105 entry daha
  • ayrılıkçı terör örgütü pkk'nın ortaya çıkışından önce de var olan bir önyargıdır.
    terör örgütünün vahşice eylemleri ve şiddet yanlısı politikaları, bu önyargının arşa kadar hızla yükselmesine elbet yardımcı olmuştur. çeşitli milletleri birarada yaşatan imparatorluk döneminden beri kulaktan kulağa yayılarak gelen bir mirastır bu düşünce belki de, tam bilemiyorum. ben burada yaşadıklarımı anlatacağım, herkes kendi hayatını yaşar tabii ki de. kimseyi incitmek gibi bir niyetim yoktur. yazıma bu gözle bakılmasını, bu samimiyetimin anlaşılmasını umut ediyorum.

    benim bu önyargı ile tanışmam çok küçükken oldu. izmir'in tire ilçesi inkılap ilkokulu beşinci sınıfına geçtiğim 1979 senesinde okula en az benim kadar fırlama olan hüseyin adında yine benim gibi esmer, etrafa cin gibi bakan bir çocuk geldi, ki hemen tanıştık; kaynaştık biz bu yeni arkadaşla. tanıştık dediğim camiide kaynaştık biz bununla. ben o yaşlarda sabahtan evden çıkar, akşama kadar kuş; meşe; çamur; uçurtma; muşmula; erik ve sair peşinde yarı aç; yarı tok gezer, arada bir sevdiceğim sema'nın* evinin önünden geçer, bu kitapsız pencereye çıkacak da ben de gülyüzünü göreceğim diye çocukluk günlerimi heba eder giderdim. bazen ikindi vakti eve gelir, babaannemin ev ekmeği üzerine sürdüğü sana yağı ve biber salçasını, erik hoşafı eşliğinde büyük bir iştah ve afiyetle götürürdüm. o zaman kremalı bisküit, topkek, cola; fanta vb. yoktu efendim, var ise de biz bilmiyorduk, her nerde ve şekilde yenilip içildiği de bilinmezdi henüz o dönemler. kimse bilmediği için de mutluyduk, ki kendi halimizde yaşar giderdik.
    biz haşlanmış kestaneleri tesbih gibi boynumuza asar, bir elimizde gülen nar, diğer elimizde kahkaha atan ayva, hem yer hem oynardık. ağaçlara tırmanır, çağla badem koparır, karpuzun sadece göbeğini yerdik. bir de evde buzdolabı olmasına rağmen su içerdik testi'den.
    biz çocuklar, eğer salondaki halının altında birikmiş harçlığımız varsa ise o ikindi vakti geçen dondurmacıyı beklerdik ki günün o vaktinde, o sıcakta pek heyecanlı olurdu bu. beyaz sütlü olanı değil de kahverengi renkli kakaolu olan bölümüne bayılırdım ama ondan az koyardı bu dondurmacı amca. nihayetinde akşam ezanı okununca da "akşama kadar aylak aylak gezdiğimden dolayı" dedemden ve babaannemden azar işitmemek için, müslüman bir ailenin gayet inançlı bir torunu olarak evimize bitişik camiinin saflarında yerimi alırdım.

    işte o 1979 yılı yaz sonlarında, bizim evin yanındaki iki katlı apartmana bir kamyon ve renault marka bir araç yanaştı ve araçlardan kalabalık bir aile indi. gerçi o zamanlar ortalıkta sadece traktörler, murat 124 ve 131'ler, ilaveten bir de renault marka araçlar vardı ya. ha bir de almanya'dan kesin dönüş yapan birine ait bir opel ascona otomobil vardı, ki biz mahallenin çocukları günde onyedi defa tavaf ederdik bu arabanın etrafında. bu pezevenk de arabanın üstünü branda ile örter, sadece pazar günleri brandayı kaldırır, bir saat arabayı köpürtüp yıkar, biz de okulun duvarında oturup mutlu mutlu, gülen karagözlerle seyrederdik. hayal ederdik işte, ne bileyim çocukluk işte. acaba birgün bizimde arabamız olur muydu ki? o dönem tire kütüphanesinden aldığım bir hikaye kitabında kırmızı renkli olan ve honda diye adlandırılan bir arabayı okumuştum ben. hikayedeki yarışta birinci gelmişti ve adı da çok hoşuma gitmiş olacak bunun ki, benim tüm hayallerimde kırmızı renkli bir honda vardı artık.

    neyse, komşular taşındı. bir hafta sonra falan bir akşam ezanı okunurken panik içinde camiye geldiğimde yine benim gibi acele ile abdest almaya çalışan, yalandan orasını burasını ıslatan bu çocuğu gördüm ben. birbirimizin varlığından daha ciddi abdest almak zorunda kaldık artık. uzatmayayım bu da benim gibi ebeveynlerine yaranmak için camiye geliyormuş, ha hi derken mükemmel bir kader birliği kurduk biz bununla. hüseyin ve ailesi kars'lıydı, çok sonraları öğrendiğim kadarıyla bir kan davası yüzünden türkiye'nin en doğusundan kalkıp en batısına göç etmişlerdi. kürt kökenliydiler, benim hayatımda tanıdığım ilk kürtler, bu ailenin üyeleri idi. en başta yaşlı bir anne - baba, en küçükleri hüseyin olmak üzere üç erkek - üç kız çocuk ve iki de torun.

