• kayıp coğrafyasında
    dolaşırdım şiir ülkesinin
    her şey bir başkaydı
    gözyaşlarım papatya

    sesim yitik bir ülkede kaybolmuştu oysa
    ve papatyalar akardı gözlerimden
    ağlardım

    sonbahar kirli sakallı bir ihtiyardı
    mevsimin sarı yeleli sırnaşık rüzgârı
    diş bilerdi o en güzel dünyaya
    tomurcuktaki yaprağa

    mevsimler taşırdım
    uzun yolculuklardan
    şiirimin kayıp coğrafyasından

    papatyalar akardı gözlerimden
    gülüşlerinin sonbaharında ağlardım

    bulutlar arardım arınacak
    yıldızlarımı alırlardı
    kaybolurdum

    kirliydi hep yağmurlar
    gülüşlerinin sonbaharı bir şemsiyeydi
    sığınır ağlardım

    ulaş nikbay
  • gülüşlerinin sonbaharında ağlardım.

    bir ömer şişman değerlendirmesi:

    //gülüşlerinin sonbaharinda ağlardim...(1)

    başlarken

    bir sunu/şiir ile başlıyor kitap. okuyacağımız diğer şiirler boyunca sıkça karşımıza çıkacak olan "zaman" ve "ölüm" motiflerini barındıran bir şiirle...

    sunu

    daha mavi rengini çekmeden yüreğinden
    bir dize daha getirecek avuçlarında ozan

    kendisiyle yüzleşecek insan ve utanacak
    zamandan, yaralarına kabuk bağlatandan

    soyacak gereksiz giyinmişliğini kalbinin
    sorgusuzluktan, öylesine yaşamaktan

    karanlıklar tutuşturacak ömrünün alevini
    yalandan, o çarkın yalanından dolanından

    tadına varacak ölümün belki bir zehirden
    yılandan, ona hiç dokunmayan yılandan

    sunu'da ulaş nikbay şiirinin bazı karakteristiklerini görmek mümkün. birincisi, nikbay'ın verili kalıplarla hemen hiçbir sorunu yok: `zaman'ı 'yaralara kabuk bağlatan' (sunu) 'bir kovalamaca' (emrah adını is(y)anbul'a çevirmiş), 'hep kazanan bir zindan' (yürüyüş), 'kapısını yüzüm(üz)e kapatan' ((on)uncu nokta) dipsiz bir şey olarak görüyor en fazla. ya da öyle okuyor. zamanın çizgisel ya da döngüsel olması veya uzam umurunda değil. uzun uzadıya araştırmaya yanaşmıyor zamanın neliğini. zaman sadece şiirde yer alabilecek bir keder motifi. hemen her şey gibi o da şiirin öznesine karşı. ağlarını örüyor, başkaca yaptığı bir şey yok. sözgelimi hasan ali toptaş bin hüzünlü haz'ın yedinci bölümünde aynı uzamda yaşanmış farklı zamanları/anları tek bir anda betimleyerek zamanı da uzamı da imgeleştirir. mekâna dair tasarımlarında da benzer tercihleri söz konusudur: sözgelimi bir kenti anlatırken devasa bir apartmanın her bir penceresinden görünen görüntülerin birleşiminden oluşacağını varsayarak, kentin ancak bütün pencerelerden aynı anda bakabilen biri tarafından görülebileceğini öngörür. mekân da zaman gibi bir figür olmaktan öte işlenecek bir şeydir. sanırım hasan ali toptaş'taki deneyciliğin binde birini olsun bir şair adayında aramak yanlış değil. ulaş nikbay'ın şiirlerinde zaman veya mekânın şiir öznesine etkiyen yanları, öznede yol açtığı hasarlar ve özneyi ilişkisiz kılması dışında onlara nüfuz edemiyoruz. kaldı ki bu hasarın anlatımı da sonuç bildiriminden ibaret çoğunlukla. şiir öznesinin ilişki ve ilişkisizliklerine sonra geleceğim, nikbay'ın şiirlerindeki `yazgısı' (bu da ulaş nikbay'ın sevdiği, sıkça kullandığı kelimelerden biri) `zaman'ın yazgısından pek farklı olmayan bir şeye değinmek istiyorum öncelikle: renklere. şiirlerde yer alan renklerin de nikbay'ın hazırcılığından nasiplerini aldıklarını söyleyebilirim. siyah, gece siyahı; sarı, bira sarısı; beyaz, güvercin beyazı; yeşil, yaprak yeşili... aralarında ışımış gözlerinde mavinin bitmek bilmez gizemi dizesinde olduğu gibi daha az klişe bir şekilde şiirdeki yerini alanlar da var. aynı şiirde yer alan eski bir albümün sararmış yaprağı'nı, beyaz bir duvar ve onun kirli yüzeyi'ni ise ne kadar bildik bulup bulmayacağınız sadece şiir görgünüze bağımlı bir değişken.

