• guzel olanlarin tam ziddi olan cocukluk anilari. aslinda cocukluk anilari cogunlukla pek guzel degildir. yetisip , akil erdikten, aradan yillar gectikten sonra cogu anilar tatliymis gibi geliyor. insan cocuk olur da zor anlar yasamaz mi mumkun mu bu ? guzel anilar muhakak ki vardir. hatta dolu doludur. ama cocuklugun o berbat anilari var ya ? iste onlar ah onlar , ukte gibi coreklenirler insanin hem yuregine hem beynine . kimbilir , cogu serkesligimiz, iplemezligimiz, sessizligimiz, itligimiz, yigitligimiz, adamligimiz, kopuklugumuz bu berbat anilarla mayalanip kabarmistir .. zaten bu anilarin cogunu, akil almaz dayak malzemelerinde, ana baba diyaloglarinda dile getirdik . ama , ben diyorum ki , hani o aklina her geldiginde kafanin tasini attiran, bazen soguk terler dokturen, irkilten ve ya hic dile getirmedigimiz ya da cok nadiren, ya bir kez ya hic. bazen ikrar etmekten itina ile uzak kaldigimiz anilar var ya bu anilar onlar iste ..

    not = aradim taradim , sozlukculerin diye bir suru baslik var ( 29 sayfa abi hangi birini tek tek okuyim yau ) .. iste aradim taradim boyle en berbat anı manı bulamadim. varsa lutfen bildirin de sileyim bari ..
  • (bkz: psikopat kaz)
  • hatırladıkça içinizi çocukkenkinden daha bir burkan anılardır.

    5-6 yaşları arası çok pısırık bir çocukluk geçirmekteydim. oyunlarda hep joker olmak zorunda kalan kişi ya da ip atlanırken birler ikiler diye ip atlayan gruba hiç geç(e)meden ipin bacakların etrafından dolandırılması suretiyle ipi gergin tutmaya yarayan iki kişiden biri -diğer çocuk değişirdi tabi- olurdum mütemadiyen. hatta bir keresinde kreşteyken öğle uyku vakti çişim gelince "ya sifonu çekince diğer çocuklar uyanırsa?" diye düşünüp altıma* işediğim olmuştur.

    neyse ön bilgi kısmı biraz haddini aştı galiba. kreş, emniyet genel müdürlüğünün kreşiydi ve yıl sonu müsamereleri olurdu, böyle tiyatro gösteri falan yapardık kendi çapımızda. bir gün oyun odasına (diğer sınıftaki çocukların da geldiği odaydı ve zannedersem o gün prova gibi bişey yapılıyordu) geçmiştik ve bazı çocuklar külkedisi sindrella oyununu oynuyordu.biz de yerimize oturmuş usluca onları izliyorduk.sonra sinderallayı oynayan kızın ağlaması gereken bir bölüm geldi.öğretmen kıza şöyle ağla böyle ağla diyordu ama kız, bir türlü beceremiyordu.tekrar dene tekrar, yok olmuyor. bir ara oturduğum yerden dayanamayıp ağlama rolü yapmış olacağım ki öğretmen "kimdi o sesi çıkaran?" diye sorunca "eyvah, kızacak şimdi" diye korka korka da olsa "ben" demiştim.ondan sonra öğretmen bir kaç şeyi daha yapmamı istedi benden ve onları da sanırım beğenince sindrella rolünü bana vermişti.

    erkek gibi kısa kesilen saçlarımdan dolayı hiç bir kadın kahramanı oynayamayacağımı düşünmeme rağmen "belki cadıyı* oynarım" hayallerimden kendimi alamayan ben, sindrella oluvermiştim.

    tam bir rüyaydı benim için. eve gelir gelmez anneme vatkalı elbisemi ütülettirip provolar yapmıştım.hayali arkadaşlarımla evde kendi kendime dans ediyordum.heyecanla kalbim gümbürdüyordu.hani mutluluğu tasvir etmek istesem, o vatkalı elbisesemle aynanın karşısında sindrellaymış gibi heyecanla prova yapan halimden daha uygun düşen bir halimin olduğunu hiç sanmıyorum.

