• -tevfik abi haluk napıyor abi ya,büyümüştür kerata heralde.
  • umberto eco'nun yanlış okumalar'ından bir mektup deneme. oyuncak silahların ve savaş oyunlarının çocuk eğitimindeki yeri ve önemi üzerine duygusal fakat sağlam bir metindir. üşenmeyip alıntılayalım;

    "ve siz, doğumundan beri faşist düşmanı bay, çocuğunuzla partizanlar oyunu oynadınız mı hiç? yatağın arkasına gizlenip de langhe vadilerindeymiş gibi yaparak, 'dikkatli ol, sağdan kara faşist tugayı geliyor!' diye bağırdınız mı? bir toparlanmadır bu, ateş ediyorlar, nazilerin ateşine karşılık verin! hayır, siz oğlunuza inşaat blokları verdiniz ve onu amerikan yerlilerinin kökünü kurutan dövüşleri göklere çıkaran filmlere gönderdiniz hizmetçiyle."
  • tuna kiremitçi'nin de vakti zamanında yazdığı birşeye attığı başlıktır. güzel öğütler barındırır. misal: "ağır ol. acele etme. büyürken göreceksin; şu fani yaşamda karşılaşacağın her şey seni acele ettirmeye çalışacak. kent trafiği yanından rüzgâr gibi geçecek örneğin. sonra siyasetçiler hızlı hızlı konuşacak, ukala patronlar saatlerine bakacak ve ne kadar gereksiz bir koşturmanın ortasında kalmış olduğunu anlayacaksın. arabayı yanlışlıkla stop ettirmiş acemi bir sürücü gibi hissedeceksin kendini. arkanda biriken arabalardan yükselen korna uğultusu kulak zarını zorlayacak. bırak beklesinler. o an derin bir soluk al ve yola neden çıkmış olduğunu yeniden anımsamadan arabayı çalıştırma. "
  • bir kismi soyle gecen 1964 tarihli, umbert eco imzali deneme;

    sevgili stefano,
    noel yaklaşıyor, çok geçmeden kent merkezindeki büyük mağazalar -oğulları için alıyormuş gibi yaparak- çok sevdikleri elektrikli trenleri, kukla tiyatrosunu, yayı ve oklarıyla birlikte hedef tahtasını ve aile pin-pon setlerini kendileri için satın alacakları bu anı sevinçle beklemiş, her yılki ikiyüzlü cömertlik senaryolarını oynayan babalarla dolup taşacak. ama ben yine de onları gözlemekle yetineceğim, çünkü bu yıl benim sıram henüz gelmedi, sen çok küçüksün daha, montessori-onaylı bebek oyuncakları da büyük zevk vermiyor bana, belki de, imalatçı etiketi bütünüyle yutulmayacağına dair garanti verse de bunları ağzıma sokmaktan hoşlanmadığım için. hayır, beklemem gerekiyor, iki yıl, üç ya da dört yıl. o zaman, benim sıram da gelecek; anne egemenliğindeki eğitim aşaması geçecek, tüylü oyuncak ayı yönetimi son bulacak ve kapanacak ve babalık yetkesinin tatlı ve dokunulmaz şiddetiyle senin yurttaş bilincini kalıba dökmeye başlayabileceğim an gelmiş olacak. o zaman stefano...

    o zaman armağanların silahlar olacak. çifte namlulu tüfekler. kesintisiz ateş eden silahlar. hafif makineli tüfekler. toplar. bazukalar. süvari kılıçları. bütün savaş giysileriyle kurşun askerler ordusu. açılıp kapanan köprüleriyle şatolar. kuşatılacak kaleler. kazamatlar, barut depoları, destroyerler, jetler. makineli tüfekler, hançerler, rövelverler. coltlar ve winchesterler. eski fransız tüfekleri, 91'ler, garandlar, mermiler, arkebüzler, külverinler, sapanlar, arbaletler, kurşun top mermileri, katapultlar, meşaleler, el bombaları, mancınıklar, kılıçlar, kargılar, kale duvarlarını yıkmakta kullanılan kalın kütükler, baltalı kargılar ve borda kancaları.tıpkı kaptan flint'inki gibi (long john silver ve ben gun'ın anılarına) sekiz riyallik dolarlar ve don barrejo'nun çok sevdiği türden kamalar ve bir defada üç pistolu safdışı edecek ve montelimar markisini yere devirecek toledo palaları ya da baron de sigognac'ın isabelle'ini elinden almak isteyen gaddarı kılıçtan geçirdiği napoliten hileleri. ve savaş baltaları, partizanlar, miserikord kamaları, hançerler, ciritler, palalar, küçük oklar, john carradine'in elektrikli sandalyede idam edilirken tuttuğu, kimse anımsamasa bile çok kötü bir talihtir bu, kılıç bastonlar da olacak. carmaux ve van stiller'in benzini uçuracak korsan kılıçları ve hiçbir sir james brook'ın görmediği cinsten (görmüş olsaydı, portekizliler karşısında teslim olmayacağı) üzeri kakma ile süslemeli pistollar; gün clignancourt'ta yavaş yavaş batarken sir william'ın çömezinin, kendi öz anası yaşlı paragöz fipart'ı öldürmüş olan katil zampa'yı öldürdüğü türden üçgen ağızlı hançerler; ve bakır rengi sakalları, kurşun bir tarakla devamlı tarandığı için kendisini daha da büyüleyici gösteren beaufort dükü mazarin'in çelengini sevinçle bekleyerek ata binip uzaklaştığı sırada gardiyan la ramee'nin ağzına sokulanlara benzer peres d'angoisse'ler; ve betel çiğnemekten dişleri kıpkırmızı olmuş adamların ateşleyeceği, ağızları çivi dolu tüfekler; parlak giysili arapların saldırılarında kullanılacak, kundakları sedeften tabancalar; nottingham şerifini kıskançlıktan mosmor edecek şimşek hızında oklar; minnehaha'da ya da (iki dilli olduğunuza göre) winnetou'da bulunabileceklere benzer kafatası derisi yüzmek için bıçaklar. kibar bir hırsızın işini yapabilmesi için gerekli, frakın altında yelek cebine sokulu küçük, yassı bir pistol ya da cep çöktüren veya michael shayne'ın koltuk altını dolduran ağır bir luger. jesse james'e ve wild bill hickok'a layık av tüfekleri ya da ağızdan dolma sambigliong. kısacası, silahlar. çok sayıda silah. bunlar, oğlum, bütün noellerinin anımsanacak şeyleri olacak.

