50 entry daha
  • bizim anladığımız elitizm üzerine bir tartışma: elit/entel sanılma korkusunun bertarafı üzerine bir deneme

    keşke, bir kavram karmaşasının içine doğmamış olsaydık da gerçekten elitizm üzerine, bir kavram olarak elitizm üzerine, konuşabilseydik. elitizmin aslında bir yönetim biçimi önerisi mahiyeti ile ilgili tartışmalar yürütebilseydik ve sonra da olaysız dağılabilseydik. ne yazık ki elit, elitist, entel vb. kullanımlar, “seçkinlerin iktidarı”na minik bir referansla sınırlı kalan, daha ziyade kişileri hedef alan birer suçlama olarak lanse ediliyor günümüzde. elit kime denir, seçkin nedir, üstünlük mutlak mıdır ya da doğuştan mı gelir sadece gibi tartışmalara hiç bulaşmadan; herkes cuma namazına giderken kütüphaneye gitmeyi tercih eden kişi direkt olarak elitlik payesine layık görülüyor. peki, bu durum bize ne söylüyor? herkesin kendi gerçeğinden yola çıkarak kurguladığı bir elit, elitizm olduğunu. anadolu’da, yer sofrasında değil masada yemek isteyen birisi elit iken; şöyle çankaya’ya doğru uzandığımızda, “yemek yerken kollar masaya temas etmemeli” diyen kişi elittir. dolayısıyla, olayın algılanma biçiminde gözle görülür bir sınıfsallığın hâkim olduğu gayet açıktır. aysun kayacı ile bir çobandan ibaret modelde, manken olan elit iken; aynı modele yetkin bir akademisyen daha eklendiğinde kimin elit olduğunun cevabı değişmektedir. işte tam da bu nedenle, olaya ilk basamağından başlamak gerekliliği doğmaktadır. bu yazımızda, elzem bulduğumuz o ilk basamak: elitizmin çok uzakta olup olmadığı, elitle halk arasındaki mesafedeki absürtlüğün çözümlenmesi olarak teşhis edilmektedir. anlaşılacağı üzere, bu metin, seçkinlerin iktidarı gibi bir perspektifi yok saymaktadır konu özelinde. kavramın çıkışı o olsa da “henüz söz konusu noktaya gelmek için erken” düşüncesinden dolayı. öyleyse, daha fazla uzatmadan başlayalım.

    ilk başta, “yahu bu halk neden okuyana düşman, neden elit olmayı kabahat gibi algılıyor” diye sorup şaşırmanın, eblehlik, hımbıllık ve de tombulluk olduğunu belirtmeliyiz. türkiye’de her şeyi, “tebaa” kültürü ile birlikte düşünürseniz, çoğu şeyin aydınlandığını fark edersiniz. osmanlı mirası olan tebaa kültürü, şunu emreder: herkesin kul olduğu yerde, kula düşen en biricik hedef de en sevilen kul olmaktır. böylece, hem öldürülmezsiniz her şeye muktedir olan tarafından, hem de padişahın sevgili kulu olursunuz. dolayısıyla, köle ya da tebaa kültüründen yeşeren tavır, kişinin kendisini parlatması, yani satmasıdır. cumhuriyetle birlikte, tebaa yerine yurttaş, kul yerine birey kavramları oturtuldu ama kültürel mirasın üstesinden nasıl gelinebileceği ya hesaba katılmadı ya da hesaba katıldı ama bu hedefe erişilemedi. çünkü kendini parlatmanın, insanın kendisini satmasının, tamamen köle ahlâkı ve kültürüyle açıklanabilecek olan bu içsel bozukluğun tek açıklaması, osmanlıdan gelen tebaa kültürü mirasıdır. elitlerin, entellerin, okuyanların sevilmemesinin en büyük sebebi; ne yaparsanız yapın, her şeyin bir kendini pazarlama aracına dönüşmesinin kaçınılmaz olmasıdır. çünkü bütün bir ülke insanına sirayet etmiş bu zehir, ortada öyle bir şey olmasa da sanki varmış gibi algılanmasını beraberinde getirmektedir. ve çünkü herkes bunu yapmaktadır ve yorumlar da kişilerinin kendilerinden yola çıkması sonucunda gerçekleşmektedir. adam ya da kadın, okuyorsa kendisine değil, işte ailesine, çevresine rüşt için okuduğunu içselleştirmiş biçimde okuduğundan, herkesin de böyle bir sistemle hareket ettiğini düşünmektedir. dolayısıyla, bütün bir ülke olarak, insana değil, kimin kendisini nasıl pazarladığına bakmaktayızdır. işte tam da böyle bir noktada, en hoşa gitmeyecek olan şey nedir değerli dostlar? çaba gerektiren bir şeyi başarmış insandır. coğrafya burada devreye girmekte, uyuşukluğun, kolay yolun en doğru seçenek gibi görülmesine neden olan iklimden dolayı kimse çaba sarf etmek istememekte iken bir bozguncunun işleri bozması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. bu nedenle, her şeyin bir pazarlama olarak görülmesinden dolayı, çabalamış ve öğrenmiş olan entel, sanki bununla tüm cahillere şekil yapıyormuş gibi bir algı peyda olmaktadır. işte okuyanın sevilmemesinin başlıca nedeni budur.