    sonraki günlerde her zaman işkence ediliyor gibi kreşe giden ben, severek hevesle gitmeye başlamışım*. sonra bir gün oyun odasına geldiğimde o eski sinderella*nın provada olduğunu gördüm benim yerime.o salisede aklımdan onlarca ihtimal geçti.en güçlüsü, "geç kalmıştım, provanın başlaması lazımdı o yüzden en iyi bilen de o olduğu için ben gelene kadar idare ediyorlardı" idi. ama bu ihtimaller arasında asla "sindrella ben değilim artık" yoktu.

    sonra eskisi gibi oturduğumuz yere oturdum.öğretmenim de odada olmadığı için daha çok merak ediyordum.bazı çocuklar "öğretmen ağlıyor", "öğretmenin gözünde yaş var" gibi şeyler söylüyordu ancak ben ihtimal vermiyordum.gözüne, bişey kaçmıştır.öğretmen ağlar mı hiç? uslu bir çocuk olduğumdan diğerleri gibi öğretmene bakmaya da gidemiyordum, yerimde oturuyordum. sonra başka bir öğretmen bana bir kaç tekerleme ezberlemem gerektiğini söyledi:

    -mart, kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır.
    -sakla samanı, gelir zamanı.
    -...

    müsamerede tekerleme söyleyecektim.cadı, manken(çocuklar yürüyüşü vardı bir de) bile değildim.tekerleme okuyacaktım.