    bayım, şaşkınım -diyecek bazıları- siz, bir nükleer silahsızlanma komitesi üyesi ve barış hareketi destekleyicisi; başkentteki yürüyüşlere katılmış ve ara sıra bir aldermaston mistiği beslemiş olan siz.
    kendimle çelişiyor muyum? eh, kendimle çelişiyorum (walt whitman'ın diyeceği gibi).
    bir sabah, bir dostumun oğluna bir armağan almaya söz verdiğim bir sabah, frankfurt'ta büyük bir mağazaya girdim ve güzel bir rövelver istedim. herkes şaşkın şaşkın baktı yüzüme: biz savaş oyuncakları bulundurmuyoruz, bayım. kanınızı dondurmaya yeter bir yanıt. rezil olmuştum, çıktım oradan ve kaldırımdan geçmekte olan iki bundeswehr adamıyla burun buruna geldim. gerçeğe geri dönmüştüm. hiç kimsenin benimle alay etmesine izin veremezdim. bundan böyle yalnızca kişisel deneyime güvenecektim, pedagogların canı cehennemeydi.

    benim çocukluğum hep değilse bile çoğunlukla kavgacı geçmişti. çalılıkların arasında son dakikada doğaçlamadan çaldığım kamışçıklar kullanırdım; park etmiş arabaların gerisine çömelir, otomatik tüfeğimi ateşlerdim; süngü takıp saldırırdım. çok kanlı savaşlar beni çekiyordu. evdeyse oyuncak askerlerim vardı. sinir bozucu stratejilere, haftalarca süren operasyonlara, uzun tüylü oyuncak ayımla kız kardeşimin oyuncak bebeklerinin kalıntılarını bile seferber ettiğim uzun kampanyalara katılırdı ordular. paralı askerlerden çeteler kurar, az sayıda fakat sadık taraftarıma beni 'piazza cenova terörü' (şimdi piazza matteotti) diye çağırtırdım. daha güçlü bir başka birlikle karıştırmak için bir grup kara aslan'ı dağıtır, daha sonra da bunlara felaket bir hükümet bildirisi yayınlardım. monferrato bölgesine yerleşince zorla yol çetesine alındım ve kıçıma yüz tekme ve tavuk kümesinde üç saat hapislikten oluşan bir erginlenme törenine sokuldum. nizza deresi çetesine karşı savaştık, korkunç pis, dehşet saçan bir çeteydi bu. ilk keresinde çok korktum ve kaçtım; ikincisinde, dudağımın üzerine bir taş yedim, şimdi hala dilimle hissedebildiğim ufak bir düğüm var orada. (sonra gerçek savaş başladı. partizanlar sten makineli tüfeklerini iki saniyeliğine tutmamıza izin veriyorlardı ve biz alınlarının ortasında bir delikle yerde ölü yatan arkadaşlarımızı görüyorduk. fakat o zamana kadar erginleşiyorduk, on sekiz yaşındaki gençleri aşk yaparken yakalamak için belbo nehrinin kıyıları boyunca dolaşıyorduk, bunun dışında, delikanlılığın gizemli bunalımlarının pençesinde, tenin bütün hazlarından vazgeçmiştik.)