    iki has şairle devam edelim. eliot'la başlıyorum: "yeniliği getirenler şu yönde, ya da bu yönde yeni bir şiir söyleyişi (idiom) geliştirirler (...) kuşkusuz hiçbir şiir ozanın konuştuğu ya da işittiği konuşmaların tıpkısı değildir. ama yazıldığı zamanın konuşmasıyla öylesine ilintilidir ki, dinleyenler, ya da okurlar `eğer şiir söyleyebilseydim, işte böyle söylerdim' diyebilirler. iyi çağdaş şiirlerin, belki daha büyük eski şiirlerden bize daha coşkulu ve doyurucu gelişi bundandır. öyleyse, şiirin müziği, çağının konuşma dilinde saklı bulunan müzik olmalıdır (...) bir sözcüğün müziği, eğer denebilirse, bulunduğu kavşakta belirir: ilkin hemen önündeki ve ardındaki sözcüklere, sonra geri kalan bağlamla ilişkisine dayanır bu."(2)

    ikinci alıntı turgut uyar'dan. şöyle diyor bir söyleşisinde: "bugün yazılan şiirde hiçbir çağdaş sözcük yok. şiir dilimiz 1930'ların anıştırmalarında kalmış, imge dağarcığı zenginleşmemiş, gene denize bakıp içleniliyor. dilde yeniliği `aşk'ı sevi yapmakla bir tuttuk. oysa önemli olan, aşk kavramını çeşitlendirmek, zenginleştirmek olmalıydı. galiba bugünkü kısırlık biraz da bundan. dile yaşayışla giren şeyleri yok saymamalıyız. hayatımızı zenginleştiren şeyler yok şiirde. sözü galiba şurada toparlayacağız: yaşadığın günün farkına varmak." (3)

    birbirine yakın tespitler. şöyle bir durup şiirin geldiği/geleceği noktayı imleyen her yazıda, tespitte benzer noktaları bulabiliriz. cemal süreya'nın ünlü "folklor şiire düşman" yazısında savladıkları da pek farklı değildi. şimdi ulaş nikbay şiirine biraz da buradan bakalım:

