• hep kötü örnekleri gözümüze sokulduğundan antipatik gelen durum. sigaraya alışıksanız tiryaki, alkole alışıksanız alkolik oluyorsunuz. oysa ki her gün yaptığımız yüzlerce şey de alışkanlık olarak nitelendirilebilir, sadece farkında değiliz.
  • alışkanlık, medeniyetin kendi başına itekleyicisi değil ancak bu konuda önemli bir yere sahip itekleyicilerin temel gıdası gibi bir şey. medeniyeti medeniyet kılan, oturmuş bir düzen içinde anlamlanabiliyor olmasıdır. başıbozuk insanlardan oluşan düzensiz bir rejimde yaşanan karmaşa, başlı başına bir alışkanlıktan yoksunluğun göstergesidir. daha doğrusu, bir üst kümede alışkanlığın olmadığı bir düzene, düzensizliğin düzen olarak anlaşıldığı bir akışa rastlamış oluruz. peygamber, medeniyete düşer, yani alışkanlığın ve yerli yerine oturmuş adetler zincirinin göbeğine (her insanlar topluluğu ve düzeni medeniyeti vermez). onu anlamayacak olanların arasından çıkamaz peygamber ya da bilge. ya da çıkmışsa da, anlatamadığı veyahut anlaşılamadığı için kaybolmuştur. yontucu kimliğiyle (önce medeniyet vardır, sonra bozulma en sonunda ise bozulanın gösterilmesi, düzeltilmesi. böylece kavimler bozulan düzenin ihtiyaç duyduğu yontucuyu yaratır: #16692880), orada alışkanlığın en karşısında olan şeyi gösterir, bohçasından düzeni en sarsacak olan şeyi çıkarır, mucizeyi; çünkü mucize, alışılmışın dışına çıkarak var olan düzenin değişebileceğinin bir göstergesidir. isa'nın ölüleri diriltmesi veya muhammed'in ay'ı ikiye bölmesi gibi mucizelere duyulan ihtiyaç, mevcut alışkanlıklardan beslenen itekleyicilerin iteklediği mevcut düzenden kurtulma arzusundan kaynaklanır. "ölüler eski düzende dirilmiyordu, ama öyle bir mucizeyle karşılaştık ki, ölülerin dirilmesi gibi yüzyılların birikimi olan tüm problemlerimizden de kurtulacağız" düşüncesi hâkim olur insanlarda; böylece mucizeye duyulan ihtiyaç, devrime duyulan ihtiyaç olarak kendini gösterir.

    rasyonel sorgu perdesi kalkar, realist kurtulma gayesi belirir. böylece medeniyetin takacağı yeni maske, giyeceği yeni elbise her defasında mucizelere duyulan ihtiyacı kutsîleştirir. her başlangıç kültleşmeye, kutsîleşmeye mahkûm gibidir. yeryüzünde, bir medeniyete beşik olmuş neredeyse her kentin kuruluş hikâyesinde bir mucize olmasının nedeni budur; kent kurulurken eski alışkanlıkların değiştiğini yeni bir anlayışın ve bu anlayışı sürekli besleyecek yeni alışkanlıkların doğduğunu, başlangıca tanrısal bir el atfederek anlatır. bu, aslında her defasında, her başlangıçta bir alışkanlık yitimi olduğunun göstergesidir. insan gibi, kitleler de alışkanlıkla çürüyor sanki. hâl böyle olunca, zamanın çürütemediği, eskitemediği hiçbir taze ruh olmasa gerek, diye düşünmek durumunda kalıyoruz. her şeyin sonu geldiğine göre, şu an için harika olduğunu düşündüğümüz herhangi bir şeyin de, gün geldiğinde, harikalığını yitireceğini düşünmeye mahkûm oluyoruz. hiçbir şey sonsuza dek aynı kalmıyor; aynı kalmamanın aynı kalıyor oluşu, bizi sürekli alışkanlıklarımızı sorgulamaya itebilir. oysa alışkanlık, alışkansızlıktan çok daha kuvvetli bir ittirici olduğundan, kimi zaman en haşmetli görüntüler bile ilgimizi çekmez. alışkanlık, haşmetliliğe, görkeme üstün gelir. 'alışmış kudurmuştan beterdir' sözü biraz da buna yönelik.

    seneca şöyle diyor: "nam quamdiu solita decurrunt, magnitudinem rerum consuetudo subducit" (naturales quaestiones vii.1.1) bildik hareketler uzun süre gerçekleştiğinde, alışkanlık, şeylerin görkemine üstün geliyor. insandaki alışkanlık ittiricisinin ne kadar etkili olduğunu, doğadaki görkemli hareketlerin ne kadar da dikkatimizi çekmediği tespitinden hareketle anlatmaya çalışıyor. her anımız belki mucizelerle dolu; şaşırmak da şaşırmamak da mümkün. alışkanlık sanki olan bitene şaşırmamamız gerektiğini söylerken, alıştığımız ve artık bizim için mucizeliğini yitirmiş olan akışların tümü de düzene alışmış gibi davranmaya başlıyor.