    yıllar sonra öğrendim sindrellayı oynayacak kızın rolünü emniyet müdürü* olan babasının kreş müdüresiyle yaptığı konuşma akabinde kazandığını ve öğretmenimin göz yaşlarının bile o konuşmadan daha kıymetli olmadığını.
  • bunlardan bir tane bende var, çok burkucu. bigün biz sokağımızda oyun oynuyoruz. evvela bu husus anımız bakımından çok mühim onu söyleyelim. niye, çünkü bırak sokağı, evi bırak hatta, canım ebeveynlerimin çocukların mümkünse fanusta yetişmeleri gerektiğine inançları tam, bizi niye pamuğa ekmemişler hala hayretle düşünürüm.
    eet, işte o gün sokakta, yaş sekiz dokuz, komşu çocuklarıyla koşmaca kovalamaca oynuyoruz. çocukluğun en güzel yanlarından biri, ne yaparsan yap salak değil çocuk anılmaktır bence. bu yüzden çocukluğumuza güvenip önce kaçıyor sonra yakalıyor her halükarda mütemadiyen koşuyoruz. ben feci çeviğim tabiy. birilerini yakalayacaksam yakalarım, kaçacaksam kaçarım, kelebenk gibi uçar arı gibi sokarım hatta. okulun sokağından geçtim, bi ibiş var onu kovalıyorum. arkamda üç dört arkadaşım hemen peşimde beni takipteler. bu ibiş gitti, evlerinin bulunduğu sokağa girdi. ben peşinden. sonra bu, evinin olduğu yerde böyle ben diyim bir metre sen de bibuçuk, bi bahçe duvarı var, ona tırmanmaya başladı. bir dakika bile geçmeden hop bahçenin içinde. ben durur muyum, duvardan bi atlayışım var, o yaşta o zeka cidden ibret alırdınız. yakaladım bunu, hayır yakaladım ama nolcak yakalayınca yani onu bilemedim, yakaladım ahey ahey heyyo diye bağırdım heralde, sonra kaçmaya başladım. oyuna bak eheh. o zamanlar güzeliz o zamanlar çiçek. neyse işte bu sefer ben kaçıyorum bu ibiş kovalıyo, arayı açtım epeyi ama, böyle artık nasıl azmettiysem bizim evin bahçesine geldiğimde hiç durmuyor duvarından atlıyorum. yalnız şöyle bi sıkıntı var, duvarların üzeri böyle göğe doğru yükselen devasa oklarla bezeli. o detay, o azimle gözümden kaçmış. işte zeka böyle bişi ve insanın elinden, yaradılışından başka türlüsü gelmiyor çünkü. ben duvardan ve oklardan atlamış, ancak yere düşmemişim. nerdeyim peki, o demirde asılıyım. aynen öyle. o demir oklardan biri şortumun paçasından giriyor, bel yerinden çıkıyor. ben okta asılı böyle darağacında gibi sallanıyorum. ahah, çok zalimce. bağırıyorum, anneee diye. annem sesimi duyuyor bahçeye koşuyor, önce şok ardından şükür beni indiriyor. ok şorta değil bedenime isabet etseydi şu an frida nın parçalanmış baldırı şeklinde bi mahlasım olabilirdi arkadaşlarım, nasip bunlar heb.
    içimin burkulduğu konu şortum oldu. annemin severek alıp giydirdiği bir şort idi, ben bilhassa pek severdim, böyle maviş bir şey. iki delikle zayii olacak diye kan kusuyordum. neyse sonra annem o kısımları çok güzel dikti, mis gibi oldu. ben bu arada iyi ki pamukta yetiştirilmemişim, bizimkiler fasulyeden olduğumu anlamadan çocukluğu atlattık.
  • ben 3- 4 yaslarindaydim izmir'de balkonda oyun oynarken benden 2- 3 yas büyük bir kız çocuğu bakkal dondurma aldı. külâhtaydı dondurma bir iki adım attı dondurma yere düştü. kız hic bozuntuya vermeden alıp dondurmayı yemeye devam etmişti. benim değil ama o kızın iç burkan çocukluk anısıdır. daha doğrusu benim içimi burkmustur kız halinden memnundu.
  • geçenlerde janis baby ile konuşurken fark ettiğim anılardır. konumuz şimdiki ebeveynlerin çocuklarının "bir şey" olması, yetenek sahibi/hobi sahibi/zevk sahibi özetle zırt sahibi, pırt sahibi olması için kendilerini kasıp durmalarıydı. ikimizin de çocuğu yok tabii attık tuttuk. sonra kendimizden yola çıktık. ikimiz de iyi kötü "bir şey" olmuş insanlarız ya da bize öyle geliyor da olabilir. burasını sonra tartışırız.

    her neyse işte. ben çok küçüktüm o zamanlar istanbul'da oturuyorduk. evimize yakın tek alışveriş merkezi galleria idi. annem babam pazar günleri hem fame city'ye uğrayıp eğlenelim, hem de gezip alışveriş yapalım diye kardeşimle beni götürürlerdi. çoğunuz bilirsiniz o vakitler buz pisti vardı orada. ulan her haftasonu orada kayan çocukları izletir bir de namussuzlara övgüler düzerlerdi. içim giderdi. "sen de kayar mısın yavrum" diye sorsunlar diye. gururumdan söyleyemezdim hem de bilirdim, düşüp kıçımı başımı morartacağımı. ama ulan hiç mi sormaz bir insan evladına, "sana da paten alalım mı yavrum" ya da ne bileyim "birinden ödünç alalım sen de dene" diye önermez mi? anlatırken çok güldüm de ulan bildiğin kıskanıyordum ben orada kayan çocukları.

    ikinci anımda durum az biraz daha parlak. çorlu'ya taşındık 9-10 yaşlarındayım. deli gibi tarkan hayranıyım. tutturdum "ben gitar çalacağım" diye. epey bir ağladım zırladım. sonra babam bir akşam elinde gitarla geldi. "al çal" dedi. bildiğin böyle söyledi. uzunca bir vakit kendi kendime manyak manyak sesler çıkardım gitardan. annemden dayak yedim başını ağrıtıyorum diye. ama biri de çıkıp "lan bu kıza ders mi aldırsak" demedi. ben de sonra sıkıldım balkona attım. blok flütten başka da nane çalmadım.

