• bir kere izlemenin haksızlık olacağı film. kitabı nasıl her değişen seneyle okunmalıysa, 2012 joe wright yönetimi filmi de birden çok daha fazla izlenmeye yaraşır bir ustalık eseri olmuş. izlerken yer yer ağzım açık kaldı. acıklının ya da aşkın meşkin ötesinde artıları ve eksileri ile eğlenceli bir film de olmuş.

    --- spoiler ---

    ilk sahnelerde yine joe wright'ın elizabeth bennet ve fitzwilliam darcy'sini tren istasyonunda bacı kardeş birbirlerine koşarken görünce sesli güldüm. keira knightley'nin kareninalığı tartışmaya açık ama matthew macfayden çok başarılı bir oblonsky olmuş.

    ingiliz joe'nun anna karenina'sı çok ingiliz bir film olmuş ayrıca, bbc, itv gibi kanalların yapımlarını yakından takip edenler, bu dizilerden filmlerden aşina oldukları pek çok oyuncuyu da filmde göreceklerdir: downton abbey'nin lady mary'si michelle dockery princess myagkaya, jane eyre'in jane'i ruth wilson princess betsy tverskoy olarak benim gözüme çarpanlar, daha adını bilemediğim başkaları da irili ufaklı rollerde mükemmel iş çıkarmışlar.

    çekim tekniği ve sahne geçişleri konusunda ahkam kesemeyeceğim çünkü zerre bilgim yok, ama bu romanı kim bu şekilde filmleştirmeyi düşündüyse beynine sağlık diyebiliyorum sadece, vals sahnesinde herkesin olduğu yerde donup, anna ve vronsky'nin dansıyla salonun yeniden can bulması i-na-nıl-maz olmuştu. bu ve pek çok sahnede çenem yere düştü.

    sevişme sahneleri de ayrı bir estetik mucizesiydi, ki bunda aaron johnson denilen, yunan tanrılarının önünde secde edeceği herifin payı büyük. ilk kez savages'da izlemiş, "tövbe estafurullah insan mı lan bu?" diye 1 hafta düşünmüş, hayatı sorgulamış, kör kuyularda merdivensiz kalmış, hele ki o acuze kılıklı karısını görünce şehr-i istanbul'daki tüm çatılar tepeme yıkılmıştı. "kendine aşık etme büyüsü" gibi bir büyünün varlığına inanmış ve neden büyünün bu kadar günah olduğunu anlamıştım. günah lan, o adama günah!

    keira knightley iyi hoş, genelin aksine ben çok severim ama kadın o kadar iskeletor ki, o cennetten inme vals sahnelerinde sırtının zayıflıktan ne hale geldiğine bakmaktan odağınızı kaybediyorsunuz. yine de filmdeki tüm kadınlardan daha asil ve güzeldi, fazla mimik kullandığına katılmıyorum, vronsky'e olan tutkusundan deliye dönen kadının hakkını vermiş.

    filmin en ve tek eksik yönü bence, romanın anna'dan ve onun aşkından bile daha önemli karakteri olan konstantin levin'e, onun iç sorgu ve hesaplaşmalarına, kitty ile evliliklerinin günden güne nasıl derinleştiğine, anna düşerken levin'in yükselmesine yeterince bile değil, verilmesi gereken önemin hiç gösterilmemiş olmasıydı. levin alelade zengin bir çiftçi, şans eseri sevdiği kızla evlenen bir taşralı olarak kalmış ve bu hiç olmamış. oyuncu seçimi olarak domhnall gleeson, alfred molina'yı aratmayan, tipi ile de tam bir rus levin olmuş, keza kitty de tam bir kitty.

    film oldukça hoplamalı zıplamalı, şarkılı türkülü başlamışken sonuna doğru dekorun da, havanın da, insanların da kararması iyiyken, anna'yı intihara sürükleyen süreç maalesef filmin eğlenceli atmosferi arasında yitip gitmiş. "histerik bir kadın bir gün kıskançlık krizine girip gidip kendini raylara attı" olarak çok sakil kalmış.

    bu eksiklerine rağmen mutlaka izlenmesi ve arşivlenip tekrar tekrar izlenesi bir film çıkmış ortaya.

