9 entry daha
  • latince de çok kullanılan veya geçen karşılığı insanlık olan kelime. humanitas, humanitatis (f)
  • çiğdem hoca'nın kabalcı'da üstlendiği görevin, serinin ana başlığı. işte açıklaması hocanın:

    doğarken,

    eski dünyanın kültür hazinesi yunan ve latin klasiklerine meraklı olanlar, loeb klasik serisinin homeros’un korularını andıran yeşil ciltli yunanca kitaplarını, vergilius’un güneşli gökyüzünü andıran kırmızı ciltli latince kitaplarını çok iyi tanır. bu klasikler 1912’den beri yunanca-ingilizce ve latince–ingilizce olarak yayımlanır ve birçok klasik baskının arasında özgün görünüşleriyle kütüphane raflarında başka türlü ışıldar.
    bir çeviri kitap serisinin başlangıcından itibaren, kesintisizce, hatta katlanarak günümüze ulaşması ve kendine olanca güveniyle geleceğe göz kırpması, en önemlisi de yansıttığı kültürle özdeşleşerek klasikleşmesi, insanın en hayal girişimlerinden biri olsa gerek! bir çevirmenin, bir okuyucunun, bir yayımcının bundan başka ne özlemi olabilir! ya da bir klasik yazarın yüzyılların arasından taşıp gelen heyecanına daha başka nasıl ortak olunabilir!
    edebiyatımızda çeviri ırmağına, yunan ve latin klasiklerinin belli bir program çerçevesinde katılması ve ilk ciddi örneklerinin yayımlanması, dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel’in girişimiyle kurulan ve 28 şubat 1940 yılında ilk toplantısını gerçekleştiren tercüme bürosu’nun yoğun çalışmaları sayesinde olmuş ve diğer dünya klasiklerinin yanında yunanca ve latince klasikler de dilimizde bizimle sohbete başlamıştır. ülkemizin yetiştirdiği klasik filologlar arasında özel bir yeri olan azra erhat, klasiklerin çevirilerine öncü olan tercüme bürosunun çalışmalarını kültürel bir çığır olarak değerlendirir ve 1975 yılında yeni ufuklar’da çıkan bir yazısında, o dönemde yüreğinde hissetmiş olduğu heyecanı adeta yeniden yaşayarak şöyle dile getirir:
    “ömrümde geçirdiğim büyük şoklardan biridir: 1939 sonbaharında birinci neşriyat kongresi toplanmış, 1940’ın başlarında da maarif vekaleti’nce tercüme ettirilecek klasikler listesi çıkmıştı. işte bu liste elimize geçince çarpıldım, göklere, yıldızlara merdiven dayanmış da biz o merdivenlerden yukarıya tırmanacağız gibime geldi. bir gün fakülteye giderken nurullah ataç’a rastladım:
    -nasılsın bakalım, kedi yavrusu, dedi kıs kıs gülerekten.
    kedi yavrusu derdi bana, bu deyiş de ustanın bir okşayışı gibiydi benim için.
    -heyecan içindeyim, nurullah bey, bu klasikler listesi ne? kim çevirecek bunları? başta homeros… sophokles, platon… daha kimler kimler, bunları türkçe’ye çevirtecekmişsiniz, olmaz ki çevirebilecek adam yok ki türkiye’de.
    -yok mu? görürsün. ilkin senden başlayacağız, hangisini seçtin bakalım?.....
    ……….
    tercüme bürosu, tercüme dergisi ve klasikler çevirileri türkiye’de bir çığır açmıştır….bu çığır kültür ve edebiyatımıza yenilik getirmekle, dilimizi biçimlendirmekle kalmadı, yayın hayatımızı da bir düzene soktu, bilimde metne ve somut gerçeğe dayanmasına yol açtı, dünya düşünü, yazını ve sanatı ile alışverişe koydu türk aydınını ve sanatçısını. yazara ve okura bir kitap ahlakı aşıladı.”