    "hiç dokunmayan yılan", "tadına varmak", "kabuk bağlayan yaralar", "yalan dolan", "diş bilemek", "vurgun yemek", "tetiğe davranmak", "el avuç açmak", "(yürümek) yazılmış künyemize" nikbay'ın şiirlerine belli bir şiir tutumunun belirlediği bir dönüşüme uğramadan, olduğu gibi giren donuk kalıplardan sadece birkaçı. eğer bunları yeni bir bağlamda bir araya getiremiyorsanız, ki bu çok güç, kendi sesinizi aramak gibi bir niyetiniz olmadığı gün gibi ortadadır. nikbay da öyle yapıyor. bir mirasyedi gibi kullanıyor klişeleri. oldukları gibi alıyor, öyle yerleştiriyor şiirine, hiçbir dönüştürme çabasına girmiyor. oysa bakhtin'in dediği gibi şair, üniter ve tekil bir dil ve üniter, monolojik olarak kapatılmış bir sözce fikrini kabul ettiği sürece bir şairdir. bu bağlamda toplumsal dil (olduğu gibi alınırsa) şiirle çelişir. şairin o dili içselleştirmesi, artık yeni bir şey yaratması gerekir. yazının başından beri alıntıladığımız örnekler hep bu dilsel çehrenin izinde zaten. nikbay'ın şiirlerine de buradan bakıyoruz. bu açıdan sadece klişe söyleyişleri dönüştürmeden şiirde kullanması değil, klişe metaforlara, imgelere bolca yer vermesi de göze batıyor: "kirli yağmurlar", "kan uykusu", "tutsak düş", "intihar kokan esmer geceler boyu saçlar", "aynı rengin tonunda buluşan benzer hayatlar", "durmaksızın kıyılara vuran hasret", "ırzına geçilmiş sokaklar" bunlardan bazıları. yeri gelmişken belirtelim, nikbay'ın birçok şiirde marazileşen sesi kimi şiirlerde attila ilhan'a yakınsıyor: "çıldırmış bir gece tokatlıyor beni"(viran kalıyorum), "seni kustum ciğerlerime tükürdüm gençliğime" (kadınlarımı aldın seviştin istanbul), "bir ayyaş gelip ırzına geçer o kaldırımın" (çökmüşse dizlerim) gibi örnekler çoğaltılabilir. ses arayışında olan bir genç şairin etki altında kalması çok fazla garipsenecek bir şey değil, ama görünen o ki nikbay, elinin hemen altındakileri, aralarından kendi sesini duyuramayacak şekilde yan yana getiriyor. bu noktadan kendi sesine ulaşabilmesini, yeni bir şiir yaratabilmesini beklemek hayalcilik olur.

    eksilen çağrişimlar

    nikbay'ın şiirlerindeki bir başka rahatsız edici yön çağrışım eksiltici boyutu. genç şair birçok şiirde imlediği şeyi başka söyleyişlerle tekrar sunarak şiirini yoksullaştırıyor:

    kayıp coğrafyasında
    dolaşırdım şiir ülkesinin
    her şey bir başkaydı
    gözyaşlarım papatya

    sesim yitik bir ülkede kaybolmuştu oysa
    ve papatyalar akardı gözlerimden
    ağlardım

    (...)

    papatyalar akardı gözlerimden
    gülüşlerinin sonbaharında ağlardım

    bulutlar arardım arınacak
    yıldızlarımı alırlardı
    kaybolurdum

    kirliydi hep yağmurlar
    gülüşlerinin sonbaharı bir şemsiyeydi
    sığınır ağlardım

    denklem baştan kurulmuş: her şey bir başka, gözyaşları papatya. bu bilgiyle geçiyoruz ikinci aşamaya. öznenin gözlerinden papatyaların aktığını öğreniyoruz ardından. sizce ne olabilir akan?.. evet, gözyaşı olabilir. nikbay da diretken bir biçimde "ağladığını" söylüyor zaten. bir ihtimal daha var: gözlerinden papatyalar akmasına (ağlamasına) ağlıyor olabilir. ya şiirin sonu. ille denklem kurarak mı gidilmeli. gülüşlerinin sonbaharına sığınır ağlardım dese, son iki dizeden şemsiye'yi çıkartsa şiir ne kaybeder ne kazanır bir düşünmeli.

    bu şehirde geceleri naylon poşetlere koyarlar
    o poşetleri çocuklar solur
    geceleri tinerdir ve küftür solunan

    ilk iki dizenin tinerci çocukları çağrıştırabileceği apaçık. hal böyleyken geceleri tinerdir ve küftür solunan diyerek çağrışıma kelepçe vurmanın anlamı ne? ayrıca şiirin ritmini katleden gereksiz bir "dir" (tinerdir) var bu dizede.

