer: beşiktaş, üsküdar.

    oradan baktığında ufuk sonsuz gözüküyor değil mi? yok canım. üzgünüm. sen al bakalım yolunu biraz. yol aldıkça rotanın hem en ustası hem en acemisi olacaksın. kara oralarda bir yerlerde, elbet göreceksin. elbet. yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı. ten rengi: esmer, güneş yanığı. kilo: annesine sorsanız manken manken. son görüldüğü yer: beşiktaş, üsküdar. ayrıntı: yüzde yaralar, ayak aksıyor.

    kayıp: yaş 22. bekar. kadın. orta boylu. son saç rengi: bakır ve kıvırcık. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, siyah renkli desenli etek, siyah bir çanta, spor ayakkabı. ten rengi: esmer, güneş yanığı. kilo: annesine sorsanız manken manken. son görüldüğü yer: beşiktaş, üsküdar. ayrıntı: yüzde yaralar, ayak aksıyor. arkadaş: yok.

    aranıyor: yaş 19. kadın(cık). orta boylu. saç rengi: koyu kahve-siyaha yakın ve kıvırcık. son görüldüğü kıyafet: siyah bluz, kahverengi pantalon, kırmızı-siyah sırt çantası. ten rengi: buğday. kilo: annesine sorsanız biraz verse süper olacak ama böyle de iyi. son görüldüğü yer: gsü. ayrıntı: burunda hızma, kalın kaş, çenede birkaç sivilce. arkadaş: var.

    *
  • benim için değişme

    kadın ısrarla inkar ediyordu. adam da artık şüpheye düşmüştü.
    kadın sonunu biliyordu. adam umursamıyordu.
    kadın kabul etmiyordu ısrarla. adam ne diyeceğini bilmiyordu.
    kadın deniyordu. adam izliyordu.
    kadın vazgeçiyordu. adam karşısına dikiliyordu.
    adam seviyordu sonra. kadın dayanamıyordu.
    adam değişiyordu. kadın eşlik ediyordu.
    adam duraksıyordu. kadın duruyordu.
    adam seviyordu. kadın seviyordu.
    kadın seviyordu. adam gidiyordu.
  • "istekleri basit ise hiç kimse yoksul değildir"
    -ömer hayyam

    yokluk anlam aranamayacak kadar komplike, varlık rahat edilemeyecek kadar rahatsız edici, kimilerine göre.

    elimde olması gerekenler aslında yokluğun tanımı yapmaktadır. nesneler olmasa yokluk da olmayacaktı, hepimiz bu dünyada yaşıyoruz ve bir şeyler üretiyoruz. şunun farkına varıyor musunuz; ürettiğimiz zaman aslında dünyadaki nısbi kıtlığın derecesini de yükseltmiş oluyoruz. üretmediğimiz zaman ise doğa bize bazı nimetler verir. elma gibi, aşk gibi. tek başına bir adada yaşayan insan için yokluk diye bir şey yoktur onun çevresinde içemeyeceği kadar bol deniz, kazamayacağı kadar derin toprak vardır. toprak da sevgi gibidir, kazdıkça derine ulaşırız ve tepeye baktığımızda güneşin insanlara ilham verici ışığı, bir anda yok olur. artık kendi kendine verdiği zararın farkındadır. kazdığı kuyudan dışarıya çıkmaya gücü yetmez ama gücü bir şeye daha yeter: daha fazla kazmak. varlığın eş anlamı olan sevgi veya aşkta insan her zaman en derine ulaşmaya çalışır çünkü toprağın altında cennet olduğunu düşünür. halbuki toprağın altı mezardan başka bir şey değildir. varlık insanı rahatlatmaz aksine irrite eder.

    varlığı kaybetme korkusu varlığı kazanma korkusuna göre daha sık görünen bir durumdur. ya da varlığı kaybetmek yokluktan vazgeçmek kadar kolay değildir...
  • bir yerden başlaması gerekliydi insanın.
    henüz tam olarak nerede olduğunu ve hangi zaman diliminde yaşadığını bilmese de olurdu. rahatlayınca parmak uçları, asılsız intiharları da geride bırakıverdi. kalp kalbe çarpıtığında bir yudum daha alabilmek için soluk uzandı gerdanından ve kahbe olan her söyleme yeni bir parantez açıldı; kasiyerler ve dolmuşçulardan para üzeri beklenirken. dolmuşlar hareket ettiler. dolu dolulardı ve her takıntı daha doğrusu her isimlendiriliş kendiliğinden yakışmıştı bunca zaman ve düşündükçe kelimelerle işte o zaman insan, insanlığını anlayabiliyor. henüz keşfettiğim bir rahatlama biçimimle buradayım. bu yazılan şeyin hiçbir kalıbı olmayabilir. oldura da bilirsiniz gerçi zaman artık oldurmalarla meşhur değil mi? mumlar… odamın o karanlığında minik bir serüvene göz açmışlar. ağaç gibiler sanıyorum ya da bir sandala asılı kandil. güzeller. ne kadar güzel diye sormak gelebilir gözlerce ama güzellik bir gebe kalış doğaya o yüzden susmak gerek şimdilik.