    bu savaş oyunları sarhoşluğu, tüfeğe elini sürmeksizin, kışladaki uzun saatlerini ortaçağ felsefesini ciddi ciddi incelemeye adayarak on sekiz ay askerlik hizmeti yapmayı başarabilen bir adam ortaya çıkardı. birçok günahı olan, ama silahları sevmek ve savaşçı değerlerin kutsallığına ve etkinliğine inanmak gibi çirkin bir suçu hiçbir zaman işlememiş olan bir insan. bir orduyu, ancak askerleri vajont felaketinden sonra barışçı ve soylu sivil bir amaç uğruna bataklıkta zorla ilerlerken gördüğünde takdir eden bir adam. savaşlara kesinlikle inanmayan, savaşların haksız ve lanetli olduğuna, insanın bir çatışmaya sürüklendiğinde istemeye istemeye, çabuk biteceğini umarak ve bir onur sorunu olduğu ve bundan kaçamayacağı için her şeyi tehlikeye atarak dövüştüğüne inanan bir adam. ve sanıyorum ki, benim savaştan derin, sistemli, aydınca ve belgelere dayanan nefretimi, çocukluk günlerimdeki sağlıklı, masum, platonik olarak oynadığım kanlı oyunlara borçluyum, tıpkı bir kovboy filminden sonra (şiddetli bir kavgadan sonra, hani meyhanenin balkonu çöker, masalar ve büyük ayna kırılır, birisi piyano çalana ateş eder ve dökme cam pencere paramparça aşağı iner ya, o türden) sinemadan daha temiz, daha sevecen, rahatlamış, yanınızdan sizi itip kakarak geçenlere gülümsemeye, yuvasından düşmüş bir serçeyi kurtarmaya hazır çıkışınız gibi; tragedyanın gözlerimizin önünde kan kırmızı bir bayrak sallamasını ve içimizi kutsal epsom tuzlarıyla temizlemesini isterken aristoteles'in de iyice farkında olduğu gibi.

    o zaman eichmann'ın çocukluğu gelir aklıma. meccano parçalarını inceler ve kitapçıktaki talimatı görev aşkıyla bir bir uygularken yüzündeki o ölüm muhasebecisi ifadesiyle yüzüstü yere uzanmış; kimya setinin parlak kutusunu da açmak istiyor sabırsızca; küçük marangoz'un minicik aletlerini, eli genişliğindeki planyayı, yirmi santimlik bir testereyi bir kontrplak parçası üzerine sererken sadistçe bir haz duyuyor. minyatür viçler kuran çocuklara bakın! bu küçük matematikçiler, soğuk ve çarpıtılmış zihinlerinde, olgunluk yıllarını güdüleyecek iğrenç karmaşaları baskı altında tutuyorlar. oyuncak trenin düğmelerini çalıştıran her bir küçük canavarda ölüm kamplarının gelecekteki bir müdürü yatıyor! o sinik oyuncak sanayinin onlar için imal ettiği, gerçekten açılan bagajı, aşağı yukarı indirilebilen pencere camlarıyla kusursuz örnekleri o kibrit kutusu büyüklüğündeki arabalara düşkünlerse, dikkat edin -korkunç! elektronik bir ordunun her türlü duygudan yoksun, bir atom savaşının kırmızı düğmesine soğukkanlılıkla basacak olan gelecekteki komutanları için korkunç bir eğlence!
    onları şimdiden tanıyabilirsiniz. büyük arsa spekülatörleri, karakışta kiracısını evi boşaltmaya zorlayan gecekondu ağalarıdır bunlar; o rezil monopol oyununda, mülk alıp satma düşüncesine alışırken, hisse senedi portföyleriyle acımasızca uğraşırken kişiliklerini ortaya çıkartmaktalar. analarının sütünden kazanma tadını almış ve bingo kartlarıyla ticareti öğrenmiş, bugünün grandet babalarıdır onlar. lego bloklarında eğitilmiş ölüm bürokratları, tinsel ölümleri küçük postanenin lastik damgaları ve terazileriyle başlamış bürokrasi zombileridir bunlar.

    peki yarın? sanayileşmiş noellerin, konuşan, şarkı söyleyen ve yürüyen amerikan bebekleri, tükenmez pili sayesinde zıplayan, dans eden japon robotları, düzenekleri her zaman bir giz olarak kalacak radyoyla kontrol edilen otomobiller ürettiği bir çocukluktan ne çıkacak ortaya?..

    stefano, oğlum benim, sana tüfekler verceğim. çünkü tüfek bir oyun değildir. bir oyun esinidir o. onunla bir durum, bir dizi ilişki, bir olaylar diyalektiği bulmak zorunda kalacaksın. bomm diye bağırmak zorunda kalacaksın ve oyunun ancak senin ona verdiğin bir değer taşıdığını, bundan başka bir değeri olmadığını keşfedeceksin. düşmanları yokettiğini hayal ederken, can sıkıcı uygarlığın, seni boyuna, şirket psikologlarının verdiği rorschach testlerine giren bir sinir hastasına döndürmedikçe asla söndüremeyeceği bir atasal dürtüyü doyuruyor olacaksın. fakat düşmanları öldürmenin bir oyun uydaşımı, başka bir sürü oyun gibi bir oyun olduğunu anlayacak ve böylece bunun bir dış gerçeklik olduğunu öğrenecek ve oynarken oyunun sınırlarının farkına varacaksın. öfkenin ve basılamanın üstesinden geleceksin, o zaman ne ölümü ne de yoketmeyi düşünen başka bildirileri almaya hazır olacaksın. gerçekten de, ölümün ve yoketmenin sana hep düşlem öğeleri olarak görülmesi önemlidir, tıpkı hepimizin mutlaka, ama eninde sonunda alsaslılar için akıl dışı bir kin beslemeksizin nefret ettiği kırmızı başlıklı kız öyküsündeki kurt gibi.

    ama öykünün tümü bu olmayabilir ve ben senin için tamamlayacağım öyküyü. ilk temel içgüdülerin temizlenmesi oyunu içinde, pars construens'i, değerler bağlantısını daha sonraya, katarsis sonrasına erteleyerek, sırf sinirsel bir boşaltım için colt'unu ateşlemene izin vermeyeceğim. sen hala koltuğun arkasına gizlenip ateş ederken sana fikirler vermeye çalışacağım.