    alıntılayabileceğimiz birçok örnek var. sözgelimi "derin yalnızlığımdan" ya da "dipsiz yalnızlığımdan" demek yetmiyor nikbay'a, "derin dipsiz yalnızlığımdan" diyor. dipsiz olan, yeterince derin değilmiş gibi...

    biçim oyunlari

    kitaptaki birkaç şiirde pek de özgün olmayan biçim oyunları var. fakat bu da kör gözüne parmak bir biçimde. sözgelimi "benim adım yazılır":

    karatahtaya beyaz tebeşirle yazılır
    yazmasam kalbim tetiğe davranır

    'ansızın' bir papatya haykırışta yargılanır
    'geceden' sabaha bir yol ansızın kapatılır
    'sokaklar' satılır başka bir kente, beleşine!
    'çalınır' ve kırılır oyuncakları çocukların

    'ansızın geceden sokaklar çalınır'

    'kalbim' bir uzak hüzünde kıvranır
    'uzak' bir gidiş düşer ömrümüze
    'bir' yol! sonra ansızın bir yol kapatılır
    'düş' tutuklanır bu en mağlup savaşta
    'büyütür' özlemini bu kent de sabaha

    'kalbim uzak bir düş büyütür'

    kalbim uzak bir düş büyütür'ken'
    ansızın geceden sokaklar çalınır
    karatahtaya beyaz tebeşirle
    benim adım yazılır

    (italikle harflerle yazılan kelimeleri tırnak içine aldım, word'deki gibi aktarılamadığı için. son bölümdeki 'ken' için de aynı şey geçerli: word dosyasında kırmızı renk, ama buraya o şekilde aktarılamadığı için tırnak içine aldım) son bölümdeki "ken"i ben kırmızı yazdım. birazdan oraya geleceğim. öncelikle, şiirde kurgulanmak istenen simetri belli: tek başına duran dizeler, kendilerinden önce gelen dizelerin ilk kelimelerinin art arda dizilişinden oluşuyor. iyi de hem o ilk kelimeleri hem de onların art arda dizilişinden oluşan dizeleri italik harflerle yazmak niye? okurun bu gizi (?) fark edemeyeceği, çözemeyeceği mi düşünülüyor. şiirin son bölümünü formüle edersek geriye doğru bir gidiş var. daha önce italik harflerle yazılmış iki dize, şiirin ilk dizesi ve şiirin adı şiirde yer alış sıralarına göre sondan başa sıralanacaklar. ama nikbay bakıyor ki öyle bir sıralamayı yapsa da oluşacak dize toplamının pek bir anlamı olmayacak, büyütür yerine büyütürken'i seçiyor, karatahtaya beyaz tebeşirle yazılır dizesindeki yazılır'ı da çıkarıyor. kurguladığı simetri gereği son dizeye gelecek olan benim adım yazılır ile sıkıcı bir tekrara yol açmasın diye sanırım. en azından şiirin adı yazılır benim adım konulsaydı ve kurgu gereği şiir bu dizeyle bitseydi, nikbay'ın şiir ilerledikçe eğittiği(?) okur son dört dizedeki ilk kelimelerden, aldığı eğitim doğrultusunda ve anlamlı bir sonuç çıkarırdı: kalbim ansızın karatahtaya yazılır.

    mum aşk şiirinde de benzer bir durum söz konusu. her harfin bir dize olduğunu varsayın, şu şekilde formüle edilebilecek bir şiir:

    d/xyzt/cd/prsg/bcd/hjkl/abcd

    anlaşılabileceği gibi şiirin son dörtlüğü üzerine kurulu bir espri var. önce son dize, sonra son iki, son üç, derken dörtlüğü okuyoruz. ama bu esprinin anlaşılamayacağı düşünüldüğünden olsa gerek a,b,c ve d dizeleri kalın harflerle (bold) yazılı. evet, nikbay "açıklayan şiirler" yazıyor. fazlasıyla... bu tutumu saldırgan nedensellik gibi bir tespitle nitelendirebilir miyiz acaba? todorov örtük nedensellikten bahsediyordu(4), nikbay'ın şiirlerinin birçoğunda ise herhangi bir estetik tasarımı olmayan, bir bakışta görülebilecek nedensellikler var, bunları sanki çok zor çözülebilirlermiş gibi teşhir etmesini anlayamıyorum.