    öyküler yazan insanlarla tanıştım, şairane üslubun yüreklerini hırpaladığı şairlerle de. romancılarla tanışamadım, onlar yüksekten uçanlardı ben erotik sabahlayışların yalnız yastıklı beyfendisi ya da küfürbazı. tiz bir ürperişle dalgınlıklarıma son veriyorum size de olmuştur o esrarengiz anlık konuşmalar. kendi kendinize hani anımsarsanız. öyle ki karşındaki insanın konuşma süresini dahi beklersin sonra patavatsız yere gülümseyişlerin ele verir seni sesi kısılmış radyonun ucundaki sese bir kulak vermişken.

    beklentiler yoğurdu beni bu güne kadar. her neyi beklediysem gelip çatması hep ansızın, sinsice veyahut çat kapı oldu. bu zamanla kendini örgü misali harmanladı ve artık buralarda her şeyin gelip geçmesiyle muhattabım. aforizmalar okudum. son çalıştığım kitap sert bir anayasa taslağı içerse de insanları yumuşaktı. insanların saf olduğu ve saf insanların olduğu her toplumda hin insanların da olması gerektiği gibiydi her şey. çatımın üzerinde saniyenin ilerleyişini kıskanarak onunla raks eden yağmur damlaları da mı bu amaca hizmet etmekteydi bilemiyorum. bir göz aralıktan bakıyoruz dünyaya açabilirsek tabi ocağı. hepimiz kendi içimizde repliklerin gelmesini bekleyenleriz. her gece repliklere çalışıp her okumada replikleri silgilerimizle silenleriz. konuşamayacak bir şeyi kalsa ne yapardı insan? susardı derken buluruz kendimizi ama düşünen insan susar mıydı? insanın var oluşunda saklı giz kendi başına kalmışken bile konuşabilmesi değil mi? ben yanlışım biliyorum ya da dünya bazında bir yanlışlık göstergesi bu. evet bir saatin doğruluğunu başka bir saate bakarak yapıyoruz lakin dünyanın doğruluğunu hangi denkleme göre yaptığımızı da hatırlatın bir ara lütfen.

    olay kurgularıyla aram hiç olmadı. bunun tek sebebi kalıpsız yaşamam ve kalıpların ruhumun derinliklerinde bir hicran yarası açması. dedemin ya da babamın şöyle bir lafı vardı diye kalıplar kullanmayı da sevmem burada okuyacağınız tüm laflar benim lafım daha önce binlerce kez tecavüz edilmiş ve her dil darbesinde güç kazanmış, kelimeler. insan emek göstererek bir yere geldikten sonra ön planda olan yegane bakış açısı emek odaklı oluyor. bu nitekim küçümsemeyi de beraberinde getiriyor. bunun için binlerce örnek var hayatlarımızda ama anlatmak istediğim şey bir yarış ekolü. bir bilgisayar yazılımcısı tanıyorum. iyi bir üniversitede öğrenci. ingilizcesi de gayet yerinde ve onunla konuştuğum her şeyde haklı olduğuna sonuna kadar inanması tek yanılgısı. dünyanın dönmesi için haklılar gerekli evet ama daha önce de bahsettiğim gibi haklılık da kime göre.