    işte bizimkilerin bu sallamamazlığı mı iyi yoksa şimdiki anne babaların "çocuğum her şeyden biraz kapsın, en kültürlü, en zeki olsun" tavrı mı iyi bilemedim. ama halimden de çok şikayetçi değilim. annemi de en çok da babamı seviyorum. durup şu yaşımda "8 yaşında bir kız çocuğu, 5 yaşında da bir oğlan çocuğu sahibi olsaydım ne bok yerdim" diye düşündüğümde annemin bana attığı tüm dayakları affediyorum. gerçekten:)
  • sene 95. ılkokul 3'te ozel okula gitmeye basladim. zengin degildik, bizimkiler baya zorlaniyordu ama iyi egitim vs diye gonderdiler beni. o gune kadar hic magnum yememistim. bir gun siniftaki bir cocugun annesi geldi ve tum sinifa magnum dagitti. tahayyul edemediydim, nasil zengin gorunmuslerdi gozume. hayir 20 kisilik sinif, 50-60 liralik dondurma ama cocukluk iste. hayatta ilk magnumu o zaman yedim. bir de o magnum hep baska geldi, misal bugun magnum aldigimda hep o tipten aliyorum. baskasina hic bulasmam.
  • hugo ve tolga abinin fırtınalar estirdiği zamanları hatırladıkça içimi burum burum burkan anımdır. o zamanlar dedem ve babaannemle yaşıyorum. evdeki birçok eşya dönemin orta halli memurlarının evlerine göre bir kademe daha eski model olanlarından. mesela televizyonumuzun düğmeleri kocaman kocaman, telefonumuz da tuşlu değil de şu parmağımızı numaranın olduğu yere geçirerek çevire çevire aradığımız telefonlardan. şimdilerde nostaljik çevirmeli telefon diye gittigidiyor.com vs gibi yerlerde satışa çıkarılanlardan.

    tolga abiyi de arayıp hugo'nun vagonla karanlık tünellerden geçtiği bölümü nasıl oynamak istiyorum. 2'ye bassam zıplasa 4'e bassam sola geçse, 8'e basınca hugo kafasını eğse diye hayaller kuruyorum. ama bir telefona bakıyorum, çevirmeli, numaraların olduğu kısım haricindeki yerler desenli ve metal kaplamalı... sonra bir hugo'ya bakıyorum, zamanın şartları içerisinde biraz teknoloji istiyor. gerçi bilmiyorum tolga abi 2'ye bas dediğinde 2'yi çevirsem aynı işlevi görür müydü... ama bunu şimdi öğrenmek beni ve bu güzel anımı mahveder. bilen varsa da söylemesin beni burukluğumla baş başa bıraksın.

    velhasıl dedem o telefonu çocukluğumuz boyunca değiştirmedi ve hala o telefon bozulmadı.biz de hiç hugo ve tolga abiyi arayıp oynayamadık.