    ulaş nikbay'in şiirlerinde öznenin halleri

    özne genellikle edilgen, kuşatılmış. fakat kendisini kuşatan şeylerin dökümünde bir turgut uyar şiirindeki kışkırtan tavır yok: poetik bir amacın belirlediği bir şey değil bu sayım döküm. daha çok bir çeşit gençlik hezeyanının, suçlayacak şey bulamamanın tezahürü. sonbahar, sarı yeleli sırnaşık rüzgâr, martı leşleri, haliç'in karanlığı vb. karşı özneye, onlar yıpratıyor. bir de 3.tekil/çoğul şahıslar: "ne çok kuşatılmış", "ne çok vurulmuş", "önündeki bir yol ansızın kapatılmış", "karatahtaya beyaz tebeşirle onun adı yazılmış", "her adımının karşılığını kaçamak bir bakışla almış" bir özne bu. bütün bunlar olup biterken yüzünü döndüğü biri var: sevdiği. "irzına geçilmişken hayatın/her şey ellerimden kayıp giderken/o yokuş yüklü anılarım kovalarken/sorgusunda yorulurken içimin/acıdıkça kanarken, kanadıkça ölürken/ölümlerden ve dirilişlerden/herkesten ve her şeyden/hâlâ çokça bahsediyorken/sen benden neyi esirgeyeceksin" dediği sevdiği/sevgilisi. bu dizelerdeki iç gıcıklayıcı marazilik, çağrışım eksiltici boyut, gereksiz tekrarlar vs. üzerinde durmayacağım, hemen her şiirde var olan bu özellikler üzerinde gereğinden fazla durup, yapmaya çalıştığım çözümlemeyi sıkıcı hale getirmek istemiyorum. buradan bir başka şiire çengel atmayı amaçlıyorum, o niyetle alıntıladım yukarıdaki dizeleri. kitabın dört bölümünden ikincisine adını veren bu şiir kadınlarımı aldın seviştin istanbul. böyle bir başlık sonrası tek umudunuz şairin bir tersinlemeyi kurgulamış olması. ama öyle değil. nikbay basbayağı istanbul'a kızıyor kadınlarını aldığı için. evet, nikbay'ın öznesi ne kadar edilgense kadınlar da o özne için o kadar edilgen. cinsiyetçi ideolojinin(5) sevimsiz sesinden başka bir şey değil kadınlarını alıp sevişen istanbul'dan dem vuran öznenin sesi. böyle bir özneye kadını kaybetmek bile yakışmıyor: kadın, dahil ettin işte kendini/içimin uçurumlarında kaybettiklerime diyerek paylayacağı bir şey olsa olsa. okura seslenişi de es geçmemeli bu arada:

    sur diplerinde çürümüş hayatın ipi koparken
    ve gömülürken şehrin batağına onur
    okur!

    (ey okur!)

    kaldırım kadar soğuksa dizelerim ve
    çökmüşse dizlerim bir koca yenilgide
    kül edip savur beni ben bir `hiç'im!