    azra erhat’ın içindeki çoşkuya, kültürel çığır olarak değerlendirdiği tarihe baktığımızda, sonra içinde bulunduğumuz tarihi ve yayımlanan yunanca ve latince klasik çevirilerinin sayısını düşündüğümüzde, aradan geçen yıllara hayıflanmamak elde değil! gerçekten, yunan ve latin klasikleri gibi görkemli yapıtların türkçe’ye çevirisinde 2005 yılına kadar epeyce bir yol alınmış olması, hatta bırakın çevirilerinin yapılmasını, bu klasikler üstüne cilt cilt yorumların yazılmış olması beklenirdi. ne yazık ki azra erhat’ın, nurullah ataç’a “bunları türkçe’ye çevirtecekmişsiniz, olmaz ki çevirebilecek adam yok ki türkiye’de,” şeklinde dile getirdiği kaygısı uzun yıllar haklılığını korudu ve başlangıç tarihinden bu yana ülkemizde bu konuda iyi niyetli başlayan her girişim maddi ve manevi nedenler yüzünden hep atıl kaldı.
    dünyadaki diğer örnekleriyle kıyaslandığında, ülkemizde yunan-latin edebiyat yapıtlarının belli bir yöntem ve program çerçevesinde, bir seri halinde ve iki dilli metinler olarak dilimize kazandırılmamış olması siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda çok boyutlu incelenmesi gereken bir sorundur. buna karşın, çıplak gözle eğilip kuyunun dibine bakıldığında, ana nedenlerin suyun üstünde yüzdüğü görülür: birincisi, ülkemizde bu iki kültür dilinin öğretildiği klasik filoloji’ye gönül veren kişilerin sayısı her zaman çok az olmuştur, ama daha önemlisi bu az kişi arasında değişik nedenlerden dolayı hiçbir zaman bir ekip ruhu oluşturulamamıştır; ikincisi, yayımlanan klasikler, birkaç ana örnek dışında, kendisindeki içkin değeri etrafına hissettiremediğinden, çevirmeni, okuyucusu ve yayımcısı arasında samimi bir bağ oluşturamamış ve dolayısıyla sürekliliğini koruyamamıştır.
    bu konuda, prof. dr. güler çelgin’in hazırladığı bibliyografya incelendiğinde, yunan ve latin klasiklerinin yayın dünyamızda yaşadığı dağınıklık açıkça ortaya serilir: kimi tam, kimi bölük pörçük, kimi dergilerde, kimi akademik tezlerde, başka başka tarihlerde, başka başka yayınevlerince, değişik biçimlerde ve yöntemlerde yayımlanmış bir sürü kültür malzemesi! dünya edebiyatından tercümeler, batı klasikleri, büyük klasikler, klasikler vs. başlıkları altında büyük bir heyecanla başlamış, ama bütün yunan ve latin edebiyatı düşünüldüğünde yoğun renk eksiklikleri hemen göze çarpan, hüzünlü bir çeviri tablosu!
    tablo’nun derinlerine dalıp her bir eseri tek tek incelemeye kalktığınızda ve bu bibliyografya’nın yayımlandığı 1996 yılından 2005 yılına kadar ülkemizde bu alanda yaşanan yenilikleri de göz önüne aldığınızda, birbirinin içine örülmüş ilginç durumlarla karşılaşırsınız. her şeyden önce, ülkemizde uzun yıllar bu edebi yapıtların çoğu, fransızca başta olmak üzere, ingilizce, almanca ya da italyanca gibi batı dillerine çevrilmiş örnekleri temel alınarak türkçe’ye aktarılmıştır. başlangıçta, yunanca ve latince bilen kişilerin sayıca azlığına, sonraki dönemlerde bu bilime kendini adayanların sahalarını zaman zaman sahipsiz bırakması eklenince, yazık, böyle sakil bir çeviri biçimi gelişmiştir. çevirinin çevirisi olan bu durum, dilimizde yunan ve roma dünyasına ait olmayan tuhaf bir terimbilim geliştirmiştir. çeviri sanatı, salt bir dilden diğerine aktarım olmaktan öte en başta bir kültürel alışverişse, yunan-latin klasiklerinin özellikle fransızca, ingilizce ve almanca’dan vs. çevrilen biçimlerinde hangi kültürle alışverişe girdiğimizi doğrusu iyice sorgulamak gerekir.