    önce, kızılderililere değil, kızılderililerin yaşadıkları bölgeleri yok eden silah tüccarlarına ve içki satıcılarına ateş etmeyi öğreteceğim. güneyli köle sahiplerine, lincoln'e destek olsun diye ateş etmeyi öğreteceğim. kongolu yamyamlara değil fildişi avcılarına ateş etmeyi öğreteceğim; zayıf bir anımda dr. livingstone'u, diyelim büyük bir kazan içinde haşlamayı da öğretebilirim. lawrence'a karşı arapları oynayacağız; esli romalıları oynuyorsak, biz piemonteliler gibi kelt olan ve yakında kuşkuyla bakmayı öğreneceğin julius caesar'dan çok daha temiz olan galyalılardan yana olacağız: çünkü ölümünden sonra yurttaşların gezinebileceği bahçeleri bahşiş gibi bırakarak, demokratik bir topluluğu özgürlüğünden etmek yanlıştır. o iğrenç general cluster'a karşı oturan boğa'nın yanında olacağız. ve doğallıkla boxer'ların yanında. istendiğinde bir cezayirliyi sopadan geçirmeyi reddedemeyecek kadar görevinin kölesi juve ile değil de fantomas ile birlikte. ama şaka yapıyorum şimdi: tabii, fantomas'nın kötü bir herif olduğunu öğreteceğim sana, ama namussuz barones orczy'nin suç ortaklığını yapıp, scarlet pimpernel'in bir kahraman olduğunu söylemeyeceğim. iyi insan danton ve saf robespierre'nin başını belaya okan pis bir vendeeliydi ve eğer fransız ihtilalini oynarsak, bastille'in alınışına katılacağız.

    bunlar olağanüstü oyunlar olacak. düşün! birlikte oynayacağız bunları. ha, pasta yememize izin vermek istiyordun, değil mi? tamam, m. santerre, davullar çalsın! dünyanın bütün örgü örücüleri, birleşin ve örgü şişlerinize ellerinden gelen kötülüğü yaptırın! bugün marie antoinette'in başının uçuruluşu oyununu oynayacağız!

    sapkın çocuk terbiyesi mi diyorsunuz buna? ve siz, doğumundan beri faşist düşmanı bay, çocuğunuzla partizanlar oyunu oynadınız mı hiç? yatağın arkasına gizlenip de langhe vadilerindeymiş gibi yaparak, 'dikkatli ol, sağdan kara faşist tugayı geliyor!' diye bağırdınız mı? bir toparlanmadır bu, ateş ediyorlar, nazilerin ateşine karşılık verin! hayır, siz oğlunuza inşaat blokları verdiniz ve onu amerikan yerlilerinin kökünü kurutan dövüşleri göklere çıkaran filmlere gönderdiniz hizmetçiyle.

    işte böyle, sevgili stefano, sana tüfekler vereceğim. ve gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana. gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın, fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı kanılar geliştireceksin. o zaman, büyüdüğünde, bütün bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın: kırmızı başlıklı kız, sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular. ama olur da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri hala sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular, bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için, yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin.
  • hayatıma giren en güzel gözlerin sahibi delidolu oğluma;

    canımsın güneyim; güney koyduk adını sen gelmeden; utandırmadın bizi, hayallerimizdeki gibi dağınık afacan saçların ve tüm yüzüne dağılan gülüşünle güneysin sen; sıcaksın, sanki bitmeyen bir tatilsin, özgürlüksün sanki.

    ben fallara inanmam ama yıllar önce biri bana oğlun olacak demişti. nedense inanmıştım; yani bekliyordum ben seni. ama bu kadar neşeli bu kadar delidolu bu kadar güzel olacağını hayal bile edemezdim.

    henüz karnımdayken bile yerinde duramıyordun, doktor diyordu ki; ikizini ezecek bu, kordondan tüm geleni kapıyor, bu oğlan çok haşarı.
    o kadar güzeldin ki doğduğunda; şimdi daha dokuz aylıksın; bir bu kadar daha sonra sana masal anlatmaya başlayacağım. işte o masallardaki gibi güzeldi yüzün, kar gibi beyaz tenin, kıpkırmızı kocaman dudakların vardı. sen dünyanın en güzel ağlayan bebeğiydin.
    dudağını sarkıtıp ince ince içli içli ağlardın. kıyamazdım hiç, bir yandan da keşke biraz seyredebilsem ağlarken derdim.
    kara kara dalga dalga gür saçların vardı ve hiç azalmadı.çok dökülüyordu ilk zamanlar, yatağında topak topak tüycükler kalırdı. gene de hiç azalmadı.