    okur belki beni bir martı
    ha külümden ha leşimden

    metinler arası bir gönderme amacı mı var, ilk bu soru geliyor aklımıza. öyle ya, baudelaire de hypocrite lecteur, -mon semblable-, mon frére! diyordu kötülük çiçekleri'nde. bu dizenin sırasıyla vasfi mahir kocatürk ve erdoğan alkan çevirilerini aktaralım:

    riyakâr okuyucu... benim eşim... kardeşim(6)

    iki yüzlü okur, -benzerim, -kardeşim(7)

    baudelaire, benjamin'in de belirttiği gibi yazıldığı dönem okur düzleminde başarı kazanma şansı olmayan bir kitap yazmıştır.(8) kendi okurunu arar, ona seslenir, kitabını kendine benzeyenlere ithaf eder. nikbay ise şunu demeye getiriyor: bu kadar kirin, yozlaşmanın içinde sen/okur benim çabamı taltif etmeyeceksen savur gitsin, onca şiirimi kaplayan martılardan biri okur belki beni, ha külümden ha leşimden. yani baudelaire'in dizesi üzerinden gidip şiirsel anlamda yeni bir şey yapmaya çalıştığı söylenemez. sözgelimi divan şiirindeki "ateşten denizlerdeki mumdan kayıklar" imgesini – sadece benim anımsadığım- behçet necatigil de vural bahadır bayrıl da kullanmıştır, ama "yeni" bir şey söyleyerek. nikbay'da böylesi bir tutum, arayış yok.

    nikbay'in şiirlerinde kent

    önceki bölümle bağıntılı açıklayabiliriz aslında şiirlerde kentin konumunu. kent/istanbul çokça sözü edilse de bir dolgudan öteye geçmiyor. yine sıklıkla özneye karşı olduğu imlenen bir şey. felek işte bir bakıma. kenti alışılmışın dışında açımladığını ileri sürebilir nikbay. şiirlerinde yer alan martı leşlerini, çöplükleri, tinerci çocukları, çürüyen şehri örnek vererek kentin bu yönüyle şiirlerinde yer aldığını ileri sürebilir. oysa biraz dikkatli bakıldığında fark edilebilir ki, kent mesela şair sevgilisinin yokluğunu çekerken, sevgilisi şairin içinde kururken, şair yavaş yavaş çürürken bu çürümeye eşlik eden bir şey, bir dekordur yine. şair bu acıyla çürürken kendini vurduğu sokakların günlük güneşlik olması beklenemez. şair bakar ve "zaten bu şehir de çürümeye başladı" der. kentin çürümesinin şiire getirdiği şey budur. başkaca bir şey değil. o, sadece şairin duyumsayışına layık olamayan bir şeydir. ulaş nikbay okurla, kentle arasına gerekli mesafeyi koymak için sürekli hatırlatır karşımızda bir şair olduğunu. şairlik bir üniforma gibidir, giyip sokaklara çıkmak, kente o üniformaya yakışırlığıyla bakmak da yetmez, o üniformayı sık sık görmemiz sağlanır. bir çeşit hileli zar.

    özetle

    "yazmak bir cehennemdir" demişti ilhan berk. nikbay ise "beyaz bir güvercindi çığlık, kanadında tozu getirdi/yazma tozunu yuttum, vardım cehenneme" diyor, yani kesinlikle zenginleştirmiyor. "yâ rab, bu gece yılan mı yuttum?../şeytan mı yedim, perî mi tuttum?../(...)/yazdıkça mürekkebi kuruttum;/her bir sözü kendime okuttum./bir şey diyecektim âh unuttum!.."(9) diyen abdülhak hâmid'in abartan öznesine yakınsıyor sadece. yeri gelmişken şunu da belirtelim, hâmid mesela "doğmuştu o meh on üç yaşında"(10) mısrasının altına "doğmuştu o meh –yâni- gelmişti bana demek olacak" dipnotunu düşmesine rağmen "ölsün, fakat etmesin teverrüm."(11) mısrasının altına "burada teverrüm etmeden ölmesi temenni olunan kim olduğunu izaha, yahut teşhire lüzum yoktur. çünkü izah etmemek daha ziyade gösterir." dipnotunu düşüyor. bazı dipnotları okurun alımlama gücüne dair kuşkuları/kaygıları olduğunu düşündürse de şiir üzerinde böyle kararlara da varabiliyor. yazının başından beri ulaş nikbay'dan örneklediğim dizelere, şiirlere bakıyorum. tekrardan sıkılıp aktaramadıklarım da var. sözgelimi funda besler'e yazılan bir akrostişte funda besler'in adını oluşturan harflerin kalın harflerle (bold) yazılması. ya da birden geldi/ansızın geldi/ha bire geldi dizelerindeki sıkıcı tekrar. ağsuzun/ansızın, "âni olarak, birdenbire" anlamına geldiğine göre(12) böyle bir tekrarın anlamı ne?.. kayda değer, kurgusal bir tercih amacıyla yapılır, anlaşılabilir, ama öyle bir durum da yok. abdülhak hâmid mi daha genç ulaş nikbay mı bir düşünmek gerek. iyice.