    --- spoiler ---

    bu filmin yönetmeni de "yönetmen", laz vampir tirakula'nın da, şafak sezer filmlerinin de. işte bu gerçeğe anlam verebilmek için benim bir 400 sene filan daha yaşamam lazım.
  • --- spoiler ---

    alexei: leave your husband and run.

    anna: i would never see my son again. the laws are made by husbands and fathers.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    izlediğim en iyi kitap uyarlamalarından biri ve kesinlikle en farklısı. sabırsızlıkla beklediğim bir filmdi. anna karenina nın bende yeri çok ayrıdır istisnasız her tren gördüğümde aklıma gelir. ne madam bovary kadar aptal ne madame de tourvel kadar ahlak timsalidir. sorgular ama bir yere varamaz, içinden çıkamaz. çok bakımdan sıradan bir kadındır. en farklı yanı yaşamaya duyduğu büyük açlıkla başedemez ve hiçbirşeyden vazgeçemezken herşeyi birden bırakır.

    anna karenina da tolstoy sanıldığı gibi ahlak dersi vermemektedir. namuslu kadının saadeti ve namussuzun trajedisi değildir anlatılan. vronski annayı baştan çıkarmaya uğraştığının yarısı kadar kiti ile uğraşsaydı ortada namus filan kalmayacağı kitapta bariz ortada. neyseki yönetmen de bu yanılgıya düşmemiş ve ortaya çok güzel tekrar tekrar izlenebilecek bir film çıkmış.

    kitabı okumamış biri levinin düşünme sahnelerinin yeterince doğru davranırsa mutlak doğruyu ve mutlak mutluluğu bulacağına inanmasının ve sonunda da bulmasının nasıl hakkını verebilir. kitinin aşkı bulamadığı için kendini sevene razı olmasını, annanın kendini ahlaksız diye dışlayan topluma karşı durmaya çalışırken içten içe onlar gibi kendini suçlamasını, sürekli tanrım beni affet demesini nasıl hissedebilir. buna rağmen anlayanları ve beğenenleri tebrik ediyorum. ben okumamış olsam akışı çok hızlı bulurdum.

    keira knightley tutkuları ile kendini kurutan, içsel hesaplaşmalarından, çelişkilerinden deliren kadında başarılıydı. vronskinin annesi onu trende gözüne kestirirken iyi ya da kötü herşeye hevesli ve meraklı saf kadını tam yansıtmıştı. oğlunun "evli bir kadınla macera yaşayıp gelişimini tamamlaması" için ideal bir tipti anna. kocasından başka kimse onun kendi de dahil herşeyi mahvedecek biri olduğunu, boyle bir şeyi kaldırabilecek kadar güclü ya da akıllı olmadığını sezemedi.

    karenin ise çocuk-kadınlarla evlenen, damla hastalığı olan markiler gibi kalmıştı aklımda ama bu filmde onu duygusuzluğu bazı sahnelerde belli olmakla birlikte kendine özgü bir aşkla seven, karısının sonunu bilecek kadar ileri görüşlü, bu sebepten karısının sevgilisinden olan çocuk zamanın rusya'sında ortada kalmasın diye boşanma işlemlerini bile yapmayan ileri görüşlü evliya bir adam olarak gördük.

    çok zaman oldu okuyalı ama benim hatırladığım bu vronski annayı elde edene kadar herşeyi yapıp sonra sallamayan bir piçken joe wright ın vronsky si sevgilisine sahip çıkmak için elinden geleni yapan bir adam. aaronun bıyıkları ise bana yanlış hatırlamadığımı söylüyor o nasıl bir hain duruştur öpüştür arkadaş bu çocuktan vronski mi olur lan sözlerimi tamamen yedim.