    çok iştahlı bir bebektin. ilk ayında hep emmek isterdin, yara oldu göğüslerim çok acıdı ama kıyamadım sana. bazen kızardım ama, nisanın emmesine vakit bırakmıyorsun diye.
    ilk kez bana bilinçli olarak dokunduğun zamanı, ilk gülüşünü hatırlıyorum. sen benim gördüğüm en güzel gülücüksün. herkese gülüyorsun ve mutluluğun bütün yüzüne yayılıyor, gözlerinde küçük ışıklar yanıyor gibi oluyor.
    babanla çok iyi anlaşıyorsunuz, iki deli evde kocaman kahkahalarla gülüp boğuşuyorsunuz. havalara atılayım, yerlerde sürüneyim istiyorsun. enerjine hayranım, duramıyorsun bir dakika bile.

    3-4 aylık olduğunda herşeye şaşırmaya başladın; o kadar güzeldi ki gözlerini kocaman açıp şaşırarak etrafını izlemen. seni sünnet ettirdik 3,5 aylıkken. ağlamadın hiç, ameliyathaneden çıkmayınca öldüm ben korkudan, yığılacağım ameliyathane kapılarında sandım. meğer tüm doktorlar sıra olmuşlar seni sevmek için. o yüzden bekletmişler bizi. sen bakanın kayıtsız kalamayacağı kadar güzel bir bebektin; hala da öylesin.
    beni görünce sevinirdin ama oyun hep kucaktan daha cazip gelirdi sana, sarılmayla kaybedecek vaktin yok gibiydi.
    oysa şimdi öyle güzel sarılıyorsun ki bana, saçlarımı öyle güzel seviyorsun ki, hayatın anlamı buymuş diyorum. ellerini öpmeye doyamıyorum, gördüğüm en güzel ayaklara sahipsin, onları çoraba hapsettiren kıştan nefret ediyorum.

    çok güzel konuşuyorsun bu aralar; sanki koreli gibi. beni en çok güldüren insansın. “hajjiyya hooyyaa haççiii” diye çığlıklar atıyorsun. ilk kelimen “babam” oldu ikincisi ise evdeki posterlerine bakarak söylediğin “edi” . şimdilik en sevdiğin kahramanlar edi ve büdü.

    sen ikizeşisin bebeğim, bir kızkardeşin var. sana asla nasihat veren bir anne olmak istemem. ama bir dileğim var senden; kızkardeşini arkadaşın, kardeşin olarak gör. toplumsal baskılarla, onun sorumluluğunu alıp onu yönetmekle, kollamakla uğraşma. seninle ilgili hayallerim cilt cilt romanlara sığmaz. ama anne babasının hayallerini gerçekleştirmeye adanmış bir yaşamın olmayacak korkma.
    sen erkeksin diye, sana bu coğrafyada biçilen erkeklik sorumluluğunu yüklemeyeceğim.
    sen benim için özgür bir ruhun hayaliydin; öyle olmanı dilerim.
    sen çok sevgi dolu bir bebeksin; hep de öyle kalasın umarım. doktorun bile hayran sana, aşı olurken ağlamayan kaç bebek var dünyada?

    sana özgür bir dünya yaratmak istiyorum; kırdığın şişeler, devirdiğin çerçeveler, delik deşik ettiğin sehpa yüzünden top oynamaktan men edilmeyeceksin annecim, sen doyasıya koşmanın tadını alacaksın, annen teneffüslerde gelip sırtına ter bezi koyup utandırmayacak seni. senin kararların hep dinlenecek bizim evimizin 4 kişilik cumhuriyetinde, sen mühendis, doktor ya da avukat olmak zorunda değilsin, sana “karına bakma mecburiyeti” hissi hiç yaşatmayacağım. tek isteğim, hayatta mutlu olacağın şey neyse onu bulman ve peşinden gitmen. amatör küme futbolcusu da olabilirsin, iddia bayii de açabilirsin.yeter ki uğruna çabaladığın şey seni mutlu etsin.

    insanları dini, ırkı, dili, parası için yargılamayan, kadın erkek ayırmadan insan seven bir adam olasın dilerim. sana bu hoşgörüyü verebilecek gücüm olsun isterim tanrı’dan.
    sana ebeveyn değil, sırdaş, yoldaş olalım isterim; ilk rakını babanın elinden içesin, utanmadan aşk acını çekebilesin. özlemimi içime vurur yolunu gözlerim eğer ki birgün sırtçantanı alıp dünyayı gezmek istersen. belki bir devrim kahramanı olursun, elim kalbimde adını heryerde gururla söylerim.