    olayı irdelemeye devam ettiğimizde, hem komik hem de tuhaf sonuçları görmemiz kaçınılmaz olacaktır. çoğunluğun aksine okuyan ve bilen/öğrenen entel, ister istemez kendi sosyal alanını daraltmış olmaktadır. dostoyevski üzerine konuşabileceği insanları aramakta, bulabilirse, o nadir çevre ile kontak kurmakla yetinmektedir. ister istemez halktan ya da kitleden uzaklaşmaktadır. bu manzaraya halkın ya da kitlenin gözünden bakıldığında, o kahrolası tez doğrulanır gibi olmaktadır: “iki kitap okudu diye iyice götü kalktı bunun.” bu iki kutup, işte böyle kahrolası bir saçmalıktan dolayı, birbirinden adeta tiksinmekte, verili koşullara bir de nefret faktörü eklenmekte ve elit/entel ile halk/kitle arasındaki mesafe hesaplanmaya kalkılsa “sonsuz” bulunacak bir uzaklığı doğru uzanmaktadır.

    yalnızca türkiye’de olmadığını tahmin ettiğim ama bu topraklarda daha da kendine has şekilde filizlenen garabet ise şudur: elit ya da entel, eğer gerçekten öyleyse, belli bir maddi ya da konumsal güce erişmiş olmalıdır. kitlenin saygı duyduğu tek entel/elit, budur işte. tamamen tebaa kültüründen dolayı, kendisini güdecek çobanın kim olduğu seçimiyle bir ilgisi vardır bunun. eğer herkes bir kişinin gerçekten onları güdecek kadar elit/entel olduğunu düşünüyorsa, orada okumuşa bir saygı filizlenmekte; diğer türlüsünde, ne kadar okursanız okuyun, ne kadar elit denebilecek zevkleriniz olursa olsun, saygı yeşermemektedir. türkiye’de, halkın hoşlandığı elitlere/entellere bakıldığında, hepsinin kendisinden başka herkesi köpek yerine koyuyormuş gibi bir tavırla konuştuğu, insanları aslında sevmediğini hissettirdiği gibi nüvelere ulaşılmakta ve gerçekten de halk böyle elite can kurban demektedir. öte yandan, elit/entel olabilmiş ama belli bir konumu işgal edememiş talihsiz dostumuz, ne yaparsa yapsın, “iki kitap okudu” diye şımarmış bir yaratıktan daha fazlası olamayacaktır halk nezdinde. olayın komediye iyiden iyiye döndüğü noktayı yakalayabilmek için, az önce halkın gözünden baktığımız tabloya, şimdi elitin gözünden bakmamız icap etmektedir.