    entrileri okuyana kadar oblonsky nin matthew macfayden olduğunu anlamadığım için şanslıyım yoksa buna şaşırmaktan filme odaklanamayacaktım. gözüm bi yerden ısırdı lakin bu kırmızı yanaklarla darcy yi zihnimde buluşturmam imkansızdı.
    --- spoiler ---

    yani film çok güzeldi ama her zamanki gibi içime oturdu yine ya. böyle olmakla birlikte kitabı okumamış olanlara ise kesinlikle önerilmemeli. zaten herhangi bir kitabı "okumak yerine izlemek" eylemini düşünenlere ve önerenlere gel senin için özet geçerim parana yazık diyorum. haber okur gibi, nolmuş biz de bilelim, mevzudan geri kalmayalım diyerek filme gitmek film izlemek değildir.
  • direk şıpoylır diyim de, konudan bahsedeceğim film olacak herhalde...

    --- spoiler ---

    bu tip hikayeler her zaman için etkileyicidir. insan ruhunun kıvrımları, olmadık şeylere bir anda açılıvermesi ve konu aşk, tutku, arzu olunca bu ruh kıvrımlarındaki en kuytu köşelerin bile açığa çıkıvermesi. madam bovary fransız, anna karenina rus, bizde de aşk-ı memnu benzer alanlarda dolanırlar, bu kadar evrensel bir şey işte, tam insan olma hali. en zayıf, en güçlü, en korkak, en cesur bir sürü halleriyle.

    çok bilinen bu hikayeyi teatral anlatım biçimiyle yeniden kullanıma almak değişik ve hoş bir fikir. zaten film totalde kostüm-dekor, sanat yönetmenliğine, sinematografiye (adaylıklar vs için, ki müzikler de güzel, o da olur bak)) göz kırpıyor aslında. sinematografisi, anlatmak istediği duyguyu, anı verme adına renk kullanımı (özellikle karakterlerin giysileri, anna ve vronsky'nin beyazlıkları gecenin karanlığında, trenin buzla kaplı bembeyazlığı-işçinin kömür karası yüzü ve daha pek çok sahne) oyuncuların pozisyonlanmaları en dikkat çeken özelliği.

    yazılmıştır sanırım, tüm entry'lere bakamadım ama vals sahnesi sanat yönetimi için filmin herhalde kartını en güçlü kullandığı sahne. ama allah için yönetmen ruhunu koymuş oraya, bir vals ve de valse entegre eser miktardan hallice sevişme, vals müziğiyle de yoğrulup bu kadar güzel anlatılabilirdi. yasak aşkın tutku ve ihtirasını vermede epey etkili olmuş vals müziği. tabii, bu etkiyi yaratan şeyler arasında anna'nın kostümü, genelde kostümler ve özellikle o muhteşem kolyesi, artı küpeleri, yüzükleri, yani o imparatorluk rusya'sının görkemini veren tüm zenginlik göstergelerini saymadan olmaz.

    imparatorluk rusya'sı ile değişmekte olan bu imparatorluğun sosyal yapısı da (eski kafalı moskovalılarla, havalı petersburglular olarak atfedildiği üzere) sanki verilmek istenmiş ama çok yedirilememiş gibi. sanki o yasak aşk'ın da içine doğduğu o sosyolojik durum eleştirisi biraz kenarda kalıyor gibi. ama yine de güzel. anna ve vronsky illaki etkiliyorlar, ki bu büyük oranda romanın güçlü temellerinden geliyor zaten.

    gerçi jude law'u aldatılan koca/imparatorluk temsilcisi değil de, yasak aşkın diğer kahramanı olarak o vals sahnesinde, anna ile yasak aşkında görmek istemez miydim? isterdim elbet yalan yok ama alfie'de gördüydük zati diyerek teselli bulduk artık yapacak bir şey yok.

    ve ister fransız, ister türk isterse de rus olsun, illaki işin sonunda kadın herbişeylerin bedelini en fecisinden öderken, erkekler gül gibi ortalıktadır, yazgısına yandığım.
    bu arada, keira'nın o gül motifli kolyesi, kaç yıl önceki titanik'teki kate'inkini iyi döver bence. oscar'larda bile taktıydı onu, burada harcarlarsa keira'nın kolyesini yanarım.