    seni seviyorum bebeğim. beni sinemaya götüreceğin, sevgilini eve getirip tanıştıracağın günlerin hayaliyle şimdi yanına evimize geliyorum.
  • (bkz: umut sarikaya)
  • adi deniz gönlu okyanus kücük ogluşum benim,

    o kadar sevimli ve o kadar guzelsin ki gözumde salonun ortasinda filinin ustune
    binmis sallanirken canlaniverdin su koca plaza da. evime gelmeme ve kardesinle sana
    kavusmama az kaldi. birazdan kapi calacak ve ada ile sen gelip acmaya ugrasacaksiniz.
    onde babaniz, bacaklarina yapismis sizler bana hosgeldin senfonisi calacaksiniz.
    sen bir sure sonra su kapi calisinda ilginc bir mana olmadigini anlayip elini "ehhhh"
    diye sallayip kamyonunu "vinnnn" yapacaksin. oglum kaka yaptinmi diye soracagim
    elini bacak arana goturup eeee diyeceksin. aksam yemegimizde babana al beni isareti
    cekip her yemegi ille de kendin kasiklamak isteyeceksin. sonra gozlenirini ovusturup
    emzigini bulacaksin ve agzina sokup yastigini kapip gelip dizlerime yatacaksin.
    hele birde oncesinde agzimdan bici bici lafi cikmaya gorsun, banyo kapisinda nobete durup,
    acilinca hemen kuvetini sirtlayacaksin.

    yataginin her kosesi dagilacak sen uyurken. cenin gibi kivrilip sonra cicek gibi acilacaksin.
    uyurken oylesine mest edeceksin ki beni saclarini oksayacak ve uyandirmadan opmeye
    calisacagim seni. sonra doyamadan bir daha birdaha derken kucuk bir mizilti duyulacak ve
    azat edip guzel ruyalara birakacagim seni.

    4 haziran 2005’de 9.26’da merhaba dedin dunyamiza. doktor gobek baginizi ayirirken
    benden, bu da erkek diye seslenmis kameraya.evet oglum da boyle aglamadan zirlamadan
    usul usul gelmis diyorum kameraya bakinca. oylesine burusuk ve oylesine aciz gorunmustun ki
    ada’nin yaninda... dogum yatagimin yanina sizi tek bir besige yan yana yatirmislardi.
    yuzun bana dönük ve gözunu kapatmadan beni incelemistin. acil sismanlatılmasi
    gereken bir bebek gozuyle ve icim eriyerek bakmistim sana. ada’ya gore emmeyi cok
    seven bir bebektin. gogsumde ben birakmadan saatlerce kalabilirdin. hatta bir ara
    gordugun herseyi meme sanip emmek istiyordun. ilk uç ayinizi takip eden sirin bir
    kadin doktorumuz vardi. ona bu oglan herseyi emmek istiyor dedigimde ilk once
    abarttigimi sanip gulmus kucagina alinca ve sen minik bebegim, kadinin gogsune
    yapisinca hemen emzik onerisinde bulunmustu. oylesine komikti o donemlerimiz.

    sevgili deniz’im,
    senin son gunlerde favori sarkin cakkidi, hepsi'nin kizlarina ise bayiliyorsun.
    hep diyorum ya sana, senin o tatli poponu yerim, ellerini kollarini, o gulucuklu
    dudaklarini yemek istiyorum. ada’yla dovusmelerinizi her cici kardes dedigimizde
    opusmelerinizi hic unutmayacagim. yamuk kestimiz saclarin icinde koca bir ozur
    diliyorum senden sevgili oglum.

    benim sari sacli gunes yuzlu oglum, hayat uzerine gencten verdigim vasiyetim su olacak
    sana. mutlulugu ara hayatinda. askinda, isinde, gezdigin her yerde.seni mutlu etmeyecek
    hicbirseye katlanmak zorunda hissetme kendini. benim babani sevdigim kadar seni
    sevebilecek bir kadin ciksin yoluna ve senin saclarini oksadigim gibi oksasin saclarini.
    seni dinleyecek arkadaslarin olsun. tartisacak kadar bilgi edin, onaracak kadar
    terzisi ol her yanlisinin. omur musaade ettigince yaninizda olacagimizi bil. kardesin
    senin oteki yarindir unutma. onun ozgur secimlerinde destek ol, sirdas ol.

    yuregimi boldugumu ve her parcasinin bir dunyaya bir omre bedel oldugunu bil lutfen.
    allah’in seni her zaman her yerde korumasini ve hayatin seni incitmemesini diliyorum
    kucuk efendi!

    seni cok seven annen
  • canım benim.