    “cahil” kitlenin, kendisini bir türlü adam yerine koymamasına içerleyen elit, şöyle bir olayları analiz ettiğinde, nerede bir “hepinizden tiksiniyorum orospu çocukları” tavrında ünlü, köşe yazarı, televizyona çıkmış akademisyen varsa onlara hürmet gösterildiğini, kendisinin ise diğerlerinden hiçbir eksiği olmamasına rağmen hak ettiği hürmeti göremediğini fark etmektedir. orada, bizim talihsiz entelimizde/elitimizde, “bunları sikeceksin, yoksa yaranamazsın” düşüncesi oluşmaya başlamaktadır. çünkü bir tebaa, ancak ve ancak korkutulduğunda, gücü gördüğünde ehlileşmektedir ve bunu gören elit, “büyüyüp doktor olacağım, anadolu’daki o saf, temiz, cahil ama içten insanlara umut dağıtacağım” düşüncesinden fersah fersah uzaklaşmaktadır. öte yandan, bir hazım sorunu yaşamakta, halkın bayıldığı “elitlerden/entellerden” daha evla olduğunu düşünmekte ve “benim neden flüdüm yok hulen” bokuna batmaktadır. tam da bu noktada, ortadaki saçmalıktan dolayı savrulan elit/entel, “abi ben de iyiyim lan, siz ilber’in peşinden gidiyorsunuz ama ben daha iyi açıklıyorum olayı, o sadece bilgi veriyor, ben yorumluyorum amına koyim, beni niye görmüyorsunuz lan” diye ağlamaktadır. onun bu kendince haklı yakarışı, karşı tarafta, “iki kitap okudu, kendini bir şey sanıyor lavuk” şeklinde algılanmakta, ortaya bir döngü çıkmakta ve allahın belası pespayelik, işte böyle her gün ve her gün yeniden üretilmektedir.

    halkın/kitlenin, enteli/eliti sevmemesi, az önce ifade ettiğim neredeyse matematiksel döngü ile vuku bulmaktadır. tam da bu noktada, yeşilçam filmlerinde empoze edilen, “çok param olacağına ağrısız başım olsun, aman çok para insanı bozar, vallahi en iyisi fakirlik, şuradan soğan getir de bunu kutlayalım” düşüncesine benzer biçimde, adam olmayı herkesten daha iyi bildiğini iddia eden tebaa üyesi, “okuyup da adam olmamaktansa, cahil kalırım daha iyi” diye düşünmektedir. karşılıklı tiksinti, tebaanın cehalete ve elit sanılmaktan korkmasından dolayı kabalığa sadakat geliştirmesine neden olmaktadır. tebaa üyeleri, kızlar okuyunca evlenmiyorlar önermesinden tutun, çok okumanın sonunun deliliğe varacağı inancına kadar bir skalada kendilerini onaylamakta ve neredeyse, “iyi ki cahilim, hayat ne güzel lan” demektedirler. işte tam da bu noktada, nihayet, elit zevklerin sınırlarına ulaşılmakta ve “işçisin sen işçi kal” prensibi devreye girmektedir. elitle arasına onur duyduğu bir mesafe koyan tebaa üyesi, viski içip de elit gibi gözükeceğine, iki tane bazuka votka ve enerji içeceği almayı yeğlemektedir. verdiğimiz örnek, türkiye şartlarından dolayı sizleri yanıltmasın, maddi olarak hiçbir sorun olmasa bile, tebaa üyesi, votka-enerjiyi, viski kültürüne yeğleyecektir. bunun bir örneğini, lcw mağaza müşterilerini analiz ederek de görebiliriz. üç yüz liraya halkın mağazasından giyinmekle, aynı paraya daha şık duran kıyafetler almak arasındaki seçimde, kitle lcw’yi tercih etmektedir. iyi giyinmek herkesin hakkı gibi kucaklayıcı slogana tav olmakta, üçüncü sınıf kumaş ile birinci sınıf kumaş arasındaki farkı hiçe saymakta, siktiğimin elitleri kazanacağına fakirin yanındaki müslüman kazansın şiarıyla, aynı paraya, belki iki değil üç pantolon almayı tercih etmektedir. kullanım değeri olarak eşit bir noktaya yerleşen bu tavrı, onurla kucaklamaktadır. dolayısıyla, kültürlenmeye, adabı muaşerete, kendi gerçekliğiyle sınırlı bir pencereden baktığında elit gibi gösteren ne kadar şey varsa hepsine cephe almaktadır. bir işçinin, “işçiyim ben işçi kalayım” demeyi bırakmasıyla birlikte, pekâlâ zevkli bir yemek kültürü, içki kültürü, okuma kültürü kazanabileceği, böylece rafa kalkmış olmaktadır. gerçekten de yeşilçam filmlerinden ibaret bir algı, maalesef sadece hüküm sürmemekte, her geçen gün daha da içselleşmektedir: “elitim ve bu yüzden orospu çocuğu gibi davranıyorum, ha ha ha, viskime buz getir uşak efendi, az önce çıktığım tuvaletin sifonunu da çek derhâl!” uşak ise, elite bakmakta ve “iyi ki uşağım lan, böyle orospu çocuğu olacağıma uşak kalırım” demektedir. yine ve yeniden kahrolası bir döngü hissedilmekte, elitin oğlu/kızı elit olurken; uşağın da çocukları yine uşak olmaktadır. gözle görünmeyen, yasalarla belirlenmemiş bir kast sistemi, istisnalar dışında sürmekte ve olay bombok bir yere doğru gitmektedir.