    yunanca ve latince gibi bugün konuşulmayan eski dünya dillerinin özgün metinden türkçe’ye çevirisi, yaşayan dillerin türkçe’ye çevirisinden çok daha zor ve çetrefil bir iştir. birer kavram hazinesi olan bu kültür dillerinin çevirisi, her şeyden önce o metnin yazarının yaşadığı dönemin dil özelliklerini, kendi özel üslubunu, mecaz anlamda kullandığı sözcükleri ve kavramları uzun uzadıya çalışmayı gerektirir. böyle bir çalışma yapılmadan özgün bir metnin bir başka yabancı dile çevirisinin türkçe’ye aktarılması, yunanca ve latince’nin kendisine özgü tınısını ve metnin içine sinmiş kültürel duyuşu yok eder, eskinin görkemi satırların arasından kayar gider, büyü bozulur. klasik yazarların adları bile yabancı dillerde kullanıldığı şekilde bilinir; bir anda koca aristoteles olur aristo, hatta aristotle, platon olur eflatun, söz ustası cicero, çiçero, ünlü komutan caesar da sezar! siz doğrusunu yazacak olsanız, bu kez yanlışı doğru bilen editörleriniz tutup yüzyılların epikuros’unu, vargücüyle epikür olarak düzeltiverir! olur da bir gün hades izin verir ve her bir klasik yazarı yeryüzüne gönderir, siz de onlara arkalarından seslenirseniz, hiçbiri size dönüp bakmaz bile, çünkü adları bu değil!
    ancak hemen bu noktada bir gerçeğin dile gelmesi ve belli bir haksızlığın önüne geçilmesi gerekir. bir başka batı dilinden dilimize aktarılan yunan ve roma yazarlarına ait eserler arasında bazıları vardır ki çevirmeni yunanca ya da latince bilmediği halde, çeviri yaptığı batı dilinin ve kendi dilinin bütün estetik oyunlarına hakim olduğundan, edebiyat dünyamıza adeta yepyeni eserler olarak katılmış ve vakit geçmeden toplumun beğenisiyle karşılanmıştır. aslında klasik bir yazarı başka bir kültürde okuma denemesi olarak değerlendirebileceğimiz bu çeviriler, önsözünde çeviri yapılan batı dilindeki kaynağı özellikle belirten, hatta bununla da yetinmeyip çeviriye konu aldığı özgün yapıtın yorum kitaplarını da sıralayarak çevirmeninin bilimsel kaygısını ve titizliğini hissettiren yapıtlardır. söz konusu çalışmaların dilimizi ustaca kullanma tekniklerinin, kendimizin yaptığı çevirilerde özgün metne sadık kalma adına yaptığımız hataları görmemize yardımcı olduklarını da itiraf etmeliyiz!
    bu türdeki çalışmaları özel bir alanda tutacak olursak, tablo’da bizi asıl üzen, yunanca ya da latince’den çevrilmediği gün gibi açık olduğu halde, önsözünde ya da bibliyografyasında yer verdiği özgün bir baskının adına sığınıp kendisine bu dillerden çevrilmiş havasını veren çalışmalardır. yunanca ya da latince’den türkçe’ye çevrilmemiş bir kitabın hali, sınavda arkadaşının kağıdına bakıp onunla aynı hataya düşen, ama her şeyden bihaber olduğundan o dersten geçtiğini sanıp etrafa gülücükler saçan öğrencinin genel tavrına benzer. can alıcı hataların başında bu iki büyük kültür dilinin büyük inceliğinin, yani her sözcüğün büyük bir geçmişinin olduğunun bilinmemesi gelir. bunun sonucunda, sözcüğün o metinde mitolojik mi, dinsel mi, şiirsel mi ya da felsefi mi kullanıldığına hiç dikkat edilmeden ya da dikkat edileceği bile bilinmeden çeviri yapılır; özgün metindeki üç dört satırlık bir ifade yorumlanarak birkaç sözcükle halledilir, özgün yazarının üstüne basa basa söyledikleri çevirmenin hoşuna gitmediğinde atılıverir; eski çağın dinsel inançları, bayramları ve her bir tanrıya özgü töreler hiçbir araştırma yapılmadan büyük hatalarla aktarılır, o dönemin günlük yaşayıştaki alışkanlıklar, yeme-içme, giyinme ve günlük konuşmaların aktarımında ise dağlar devrilir. bu ve diğer birçok noktayı tek tek ele alacak değiliz, ama böyle bir durumun tespit edilmesinde fazla derinlere inmeye hiç gerek olmadığını da belirtelim. yunanca ya da latince’den çevrilmeyen bir metin, çevirmeninin batı diline geçtiği şekilde aktardığı sözcüklere ve bunların yazılımına göz ucuyla baktığınızda bile anlaşılır. bu inceliğin farkına varmış ve daha ustaca hareket eden bazıları o özel sözcükleri batı dilinden aktarmamayı öğrenmiş olsalar da, bu kez yunanca mı, yoksa latince mi yazdığının hiç farkına varamadığından, sözcük yazılımlarında başlar en temel hataları peş peşe sıramaya. aslında bunları eleştiri konusu bile yapmamak gerekir, ama kendi edebi ya da bilimsel çalışmalarında bu tür kitaplardan yararlanan ve alıntılar yapan araştırmacılara verdiği zararlar dikkate alındığında, hiç söz etmeden geçmek de yakışık almaz. ya öğrendiği birkaç yunanca ya da latince deyişten dolayı bu dillere hakim olduğunu sanan ve bu sanıyla hareket edip gerek çevirilerinde gerekse kendi yazdığı kitaplarda uluorta etimolojik incelemelere girişecek kadar kendini yetkin hissedenlere ne demeli! yunan ya da latin dilini bilimsel yöntemlerle öğrenmiş ya da daha dürüst bir ifadeyle söyleyecek olursak hala öğrenmeye çalışan bizlerin bile sözlükler devirmeden yapmaya çekindiğimiz etimoloji gibi ciddi bir konunun ülkemizde bu kadar kaygısızca, bu kadar sere serpe yapılması, yunanca ve latince sözcüklerin bu kadar hoyratça kullanılması sahiden gönül yakıcı!