    edit: lepridik'ten gelen bir mesaj unuttuğum önemli bir noktayı hatırlattı bana, teşekkürler. filmde bir yasak aşkın sebep olacağı duygu çatışmaları vs (bahsettiğim sosyal kısmın iyi yedirilememiş gibi durması da aynen) yani duygusal derinlik kısmı biraz eksik kalmış gibi hissedilebilir. ama tam olarak eksiklik de değil çünkü filmin yapısı teatral, ve o teatrallikle zaten yabancılaştırma yapıyor yönetmen ve yabancılaştırmada da duygu derinliği beklemek biraz fazla derin olabilir tabii... o yüzden biraz...değişik ya da eksikli gelebilir. bu tip bir yabancılaştırmalı kurguda, oyuncular da yapabileceklerini yapmışlar bence. yani genelde izlenebilir bir iş.

    son not: jude law'a o vals sahnesini çok gören herkeslere (castçısı, senaristçisi, yönetmen ve herkesçiklere) selam çakarım bizim semalardan.

    --- spoiler ---

    insanın anlaşılması ne kadar zor ya da ne kadar basit bir varlık aynı anda olabileceğini görmek, kuralların ve normların, sınırlarının zorlanmasına ve kurulmuş yapının bozulmasına ne kadar izin ver/m/eyeceğini bir kez daha görmek, mücevherlerin ve kostümlerin göz alıcılığıyla hoş bir iki saat geçirmek için seçilebilir bir film. güzel müzikleri de cabası.
  • joe wright uyarlamasi oyle bir filmdir ki ne anna anna'ya benzer, ne levin levin'e. keira knightley hic de evli barkli rus hatun gibi durmuyor, hos sophie marceau da tam bir anna degildi. filmde kontes vronskaya'yi aynayan olivia williams bir on sene evvel anna rolunde super olurdu bence. domnhall gleeson lyi hos ve fakat onun da bir on sene sonra levin olmasi lazim, hele ki alfred molina'yi hatirladikca hic olmadi. kismet helen mccrory ile cekilen uyarlamada olabilir mi acaba, denemek lazim. alicia vikander, kelly macdonald ve matthew mcfadyen ise enfesler. gorsel olarak o kadar tatmin edici ki, dezavantajlarin tumunu unutmak mumkun.
  • kenter tiyatrosu'nda efsane bir kadronun sunumuyla seneler önce oyununu izlemiştim, dün de sinemada izlemek nasip oldu ve açıkçası çok ama çok beğendim. tolstoy'un başyapıtı ve seneler içinde sinemada ve tiyatroda defalarca işlenen klasik bir konu ancak bu kadar özgün, çarpıcı ve lezzetli bir yorumla bizlere sunulabilirdi. oyunculuklar, mekanlar, dekorlar, manzaralar ve danslar (vals sahnesi kesinlikle en iyi film sahnelerinden biridir) 10 numaraydı.

    hem tiyatro hem sinema keyfi alabileceğiniz nadir bir yapım, sinemada izlemeyi kesinlikle kaçırmayın.
  • gittiğime pişman olduğum az sayıdaki film arasında gün itibariyle yerini aldı. oyunculuklar başarılı ama öykünün ilerleyişi sıkıcı. sürekliyiciliği bitirmişler. ne olacağını merak etmiyorsun pek. filmi izlerken sıkıldım, 3 cilt kitabı okurken sıkılmayanlara saygılar sunarım.
  • keira knightley den anna karenina olmamış bence.
  • ilk 15 dakikasıyla ölümü gösterip sıtmaya razı eden film. sinemada bir ateş basması yaşadım bir an "lan müzikale mi geldik" diye. sonraki tarzını öpüp başıma koydum. bana şükretmeyi öğretmiş, kaybolan eşşeği bulmanın ne olduğunu hatırlatmıştır.
  • anna karenina'nın hikayesini kesmiş, biçmiş, bambaşka bir şekilde dikmiş ve elindekilerden kendine kocaman kocaman dekorlar kurmuş bir joe wright oyunu.
hesabın var mı? giriş yap