    elit sanılma korkusunu bertaraf etmeden ilerlemenin mümkün olamayacağını, bu metnimizin tezi olarak ortaya atmamızın ve hatta fırlatmamızın zamanı geldi. “yusuf, haydi gel kumar oynayalım, kızlara laf atalım, çekirdek kola yapalım, kuş vuralım istersen böhühühü” çağrısına, aslında bir bergman filmi izlemek isterken, sırf elit sanılmak korkusundan dolayı karşı koyamayan talihsiz yusuf, talihsiz bir yusufçuk olarak kalmak istemiyorsa, elitle/entelle arasındaki mesafeyi kapatmaya oynamak zorundadır. elit sanılma korkusundan dolayı birayı bardaktan değil şişeden içen yusuf, gerçekten bir bira içme deneyimi kazanmak istiyorsa, o kahrolası korkuyu bertaraf etmek zorundadır. işte elit zevkler, aslında bu kadar yakındır. uzaklık, tamamen osmanlıya dayanana tebaa kültüründen kaynaklanan ve metinde yeterince açıklanan, resmen bir insanlık komedisinden farksız durumlardan ileri gelmektedir. neredeyse her evde ve telefonda internetin olduğu bir çağda, “iyi bir müzik, iyi bir edebiyat, iyi bir film zevkim olsun, içki ve yemek kültürü nedir, kahve kültürü nedir, öğreneyim, bileyim” demek ve en fazla altı aylık bir bocalamanın ardından “elit” diye tükaka ilan edilen zevklere ulaşmak, sanıldığı kadar uzak değildir yani. kursa gidecek param yok demek yerine, spikerlerin telaffuzlarına şöyle birkaç gün dikkat edip uygulamaya çalışarak düzgün bir diksiyona kavuşmak uzak değildir. -biraz dinlediğinizde, “yapacam” yerine “yapıcam”, “gidek” yerine “gidelim” ya da “gidicez”, “değil” ya da “değel” yerine “diyil” dediklerini duymak mümkündür.-

    elit/entel/elitizm, seçkinlerin iktidarı mahiyetinden arındırıldığında ve bu topraklardaki garabetle birlikte düşünüldüğünde, daha fazla üzerine düşünülmesi gereken bir edim olarak karşımıza çıkmaktadır maalesef. işçisin sen işçi kal anlayışını yıkmanın anahtarlarından birisi olma hasebiyle, elitizmi kucaklamak neredeyse elzem bir konum işgal etmektedir. bizim asıl sorunumuz, esasında çaba sarf etmeye duyulan tiksinti de değildir çünkü. yinelemek gerekirse, biz, elit sanılmaktan korkmaktayızdır. dolayısıyla, elit ile neyi bağdaştırmışsak hepsini itmekte ve kendimizden uzaklaştırmaktayızdır. içten içe “ulan işçi kalmamalıyım” demekteyiz ama pratikte “işçi kalacağım amına koyim” sonucuna varan tavrı kucaklamaktayızdır. eğer bir seslenme tadı yakalamamız gerekirse: elit sanılma korkusunu bertaraf edin, batıyı ya da elit sandığınız kişileri taklit etme tuzağına asla düşmeyin ve neyi seviyorsanız, onun kültürünü, kendi meşrebinize uydurarak, tamamen size has biçimde yerleştirin. böylece, ileride bir şekilde çok paranız olduğunda, günümüz islamcıları gibi, ele güne rezil olmazsınız. elit sanılmaktan korkarken, görgüsüzlüğün kapısını da aralamış olduğunuzu fark edebilirsiniz. bira icelim, mamak tuzluçayır semalarına yolladığı pink floyd tınıları eşliğinde bildirmekten onur duyar.

    “eşsiz bir yolculuğa çıktım sessizliğimiz boyunca
    anladım ânın geldiğini
    geçmişi yok etmek ve yaşama geri dönmek için.”

    filtre kahvemi size kaldırıyorum çocuklar.
30 entry daha
hesabın var mı? giriş yap