    yunan ve latin klasiklerinin dilimize kazandırılma sürecindeki tablo’ya, güneşin yer yer aydınlattığı taraftan baktığımızda, bizlere asıl yol gösteren ve olması gereken yöntem bilgisini aşılayan, bilgisini kalemine katarak zoru başarmış hocaların ve meslektaşların çalışmaları olmuştur. yunan ve latin yazarları deyince ülkemizde ilk akla gelen ve bir çırpıda sayılan homeros, hesiodos, vergilius, platon, aristoteles, cicero, seneca, horatius, catullus, martialis, demosthenes, sophokles, euripides ve özellikle son yıllarda diogenes laertios gibi üstatlar tanınmış ve sevilmişse, bu aşamada onların emek ürünü yapıtlarının büyük rolünü kimse yadsıyamaz. bütün yunan ve latin edebiyatı düşünüldüğünde, sayıca çok az da olsa, çeviri tarihimizin değişik dönemlerinde dağınık ve tek tek yayımlanmış da olsa, bu yürek işi çeviriler olmasaydı, dil ve düşünceyi böylesine ahenkle birbirine dokumuş binlerce klasik yapıt, eski püskü raflarında bir gün birisinin gelip de bir arkeolog titizliğiyle incitmeden tozlarını silkelemesini bekleyecek, onlarla tanışmaya kimsenin gönlü yetmeyecekti!
    derinlere indikçe kavradığımız ve olumsuzu aynı anda olumluya dönüştürebilecek kadar ilginç bulduğumuz bu canlı ve dinamik çevirici sürecine kuşatıcı bir bakış açısıyla bakmak için yükseldiğimizde, asıl çarpıcı gerçekle karşılaşırız: ülkemizde bu alanda hep sil baştan başlamış olan çeviri uğraşısına ve böyle bir uğraşının getirdiği ağır yüke karşın, yunan ya da latin klasikleri hiçbir zaman tamamen bir kenara atılıp terk edilememiştir. edebiyatın, sanatın ve felsefenin özündeki kültürlerüstü soluklanmaya duyulan açlık, olmazsa olmazın keşfedilmesine yol açmış olacak ki, ortak bir kaygı hep diri tutulmuş ve insan zihninin bu çok yönlü besini hep yeniden ışığa kavuşturulmuştur. terentius maurus’un şu sözleri ne kadar yerinde: “pro captu lectoris habent sua fata libelli= kitapların yazgıları okuyucusunun algısına göre belirlenir!”