    ama...
    sevgili hayal gücüm beni burada da yalnız bırakmadı. bir gün rüyamda, hava tam gece karanlığına bürünmek üzereyken, bir kısmı sararmış bir kısmı yıl boyu yeşil kalabildiğini o yıllarda öğrendiğim türlü türlü ağaçlarla kaplı büyük-küçük tepelerin bulunduğu, uzaktan sürprizlerle dolu olduğu besbelli bir mekandayım.. üstelik kardeşim ve ben de küçük bir kömür vagonunun içindeyiz.. isterdim ki o vagon buharla çalışsın ve loş karanlık havada geride buharlar bırakarak yolculuğumuzu daha fantastik bir şekilde devam ettirelim ama motorla çalışıyordu.hatırlayınca bile heyecanlanıyorum.. sanki programlanmış ve önceden biliyormuş gibi başlıyoruz hareket etmeye, oyunun konsepti de hugo'dan çok farklı. tabi rüyanın sahibi ben olduğum için kardeşimi süs niyetine almışım yanıma. normalde her şeye burnunu sokan tavrından eser yok. meydan bana kalmış. ilerde bir yerde kırmızı çizgiden sonra vagonun kontrolünün benden çıkacağı ve benim o ana kadar olabildiğince hız kazanmam gerektiğini biliyorum ki kontrol benden çıktığında kazandığım o hızla parkurun bütününü tamamlayabileyim.
    bisiklet sürmekten başka bir şey bilmeyen ben, trevithick edasıyla asılıyorum vagonun çevirmeli koluna, kırmızı çizgiyi geçtikten sonra vagon öyle bir havalanıyor ki parkuru uçarak tamamlıyoruz.. vagon yere hafiften çarptığında tıpkı hugo gibi gövdelerimiz sert bir şekilde sola doğru kayıyor. derken uyandığımı hatırlıyorum.
    iyi ki vardın çevirmeli telefonumuz.
  • ilkokul 2. sınıftayım, kış ayları.. dışarısı kar olduğu için pazartesi sabah istiklal marşı içeride okunuyor.. haftasonu yeni bir gocuk aldı babam sümerbank'tan, çok havalı değil ama yeni işte. hala vardır aldığı yeni giysileri ilk gün giyerken heyecanlananlarınız :) ben onlardanım işte. neyse beni arkalarda duvar kenarına koydular, tam da yeni gocuğumun yanına! istiklal marşını nasıl okuduğumu hatırlamıyorum ben, çünkü sürekli gocuğumdaydı gözlerim ve sanırım ellerim. merasim bitti, bittiği gibi kulağımda müthiş bir acı hissettim. sanki kulağım vücudumu terketmek, ayrılmak istiyordu. "n'oluooo yeaaaa" derken yanaklarımda şimşekler çaktı, kafamdan kaçamayan kulaklarım yanaklarımı dövüyor sanki! dur etme, gitme, enneeee derken dayağı yemiştim müdür yardımcısından.

    ama ağlamadım, haksızdım çünkü. ağladım mı lan yoksa.

    neyse hatırlamıyorum ama ne zaman yeni mont alsam kulaklarımın ısındığını hissederim :)
  • 4. sınıftayım, en yakın arkadaşım büyük bir sitede oturuyor. ailecek de görüşüyoruz ve sık sık birbirimizin evine gidiyoruz. yaz tatilinde annem tatile gidince tutturmuş onlarda kalmışım bir hafta. benim çok sevdiğim bir kloş eteğim var, yeşil. üstünde mavi sarı kelebekler var onu giyiyorum sürekli. bahçede voleybol oynuyoruz ip atlıyoruz, bir çocuk var arkadaşımla aynı apartmanda oturan bizden 1-2 yaş büyük, bacağıma parktaki minik taşları seçip atıyor sürekli. sinir oluyorum ama kafam da karışmıyor değil onca taş arasından neden seçip kum gibi en miniklerini atıyor diye. adı ali.

    asansöre yalnız binmekten korkuyorum o sıralar, bir gün çok sıkışmışım ta 12. kata kadar yürüyerek çıkmaya kararlıyım, arkadaşım da pek oralı olmuyor. karnımı tuta tuta merdivenleri tırmanmaya başlıyorum ki bu arkamdan geliyor "gel ben bindireyim seni asansöre" diye. "istemem" diyorum. "iyi o zaman hadi beraber koşalım sizin kata kadar". ali benden uzun ama hırs yapmışım ya üçer beşer çıkıyorum merdivenleri. artık ben mi daha hızlıyım yoksa o mu yenmeme izin mi veriyor bilmiyorum ama 7. kata kadar hep öndeyim, "yarışı ben kazanacağım ona da haddini bildireceğim" diye düşünürken boydan boya kapaklanıyorum merdivene, dizlerim kanıyor. hem düşmekten hem de yeşil eteğimin açılıp da ali'nin popomu görmüş olma ihtimalinden acayip utanıyorum. önce gülüyor dalga geçiyor sonra diyor ki "bizim eve gidelim bizim ev bir üst katta. orada yaparsın çişini". dizim çok acıyor. istemeye istemeye kabul ediyorum.