    son olarak: ödüller üzerine bir çift laf

    ödüllere katılmak ödül jürisinin erkini kabul etmek anlamına geliyor çoğu kez, pek sevimli bulmuyor ve katılmıyorum. bir yapıtı değerlendirirken kıstas olarak aldığım bir şey de değil. fakat bu tutumum, ödül alan kitapların jürilerinde kimlerin yer aldığını umursamadığım anlamına gelmiyor. tersten okursak, siz bir dosyaya ödül veriyorsanız onu olumluyorsunuz demektir, bu açıdan bakınca kimlerin olumladığı ilgimi çekiyor. ulaş nikbay'ın dünya kitap 9. şiir ödülü birincisi olan kitabının jürisinde şu isimler yer alıyor: şükran kurdakul, sait maden, haydar ergülen, tuğrul tanyol ve faruk şüyün. açıkçası, önlerine gelen dosyayı okudular mı, okudularsa ne gibi estetik unsurları gözeterek böyle bir karara vardılar merak ediyorum. faruk şüyün'ün şiir görgüsünü bilmem –pek umutlu değilim, o ayrı- ama kalan dört ismin, böyle bir dosyayı olumlamanın en başta ulaş nikbay'a yapılacak bir kötülük olduğunu düşünmeleri, bu sorumlulukla davranmaları gerekirdi. sahi, yıllar yıllar önce, genç şairi öldürdüğümüzden bahseden, tuğrul tanyol'du değil mi?..

    ömer şişman

    (1) ulaş nikbay, gülüşlerinin sonbaharında ağlardım, dünya yayınları, istanbul, ekim 2002

    (2) t.s. eliot, denemeler, remzi kitabevi, istanbul 1988, s.34,35

    (3) f. özgüven, "turgut uyar : hangi soruyu niye", yazko somut, şubat 1983, sayı 27

    (4) "bir anlatı nedensel bir düzen uyarınca örgütleniyor ancakörtük bir nedensellik taşıyorsa, potansiyel okuyucuyu anlatıcının yapmaktan kaçındığı şeyi tamamlamaya zorluyor demektir." (tzvetan todorov, poetikaya giriş, metis, ekim 2001, s.83)

    (5) bu konu üzerine düşünmek isteyenlere özellikle akif kurtuluş'un kirpiler, horozlar ve kartallar/cinsiyetçi ideoloji ve şiir (akif kurtuluş, harita metod defteri, kasım 1999, s.140-156) yazısını okumalarını öneririm

    (6) elem çiçekleri, çev. vasfi mahir kocatürk, buluş yayınevi, ankara 1957, s.21

    (7) kötülük çiçekleri, çev. erdoğan alkan, varlık yayınları, istanbul 1999, s.15

    (8) walter benjamin, pasajlar, yapı kredi yayınları, istanbul 2002, s.202

    (9) makber, abdülhak hâmid, kanaat kitabevi, istanbul 1948, s.85

    (10) a.g.e. s.54

    (onbir)a:g:e: s:otuzüç

    (oniki) tarihi ve etimolojik türkiye türkçesi lügatı cilt bir; andreas tietze; simurg ikibin iki//

    iç. şiirpostası / 16809 - 4 mart 2003 ayrıca bkz. şiirpostası / 16824 - 5 mart 2003.
hesabın var mı? giriş yap