    canım derken gerçekten can anlamında kullandım. hatta canımdan da önce
    gelen tek varlığım. 1980 yılıniın o çok soğuk mart ayında *
    sen doğduğun an, bir daha asla o andaki kadar mutlu olamayacağımı
    sandım. seninle geçen her anın, seni sevdiğim her anın, senin beni
    sevdiğin her anın, bana çok daha büyük mutluluklar vereceğini aklıma bile
    getirmemiştim. oysa doğduğun anda duyduğum mutluluk, senin büyürken
    yanımda olmandan duyduğum mutluluğun yanında okyanustaki bir damla kadar
    olabileceğini algılamam olanaksızmış.
    oğlummm, oğlummm, oğlummm benim
    seninle yaşamın tüm renklerini, sevgilerin en yücesini ve
    kutsalını yaşadım.
    yaşam insanlara joker dağıtır. kimilerinin birkaç jokeri vardır. kimilerinin de hiç
    yoktur. oysa ben çok net olarak biliyordum ki benim tek joker hakkım vardı.
    ve ben o jokeri de çocuğum için kullanmak istedim.
    onun için bu denli başarılı, sevgi dolu. insan gibi insan, adam
    gibi adam oldun. tek dileğim, mutlu olman dert yüzü görmemendir.
    senin başına gelecek tüm kederleri,
    sıkıntıları, hastalıkları üzüntüleri * senin yerine
    çekmeye razıyım.
    yaşamım boyunca hiç kimseye gerçekten gönül borcu
    duymadım * sadece senin doğmana neden olduğu için, ona karşı
    birazcık boynum eğik kalıyor. ne diyebilirim ki, ömrüm boyunca yaptığım
    koşulsuz, karşılıksız, yalansız, güzelliğine ve doğruluğuna kuşkusuz
    inandığım tek değersin.
    iyi ki varsın, iyi ki doğdun. cennette kanatlarını bırakıp bana gelen,
    cennette kanatlı olmaktansa yanımda kanatsız olmayı yeğleyen
    meleğim. hoşgeldin dünyama, sefalar getirdin, mutluluklar getirdin.
    şimdi o kadar az dileğim kaldı ki. senin için istediğim tüm dileklerim
    yerine geldi .
    artık, yaşamın boyunca, seni mutlu kilacak bir iş, sevgi
    dolu, seni gerçekten seven bir eş, mutluluk dolu ev, yuvanıza mutluluk
    katacak hayırlı tıpkı senin gibi bebek * uzun sağlıklı ve
    ve sevgi dolu dünyan olmasini diliyorum. sevgiyle, sevgi dolu yaşa oğlum.
    sakın unutma, yaşamda da ölümde de, sıkıntın olduğu her anda, bana gerek
    duyduğun her anda ruhum yaninda olacak.
    ve bunu da sakın unutma
    seni çok seviyorum oğlum. bunu söylemekten asla bikmayacağim. seni gerçekten
    çok seviyorum. *
    doğum günün kutlu olsun , nice yıllara.
  • can'ına yazmış ama ben de can'ım, sizde can'sınız.

    "henüz resmen tanışmadık. dolayısıyla, huyunu suyunu pek bilemiyorum. şu ana kadar tipik doğmamış bebek özellikleri sergiliyorsun. yanlış anlama, tabii ki klasik bir bebek olmanın hiçbir sakıncası yok. ama takdir edersin ki insan söze nasıl başlayacağını kestiremiyor. daha doğrusu, annenin karnına walkman kulaklığı dayayıp sana zorla piyano sonatları dinletmemiz ve senin minik tekmelerin dışındaki bu ilk iletişim çabamızın gidişatını kestirmek güç. o zaman sözü hiç çorba etmeyeyim; varlığınla ne kadar mutlu olduğumuzu ve sana kavuşacağımız günü nasıl dört gözle beklediğimizi söyleyeyim olsun bitsin.

    senin baban bir yazar (naci abi'nin buradaki çizimlerine bakma, daha yakışıklıdır aslında). bugüne kadar birkaç kitap yazdı. sen bu satırları okuyacak yaşa gelene kadar muhtemelen birkaç kitap daha yazacak. sen onları okur musun bilemiyorum. daha doğrusu, her yazar kuşağının zaman zaman duyduğu, yazılı kültürün yakında sona ereceğine dair o endişe bende de var. herhalde unutulmaktan korkuyoruz.

    aşk olsun demek geliyor içimden kendime, insan hiç unutulur mu?

    okyanus kıyısındaki küçük bir kentte politika tartışıp sonra da birlikte dünya kupası maçlarını izlediğimiz o yunan genci ben unuttum mu? annenle ilk çıktığımız akşam gittiğimiz sinemada arkamızda oturup durmadan konuşan o teyzeleri unutabilir miyim? yatılı okula ilk başladığım gün sohbet ettiğim uzun yüzlü kapı görevlisi hiç çıkacak mı aklımdan? şu anda yüzleri aklıma gelmeyenler bile yıllar sonra anımsanmak üzere belleğimin derinliklerinde beklemiyor mu? unutulmamak için neden kitap yazmaya gereksinim duysun insanlar?

    dünyaya varlığımızla bir iz bırakmış olmamız bile bunun için yeterli değil mi?

    sözünü ettiklerim ilgini çok çekmiyorsa, lütfen kusura bakma. dediğim gibi, henüz ilgi alanlarını bilmiyoruz. belki babanın yapamadığını yapıp iyi bir gezgin olacaksın ve gidilmemiş kentler, görülmemiş denizler seni daha çok cezp edecek. belki yaşıtlarının çoğu gibi senin de aran bilgisayar teknolojisiyle ya da elektronikle iyi olacak. o zaman benim senden öğreneceğim şeyler belirleyecek demektir ilişkimizi. gerçi doğduğun an yüzüne bakıp yaşamın o ana dek farkına varmadığım bir boyutunu göreceğime eminim. belki de özlemlerimiz ve umutlarımız senin varlığınla yeni bir biçim kazanacak. sense bütün bunlarla hiç ilgilenmeden, akciğerlerine dolan havanın şaşkınlığıyla ağlayacaksın yalnızca.

    sevgili oğlum;
    her şeye karşın güzel bir dünyaya gelmek üzere olduğunu bil. dışarıda seni güzel kitaplar, fıstık gibi kızlar, dokunaklı kentler ve sıradağlar bekliyor. onlara saygıyla yaklaşırsan geçireceğin her dakikayı senin için bir şölene çevirmeye hazır olduklarından kuşku duyma. yalnızca onları her sabah hak etmek gerekiyor. kendimize her sabah kapıya bırakılmış gazeteye bakar gibi merakla bakmamız, keşfetmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. insanın kendi ruhunu matbaadan yeni gelmiş bir gazete gibi okuması, cansıkıntısına karşı etkili bir taktiktir, tavsiye ederim.