    ali bize hiç benzemiyor, bir kere devlet okuluna gidiyor. arada küfür ediyor falan. annesi de ev hanımı, dizime tendürdiyot sürüyor sonra da ekmek çiğneyip koyuyor. ben ali tuvalete gidene kadar inadımdan ağlamıyorum bile, sonra o uzaklaşınca tendürdiyotun acısından içimi çeke çeke ağlıyorum. merdivenden inerken yardım etmek için elimi tutacak oluyor ittiriyorum topallaya topallaya aşağı iniyor sırf "acımadı ki" demek için dizim iyice şişene kadar ip atlamaya devam ediyorum. muhallebi çocuğuyuz ya, akşam eve dönünce arkadaşımın annesi kendisine emanet edilen benim şişmiş dizimi görünce çok kızıyor ve ertesi gün oynamaya gitmeme izin vermiyor.

    sonraki gün annem tatilden dönüp beni almaya geldiğinde arkadaşımın annesine kahve içmeye geliyor, kapıda karşılıyorum. asansöre biniyoruz, ali de arkamızda. asansör 5. katta bir yerde duruyor, kalakalıyoruz. korkudan ödüm kopsa da içimden bildiğim duaları okuyorum aliye korktuğumu çaktırmıyorum. 3 metrekare yerde kaçacak yerimin olmamasından da cesaret alıp kolunu atıyor pis ali "pşşt...korktun mu? ben varım, bi şey olmaz" diyor. bir süre sonra asansör yeniden hareket ediyor, arkadaşın evine gittiğimizde annem benimle dalga geçiyor: "ehehe mehehe sevgili mi yaptın bakim sen? bence o çocuk sana aşık. ooo kızımın sevgilisi olmuş" diye. yerin dibine geçiyorum. salondaki bütün büyükler bana gülüyorlar. aliyi hiç mi hiç sevmiyorum ölsün istiyorum.

    bir ay kadar sonra yine gidiyorum arkadaşıma oynamaya, yaz devam ediyor ve ali'nin abisine bisiklet almışlar fır fır dönüp bana hava atıyor. bisiklet yeşil eteğimin kumaşından bir kaç ton daha koyu ve ben hala o eteği çok seviyorum. ben bisiklet kullanmayı bir türlü beceremiyorum, aliyi deli gibi kıskanıyorum. abisi geliyor sonra benimle dalga geçiyor binemiyorum diye, ali etrafımda çember çizip durdukça parktaki çocuklar da bana gülüyor avazım çıktığı kadar bağırıyorum: "inşallah sen de abin de ölürsünüz! inşallah bisikletinizi de çingeneler çalar!" diye eve kaçıyorum. bir daha arkadaşıma oynamaya gitmek hiç mi hiç içimden gelmiyor.

    aradan 3 sene geçiyor, ortaokuldayız, memelerimiz falan çıkmaya başlamış, kendimizi çok büyümüş zannediyoruz. elele tutuşmaya falan eyvallahımız var artık.

    arkadaşım geliyor sınıfa bir sabah,

    +ali vardı ya bizim sitede

    diyor.

    ben aliye hala gıcık oluyorum.

    +abisi ölmüş onun biliyo musun? kalp hastası mı kanser mi öyle bişeymiş.

    donup kalıyorum. çocuk aklımla kendi suçum sayıyor sessizce:

    -bisikleti nolmuş? yeşil bisikleti vardı. duruyor mu?

    diyorum. arkadaşım omuz silkiyor.

    ben ondan sonra uzun bir süre allaha küs kalıyorum.
hesabın var mı? giriş yap