    işte, humanitas: yunan ve latin klasikleri serisi’ni doğuran neden bu, klasik’lerin yazgısına ortak olmak! hem de konunun uzmanları tarafından, ilk kez bir seri halinde yunanca-türkçe ve latince-türkçe iki dilli metinler olarak! hatta ülkemizde alışıldığı şekliyle dünya klasiklerinin yanına ilişmiş olarak değil, kendindeki özgün değerlerle batı edebiyatına öncülük ettiklerine göre, apayrı edebi bir seri halinde! dünyadaki iki dilli klasik baskı örneklerinin bir seri halinde yayımlanmasının biraradalığının yarattığı gözkamaştırıcı klasik kültür manzarası düşünüldüğünde, yunan-latin klasiklerinin bu şekilde yayımlanmayı çoktan hak ettiği açık! her bir klasiğin güvenilir özgün baskıları dururken ve bunları türkçe’ye çevirebilecek birikimli ve dinamik bir ekip söz konusuyken, daha önce fransızca’dan, ingilizce’den, almanca’dan vs. çevrilmiş örnekleriyle zihinlerin karışmasının artık anlamı yok. herkesin bildiği klasik yunan ve latin yazarlarının yanında, türk okuyucusuyla hiç buluşmamış ve özgün edebi tatlarını çoğunluğa hissettirememiş birçok klasik yazar kapıya kadar gelmişken, geri döndürülmemeli. insan ruhunun en kuytu köşelerini bütün çıplaklığıyla gösterebilen bu edebiyatların çeviri arenasındaki dağınıklık artık toparlanmalı. çünkü ilkin biçimselmiş gibi görünen bu dağınıklık, arkasında gittikçe büyüyen ve ustaca şekillenen düşünsel bir ışıksızlık geliştirir. bu ışıksızlık, yüzyılların tozunu yemekten ve bakımsız kalmaktan olması gerektiği gibi serpilemeyen ama bir kültürü kültür yapan en önemli öğeleri, başka deyişle, edebi duyuş, sanatsal bakış ve felsefi düşünmeyi yok eder. bu kayıplar düşünsel uğraşıya kendini adayan nice insanın ruhunu olanca sıkıntısıyla rahatsız edecek konulardır ve kesinlikle etmelidir!
    yunan-latin klasikleri, humanitas: yunan ve latin klasikleri serisi adıyla ölümsüzleşmeyi umut eden görkemli bir klasik seride yayımlanmayı hak ediyor! çünkü batı dili ve edebiyatıyla, sanatıyla, tarihiyle, hukukuyla, felsefesiyle, tıp tarihiyle ve ayrıca klasik arkeolojiyle uğraşanların ana sermayesi onlar; doğu edebiyatıyla ve felsefesiyle uğraşanların da kültürel karşılaştırma yapacakları ana kaynaklar! her biri, yeryüzünde insan varoldukça sarsılmayacak bir kavram olan humanitas’ın (insancılık) anlamındaki bölünemezliği sindirmiş içine. insana, insan olmaya, insanın duygularına ve eğilimlerine derin saygının dile getirilişidir, humanitas! insanın, insan olduğu için önce kendisine, sonra başkalarına duyduğu sorumluluğu, insanseverliği, kibarlığı, nezaketi simgeler, daha da önemlisi insana yakışan düşünsel terbiyeyi, kültürü, davranışlarda ve dilde zerafeti, inceliği, zarifliği ve saflığı. bütün özüyle özgür eğitimin kendisidir aslında, bütün varını yoğunu yitiren insanın, kendisinden alınamayacak tek gerçek mülkünü simgeler. yaşadığı kent savaşta düşman kuvvetlerin eline geçip de evi talan edilen felsefeci stilpo’dan, yitirdiği bütün eşyaların bir listesini çıkarması istenince o, kendisine ait olan hiçbir şeyi yitirmediğini, çünkü aldığı özgür eğitimi hiç kimsenin kendisinden çalamayacağını belirtirken ; sokrates’in bir öğrencisi olan aristippos, “cahil biri olmaktansa, dilenci olmayı yeğlerim. çünkü dilencinin parası yok, ama cahilin insanlığı yok,” derken bu eğitim tarzını naif, ama ne kadar etkin şekilde dile getirmiştir! yazarına, sanatçısına, düşünürüne duyduğu saygıyı, onu ölümünden sonra bile elysium bahçelerinde konuk etmesiyle kanıtlayan bir anlayışın, humanitas’ın yarattığı edebiyat, ancak anlam zincirindeki bütünsellik kavrandığında bir değer kazanır. bu bütünsellik, humanitas’ın bir uzvu olan klasikler dağınıklıktan kurtarılıp kolu bacağı tamamlandığında, gözümüzün önüne bir seri halinde sıralandığında gerçekleşir. yunan-latin klasiklerini oluşturan mitolojiler, destanlar, lirik şiirler, trajediler, felsefeler, hukuksal, tarihsel ve bilimsel yaratıların hepsi doğaya ve kendini tanımaya duyulan derin bir tutkunun dile getirilişidir, insanca bir merak ve sorgulama, sessiz ve derinden ta iliklerine kadar birey olduğunu duyumsama, ölümsüzcesine sürgit düşünme ve yaşama, hayalgücünün sınırlarını zorlama ve bundan alınan görkemli hazdır. bu haz, ancak bir klasik kitabın her sayfasında buluşan yazar ve çevirmenin iki dilin kendine özgü duyuşuyla sohbete başladıkları an kültürlerarası bir anlam kazanacaktır.