    ben bir roman yazmıştım. ya da uzun bir öykü şimdi hatırlamıyorum. 10 yaşlarındaydım ve yazmamdaki tek amaç kitabımı bastırıp satacağım kitaplarla da tatile gitmekti. 10 yaşında olmak bu denli hayaller kurmak için çok küçük olmak demek. şişirilen olguların minik beyinlerde etkileri de tıpkı böyle.
    insan hayallerini yaşadığı insanlara bir şeyler borçlu mu diye de düşünürüm. hep olduğu yerden kaçmak için can atan birey başkasının kovuğunda rahat olabileceğini hangi dürtüyle kendine aks ettirir çözümleyemiyorum. bir kovuk var ve bir ağaç evet buna şüphe yok. aynı anda aynı şeyleri yaptığım binlerce insan da var. peki bunu da unutmamalıyım ama neden? neden ben şuanda mum ışığında oturup bir yandan sigara içip bir yandan kolamı yudumlayıp ve bir yandan da bach dinleyerek bu şeyleri karalıyorum ve saat sabahın 5inde benim burda olmama sebep olan şey de nedir. bazen benim yaşantımın normalleşebilmesi için saatsiz yaşamayı düşünüyorum. her programın önüme sürekli değişen bir döngüyle gelmesini ve bana yazılmış olan bir evren istiyorum. buna gerçekten ihtiyacım var yoksa bu yaşayışlaa hiçbir yere varamayacağımı da biliyorum. her neyse her şey lafı güzaf anlatmaya devam edelim.

    bir çok yitikliğe sahne olan bu yer üstünde benim çevremde olanlar sizin de çevrenizde olanlar o yüzden olağanüstü şeylerden bahsetmek istemiyorum. ne demiştik şuanda yaptığım şeyi binlerce insan yapmıyor muydu zaten bunun neresi heyecan verici olsun ki. cinsellikte bu sınırlar içerisinde. bu istemsiz yere beynime sarmaşıklarla kazınmış anlayış maalesef yaşamımda çok büyük bir etki içerisinde. siz hiç sizinle aynı anda ölecek insanları düşündünüz mü? dilini bile bilmediğiniz bir havzada balık tutmakta olan bir insanla aynı anda ölmekten bahsediyorum. bu hiç mi törpülemedi düşlerinizi veyahut kadavra olabilmek için yaşadığımız bir hayatı sırf çekici olsun diye ötekiyle kandırdığımız? her şeyin başı oldu bugüne kadar aynı anda binlercesinin aynı şeyleri yapma ihtimali. yazarlık da bunun için vardı bundan yıllar evvel ve hala. bir insanın içinde kendinizi bulduğunuz için sırf o istemsiz hastalıklı ruhlarınız bir an olsun rahata ersin diyeydi tüm olanlar; sevgililikler, fingirdeyişler, aldatışlar, yalnızlıklar, korkular. peki mutlak olan doğru neydi? mutlak olan bir gerçek var mıydı evrende ki ben bunu düşünerek zaman kaybetmekteydim. ölümler bile yalnız değildi böyle baktığımızda; istisnaları aklından geçiren insanların uçak kazalarında öleceğini bilmek gibi bir şey aslında benim bu yaptığım. çıkmazlarımın içerisine çekerek, daha da karartarak beyinleri genişletebilir miydim beyinleri? acaba evren de bunun için mi genişlemekteydi bir çıkmaz bulamadığı için?

    insan yürüdü, konuştu, önce düşündü, hep düşündü, okudu, okuyamadı, çalıştı, okudu, yazdı. büyüdü. yaşadı. herkesin istisnasız herkesin yaşadığı kırılma noktaları hangi eğrinin eğiminin tanjantıydı bilemiyorum lakin kırılma noktaları kader dediğimiz olgunun paralel evrene uyarlaması olabilir miydi? bizden bağımsız yaşanan binlerce dünya düşünelim. oh olamaz çok ütopik düşünemiyorum diyen dostlarımıza geliyor; lütfen daha fazla okumadan kitabı en yakın gaz ocağında yakın. her neyse, bir seçim yaparsın kırılma noktalarında ve bir senden bağımsız yaşanan dünyanın kollarına atılırsın kim bilir bu şekilde senin hayatında var olan ve geçmişte de aynı hayatları farklı dünyalarda yaşayan insanlarla karşılaşman durumunda harmanlanacak olan zaman kavramıyla birlikte ki aynı anda yaşadığın zaman kavramı da farklı insanlar için farklı sonuçlar yani farklı kırılma noktaları doğuracağından onların hayatlarının seninkiyle buluşma ihtimali falan filan derken inanılmaz bir matematik denkleminin içerisinde olduğunu bir düşünsene dostum! bu tam bir fiyasko. ya da bu gerçek! düşünebilmek için buradayız ve burada yazılan her şey düşünmeye yönelik adımlar olduğundan dolayı düşünelim ya olsaydı? yaratan çok zeki. o bir matematik dahisi. matriks de kanımıza burada karışmış olmalı işte.
hesabın var mı? giriş yap