    "adam daha biz doğmadan nasihate başladı" demezsen, bir tavsiyem daha olacak: ağır ol. acele etme. büyürken göreceksin; şu fani yaşamda karşılaşacağın her şey seni acele ettirmeye çalışacak. kent trafiği yanından rüzgâr gibi geçecek örneğin. sonra siyasetçiler hızlı hızlı konuşacak, ukala patronlar saatlerine bakacak ve ne kadar gereksiz bir koşturmanın ortasında kalmış olduğunu anlayacaksın. arabayı yanlışlıkla stop ettirmiş acemi bir sürücü gibi hissedeceksin kendini. arkanda biriken arabalardan yükselen korna uğultusu kulak zarını zorlayacak. bırak beklesinler. o an derin bir soluk al ve yola neden çıkmış olduğunu yeniden anımsamadan arabayı çalıştırma. işin komiği, bu yaşına dek ehliyet almayı becerememiş bir baba söylüyor sana bunları. yani gönül rahatlığıyla güvenebilirsin.

    aslında onun yapamamış olduklarını bir listelesek, ehliyet meselesi alt sıralarda kalır. rock yıldızı olmayı da başaramadı örneğin. ayrıca sosyoloji okumak, mevlevi dergâhına yazılmak ya da dünyayı dolaşmak gibi gerçekleştirememiş olduğu birçok parlak düşüncesi var. iyi haberse şu: yavaş yavaş bu başarısızlıklarıyla uzlaşmaya başladı galiba. üstelik gençken yapacağına emin olduğu şeyleri yapamadan yaşam ona aklından bile geçirmemiş olduğu bir armağan veriyor. o da sen oluyorsun, hiç sağına soluna bakınma.

    için rahat olsun: seni kendi yapamadıklarıma zorlayacak değilim. yani eline zorla oyuncak gitar tutuşturmak ya da geceleri kulağına che guevara türküleri söylemek gibi niyetlerim şimdilik yok. daha sonra da olacağını sanmam. yani günün birinde şu dünyada yalnızca akvaryum balıklarıyla ilgilendiğini söylersen saygı duyarım.
    şunu da bil ki, dünyaya gelmen rastlantıyla olmadı. çok istenmiş ve beklenmiş bir çocuksun sen. bir fasulye tanesi olarak bize göründüğünden beri nelere neden olduğunu söylesem, şimdi durup dururken duygulanırsın. varoluşun bize yaşamın acı sürprizlerine dayanma gücü, saçmalıklara gülüp geçebilme cesareti ve dupduru bir mutluluk verdi. ne yazdıklarımı doğru düzgün okumaktan aciz o tayfa sıkıyor artık canımı, ne de yanlış yollara girip beni delirtmeye çalışan taksi şoförleri. dudağımda efsunlu bir tebessümle, şapşal bir sevgi kelebeği gibi dolanıyorum ortalıkta. beni tanıyanlar halime bakıp 'hayırdır inşallah' diyor.

    ilahi; senden güzel hayır mı olur?
    geçen ay siirt'teydim. botan vadisi'nde durup yıldızlara ibrahim hakkı'nın iki yüz yıl önce baktığı gibi baktım ve seni düşündüm. o yıldızların arasında senin küçük varlığına bir yer aradım. küçücük bir yıldızın seninle birlikte doğmakta olduğunu düşünmek hoşuma gitti. kâğıttan dağlar arasında geçmiş olan ömrüme sayende bir ışık düştü, umut düştü, gül düştü.
    ulan can kiremitçi, seni şimdiden çok sevdik.

    umarım sen de bizi seversin.

    tuna kiremitçi"
  • oğlum daha dünyaya geleli 1 hafta oldu alıştınmı evine ? tahminim bir 20-25 sene falan o evde yaşayacaksın..

    şunu bil geldiğin bu dünya, ne şu anda yattığın ananın kucağı kadar sevgi dolu, ne de babanın ocağı kadar güvenli umarım bunu zamanla öğrenirsin.
    arada uzun uzun bakıyosun bana sanki beni tanıyormuşsun gibi yoksa hatırladınmı beni, ben hani annenin karnındayken kafanın üzerine sıcak elini koyan hani hep o sıcaklığa doğru gittiğin elin sahibi...
    sen doğduğunda bir akrabam dediki; "sen babana nasıl davrandıysan o da sana öyle davranacak"

    ben babamı çok sevdim hala da çok severim be oğlum umarım sende beni seversin...

    yazacağım yine sana şimdi sütünü iç uyumana bak.....
hesabın var mı? giriş yap