    klasiklerin yunanca-türkçe ve latince-türkçe karşılıklı metinler halinde biraraya getirilmesi bir başka gerçekliğe daha imza atacak ve eski bir kültür dilinin, yaşayan dilimizle karşılıklı sohbeti, bize türkçe’nin sahip olduğu derin anlam yükünü gösterecektir. “dil, düşüncenin evidir,” diyen heiderger’e kulak verip klasik bir yazarın evine konuk olan her çevirmen, o evin mythos, epos, logos sofralarından aldığı payı türkçe’ye aktardığında, insan zihninin gelişim aşamalarında ortaya çıkan her bir kavrama, tam ya da yakın bir karşılık bulunabileceğini tanıtlayacaktır. hepimizin zihnimizi fazla yormak istemediği zamanlarda yaptığı gibi, “bu eski dillerin türkçe’de karşılığını bulmak zor canım!” ya da, “yok işte bu sözcüğün türkçesi!” diye kestirip attığımız ifadelerin, biraz uğraşıldığında türkçe’de bulduğu yanıtla soluklanması dilimizin gücüne duyduğumuz saygıyı arttıracaktır. yüzeysel yakınmaları bir tarafa bırakalım! gören bir göz zarif dilimizin ve bizi bir açık hava müzesinde yaşatan zengin kültürümüzün günümüzde yaşamayan birçok yabancı kültür diline sözcük, terim ya da kavram oluşturabilecek kadar yaşanmış, işlenmiş, her şeyin ötesinde yeniliğe açık ve heyecanlı bir yapısı olduğunu anlar. yeter ki, cato’nun “rem tene verba sequentur =sen konuya hakim ol, sözcükler nasıl olsa arkadan gelir,” deyişine kulak verip çevrilecek konunun kültürel hakimiyetine sahip olmayı göze alalım. çünkü kökeni latince cultus sözcüğüne dayanan kültürün anlamı, bu özenli ve yoğun çabayı gerektirecek kadar derin, şaka kaldıramayacak kadar da ciddi bir konudur. cultus’un türediği colo fiilinin ilk anlamının bir tarlayı ya da bahçeyi özenle ekip biçmek olduğu bilindiğinde ve buradan hareketle cultus’un anlamlarının da toprağı işleme, ekip biçme, yetiştirme; alın teri dökerek emek verme, çalışma, gayret sarfetme, sıkıntı çekme olduğu anlaşıldığında, kültürel hakimiyet için gösterilmesi gereken çabanın büyüklüğü olanca heybetiyle ortaya çıkacaktır.
    humanitas: yunan ve latin klasikleri serisi kültürel bir miras olmak için doğuyor! odysseius’un hayal adalarına doğru denizlere açılmanın zamanı geldi artık, hayalgücünün zengin koyaklarına görkemli yolculuklara başlamanın! ilk kitap herakleitos’un fragmanlar’ı; bütün fragmanların yunanca-türkçe metin halinde türkiye’deki ilk çevirisi. son kitabın adı? keşke böyle bir augur yeteneğimiz olsaydı da bilebilseydik, ama bırakalım onu da bu seriyi miras alacak olan genç bir klasik filolog bilsin! bize düşen, bu edebi serinin yayımlanmasına destek olan kabalcı yayınevinin sahibi sayın sabri kabalcı’ya, kültürel duyarlılığından ötürü yayın yönetmeni sayın mustafa küpüşoğlu’na ve onun şahsında kabalcı yayınevinin tüm çalışanlarına gönül dolusu teşekkür etmek.

    prof. dr. çiğdem dürüşken
  • roma'da empatiyle pragmatizmin kavuştuğu noktada beliren tam da agricola'ya yani çiftçi geleneğe uygun bir düşünce biçimidir. insan içindir
    insanla birliktedir, insana dönüşlüdür.
    gallia 'ya, britannia 'ya uygarlık götüren romani milites'in asli misyonu aslında ilgili bölgelerin gelişiminde rehberlik yapmak, bir nevi princepslikti.
    günümüzde abd'nin ırak'a götürdüğü aşağılık demokrasinin yanında, roma'nın humanitas 'ı insanlık adına yüce bir edinimdir.

    tacitus, germania'ya ısrarla bakınız.
4 entry daha
hesabın var mı? giriş yap