    ben hüseyin ile arkadaşlık ediyorum diye babaannem ilk zamanlar sürekli laf etti durdu: "ne işin var senin pis kürtler ile, aynı sen de kürtler gibi kokuyorsun vb." henüz ben hiç koku moku almadığım için bu laflara bir anlam veremesem de, arkadaşıma laf ettiği için çok kızardım babaanneme. gerçi hüseyin bize geldiğinde hiç ayrım yapmazdı, onu da evladı gibi tutardı ama babaannemin başka insanlara böyle sevgisiz ve merhametsizce yaklaşmasına ilk defa şahit olduğum için hem çok şaşırmış, hem de kızmış olmama rağmen hüseyin ile arkadaşlığımı asla kesmedim. iyi ki de kesmemişim. nitekim çok kısa bir süre hüseyin ile benim aramdaki dostluk, dedem ile hüseyinin babası arasına da sıçradı. ortak yönümüz ketenci mahallesinde yaşayan bireyler olarak hem bitişik komşu olmamız hem de dördümüzün de aynı camiinin cemaati olmasıydı. büyükler beş vakit namaz arkadaşıydılar, biz ise sadece akşam namazında katılıyorduk onlara. en güzel akşam namazları ise ramazanlarda olurdu. evden gelirken bahçemizden gelen kendi imalatımız yeşil çizik zeytin, ağızda aniden dağılıveren kahverengi zeytin, süper susamlı pide, mis kokulu tarla domatesi ve zeytinyağı eşliğinde namaz öncesi kısa bir iftar yapılırdı. bunun tadı şahane olurdu. teravihlerde ise en başta saflara yerleşir, sonra sıkılıp hüseyin ile camiinin bahçesindeki kiraz ağacına tırmanıp kiraz yerdik biz. her şey ne güzeldi, taze bahar dalları gibi çiçeklenecek...

    epey bir zaman sonra birgün babaannem bana "kürt oldun pis mis" derken dedem araya girdi ve "hanım öyle deme, onlar da iyidir, komşumuzdurlar, iyi insanlardır" gibi bir şeyler söyledi ki milattır bu bizim evde. çok önemlidir. harikadır. o günden sonra bir daha babannem böyle ayrımcı şeyler söylemedi ve karışmadı bana. sonradan babaannem ile hüseyin'in annesi, ablaları ve gelinleri de çok samimi oldular. her şey çok güzel oldu, ki iki komşu ilerleyen yıllarda bin atlı gibi şendik hep.
    yıllar sonra ankara'da yatılı öğrenci olduğum dönemlerde doğulu bir arkadaşımdan buna benzer ağır bir kokuyu ilk defa aldım, bunu hissettim açıkçası. sonradan anladığım ve öğrendiğim kadarıyla kürt kokusu denilen bu ağır koku beslenme alışkanlığından ileri gelmekteydi. tatilden yatılı okula döndüğümüz ilk 5-6 gün boyunca da sürüyordu. ancak o yakın arkadaşım okulun yemeklerini yemeğe başladıktan kısa bir süre sonra da kesiliyordu.
    rize ilimizde görev yaptığımda da aldım bu ağır kokuyu ki, konuyu bilen bir kaç abimize sorduğumuzda bu kokuya sebep olanın, yemeklerde kuyruk yağı kullanımı olduğunu öğrendim. güneydoğu'da bulunduğum sıralarda da gördüm ki insanlar yaygın bir şekilde mutfakta kuyruk yağı kullanıyorlardı. hatta iki ölçek kuyruk yağı ile bir ölçek vita yağını kıyma makinasından geçirip bu karışımı büyük bidonlarda saklayıp yemeklere koyuyorlardı, ki kokuyu yaratan asıl buydu anladığım kadarıyla.

    netice itibariyle herhangi bir topluluğa ya da soya önyargılı davranmak ancak akılsız ya da bilgisiz insanların işidir. insan bilmediğinden korkar derler. herkesin geçmişinden gelen bir takım değişik alışkanlıkları vardır ve bu topraklar üzerinde kardeşçe yaşamanın yolu da ortak paydada buluşmak, aynı değerler etrafında kavuşmaktır. aynı yağmurdan hayat bulmak, aynı gökkuşağının altında gülüşmek öyle herkese nasip olmaz. yoksa sen kürt'sün, ben yörük, öbürü laz, beriki çerkes, diğeri ermeni diye diye varacağımız yer ancak delik; deşik; kırgın ve üzgün gönüller alemi olur. beş dakika içinde ruhumuz ve dokumuz parça parça olur, ki bize bir yararı olmaz. geçmişten gelen tarihsel dokuya, o değerli geleneğe ihanet olur.
572 entry daha
hesabın var mı? giriş yap