    yukarıdaki alıntıda alışkanlık kelimesine karşılık gelen "consuetudo" terimi bile kendi başına, en başta belirttiğim düzeni besleyiciliğin güzel örneğidir. nitekim bu ismin ilk manası alışkanlık olup, ikinci manası "birliktelik, temas halinde olma, sosyal iletişim"dir (social intercourse, companionship, familiarity, conversation). en başta belirttiğim o düzen besleyiciliği, aslında birlikteliğin esasını oluşturur. biz gerek kendimize, gerek kendimiz dışındaki tüm dünyaya alışkanlık gözlüğüyle değil de, miraculum terimiyle karşılanan mucize gözlüğüyle bakıyor olsak, her anımızı düzensiz ve yersiz geçirmek durumunda kalırız. sanki medeniyetin sağlamlığını oluşturan temelde yasalara sahip olma bilinci sadece alışkanlık ittiricisinden besleniyor gibidir. nitekim latincede consuetudo'nun bir anlamı da "temel yasa anlamında geleneksel doğru"dur (customary right, usage as a common law). bunu evlilik, aile, toplum, din, devlet gibi çevremizdeki bütün sorumluluk yükleyici unsurlar için düşünebilirsiniz. düzenin temsili olan bütün alışkanlıklarımız aslında yasalaşmış ve gelenekselleşmiş durumdadır (cunsuetudo teriminin anlamlarına yeniden bakınız); zaten böyle olduğu için alışarak bağlandığımız ya da bağlanarak alıştığımız her şey, bir vakit sonra yasa gibi ya da gelenek gibi bizi kavrar. zaman içinde, eskiden büyük bir şevkle tutkunu olduğumuz fakat artık alıştığımız şeylere karşı, içten içe hissettiğimiz yozluk hissi işte bu yasalaşma ve gelenekselleşme durumundan kaynaklanıyor olmalıdır. insan tutkunu olduğu şeyi yasalaştırdığında ya da gelenekselleştirdiğinde onu tümüyle yasalara göre hareket ederek bizi şaşırtmayan gökteki güneş gibi, ay gibi sıradanlaştırır; sıradanlaşma, çürümeden bile önce gelir. sıradanlaşma yozluğun, çürüme ise akışın doğal bir şekilde gerçekleştiğinin göstergesidir. düşünün, hangisi daha etkin? sıradanlaştırma mı yoksa doğallaştırma mı?

    medeniyetlerin zaman içinde kabuk değiştirmesiyle insanların ikili ilişkilerindeki kabuk değiştirmenin işte bu alışkanlık/consuetudo meselesiyle alâkalı olduğunu düşünüyorum. "sol spectatorem, nisi quum deficit, non habet" diyor seneca, yani "tutulmuyorsa, güneş'in bile seyircisi yoktur." alışkanlığın, güneş gibi belki de şu alemde görüp görebileceğimiz en şaşalı şeyin bile dikkat çekmemesine neden olduğu vurgulanırken temelde vurgulanan düzenin korunmasına bağlı olarak, onun karşısındaki meraksız tavrımızdır: "haec tamen non annotamus, quamdiu ordo servatur" / "düzen korunduğu müddetçe, bütün bunları (doğadaki aslen mucizevî olan şeyleri) kaydetmeyiz." düzeni bozan bir şeyler olmazsa, medeniyet gibi ilişkiler de çürümeye terk edilmiştir. malcolm bradbury'nin tarih adam'ını hatırlıyorum. kendilerini "dünyanın en sıkıcı çifti" olarak görebilecek akademisyen bir çiftin, onların çiftliğini bile ortadan kaldırabilecek ölçüde değişiklikler yaparak, cinsel yaşamlarını başkalarıyla doldurup, alışkanlıklarından beslenen yoz düzenlerini yıkabildiğini okumuştuk. kurgu, bu entiride anlatılmaya çalışılan temaya uyuyor. peki, insan kendisini ve değerlerini tümden ortadan kaldırabilecek çapta değişiklikler yapmasa da, çürüyen, yozlaşan ya da en basit tabirle, eskisi gibi olmayan bir alemin içinde olsa, zaman içinde alışkanlığa da alışsa, ne olur? dibe vurarak belki sıfırdan önceye doğru dönüşür; belki de bütün dönüşümler böyle bir şeydir. bir zamanlar alışmış olduğunu bile unutmuş alışkınlar olabiliriz. çoğu kere alışkanlık elimizde olan bir şey değildir, o bizi bulur.
  • atamızın maymun olduğunun kanıtlarından biri. istemsizce ve her işi yapmaya başladığınızda otomatik olarak meydana gelen şey. ne tuhaf hakikaten.
  • "alışkanlık, zevkleri oldugu gibi pişmanlıkları da köreltir." *
  • sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba, özledim
  • yeni taşınılan ev yerine eski eve gitmektir. gidip gidip geri dönmektir. vay arkadaş ya.
  • ruhun kanseri.
  • günlük yaşamın diktatörü.

    (bkz: her temas iz bırakır)
  • rutinleşmiş bağımlılık.
hesabın var mı? giriş yap