• ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
    şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

    (bkz: ziya pasa)
  • hep yürürlükte kalacak söz. evrensel fizik yasaları ile aynı güçtedir.
  • geçen bulutlara bakarken düşünmüştüm… bugün uzaylılar kaçırsa beni ve uzayı büke büke kim bilir ne cehennemde bir galakside bir laboratuvara soksa. tavana assa bir kafes içinde ve kafesin dibindeki tek delikten aşağı baktığımda katı mı, sıvı mı, gaz mı olduğunu ayırt edemediğim bir kırmızı fon görsem. o kırmızılığın arasında da siyah daireler olsa... puantiyeli gibi mesela. kırmızı bölgede madde olduğunu düşünüyorum. ama siyah yuvarlaklar ne? kırmızı maddeden zeminle benim aramda daire şekilli öbeklenmiş siyah, ayrı bir madde mi var? yoksa kırmızı maddede oluşmuş boşluklara siyah başka madde mi dolmuş? yahut o siyahlar boşluk mu aslında, kırmızı maddedeki deliklerden taaaa arkalardaki karanlığı mı görüyorum ben. nasıl emin olurum? olamam. ışık, gölge, eskiden bildiklerim vs beynime ipucu vermiyorsa o görüntüyü görürüm ama doğru şekilde işleyemem. vanta siyahı illüzyonu gibi biraz. beynim o raddede ışığı emen bir malzemeyle tanışıp kendini kalibre etmediği için orada madde olduğunu, üç boyutlu bir yüzey olduğunu bilse de bocalayıp bana delik olduğunu söylemeye devam ediyor.

    bilgisiz bilimsiz çağda yaşadığımı düşünüyorum. uzayı atmosferi bilmeyen, ışığın yüzeylerdeki yansımasını tersine işleyerek iki boyutlu görüntüden üçüncüyü boyutu çıkaran algoritmayı beyni geliştirmemiş bir insan için gökyüzü de onun gibi olurdu. sonuçta göğe bakınca gözümün beynime ilettiği bilgi hepi topu “yukarıda... mavi bir fon ve yer yer büyük beyaz lekeler var.” onu zınzınzın beynim analiz ediyor hemen. “yukarıda.. mavi.. hafızayı tara: gökyüzüdür o. aralarda beyazlık... ışığa bak, şurası tombik şişik göbek olsa gerek burada, pofidik, kabar kabar o zaman. hafızayı tara: gökyüzünde kabar kabar pofuduk beyaz cisim: su buharı bu, ismi bulut, yağmur yağdırır”. bizse göğe baktıktan yarım saniye sonra beynimizin tüm bu işlemlerinden habersiz “aa şu buluta bak kocaman” diyoruz. yani gözden gelen veri %3 iken, o bit kadar objektif verinin üstüne kalan %97 subjektif bilgiyi yaşadıklarından öğrendiklerinden toplayıp hürülüp diye beynimiz ekliyor. gözümüzle değil beynimizle görüyoruz, beynimiz de yaşadıkları öğrendikleriyle görüyor. o zaman ben acemi bi dünyalı olarak başka nereden veri toplayabilir, bu bulutun bulutluğundan nasıl emin olabilirim…

    neyse işte böyle düşünüyorken yağmurdan dedi aklım direkt. yaşayıp ilişki kurarak. yağmur, yani sıvı su, aktif madde olarak her şeyin ve bizim üzerimize düşüyor. düşüşünü görüyoruz, sesini duyuyoruz, kokusunu alıyoruz, tenimizde hissediyor, dilimizi çıkarıp tadını alıyoruz. 5 duyu organına birden bağırıyor. dahası, yağmurun değdiği şeyi değiştirmesine tanıklık ediyoruz. ölmekte olan bitkiyi yeşertmesine, asfalt yolu ıslatmasına, toprağı çamur, saçlarımızı şıpır şıpır yapışına. yağmur değiştiriyor. yağmur 5 duyu organımıza birden çarpıp değdiğini de değiştirerek tabak gibi önce kendini ve sonra kökenini, yani bulutu ispatlıyor. ama yağmur bulutu tüketiyor da aynı zamanda. yani bulut bulutluğunu ispat etmek için kendinden vermek zorunda.

    sözler, kelimeler, ifadeler, tıpkı bulutlar gibi. seni çok seviyorum, değer veriyorum, her an seni düşünüyorum, bizim için çok kıymetlisin, özledim, senden nefret ediyorum, bıktım, dayanamıyorum, çabalıyorum, yapmak istiyorum, çok istiyorum, hiç istemiyorum vs vs vs... ağızdan çıkan kelimeler gözümün önünde harf harf gökyüzüne yükseliyor buğulana buğulana ve orada toplanıp bulut kümeleri oluşturuyor. amorf, sınırları belirsiz, her bakanın farklı şey göreceği kümeler. kulağım pürüzsüz bir maviliğin arasındaki o beyaz bölgeleri işitiyor aslında. beynim de o güne dek öğrendiklerine bakarak bu ses kümelerini işleyip sonuçlar, algılar üretiyor. beynin bu %3'lük ses verisini anlamlı hale getirmek için eklediği %97’lik kısım ise bu defa fiziksel bulut örneğinden 500 kat daha muallak ve subjektif. hatırlamadığı bebekliğinde annesiyle ilişkisinden hayatında yer etmiş bir dünya insanın onda bıraktığı etkilere kadar bir araba kendisinin de farkında olmadığı deneyimi referans alıyor beyin o ses kümesini işlerken. peki kayıtsız, nötr bir mavilik ve aradaki beyaz bir ses kümesine bakıyorken ben, nasıl emin olacağım? kulağım işitir ama beynim bunca taraflıyken, duyduğumun gerçek bir bulut olduğunu nasıl bilirim?
    yağmura bakarak yine işte. kelimeler, sözlerin bulutu, her ne diyor olurlarsa olsunlar, çok seviyorum, çok özledim, nefret ediyorum fark etmez... kendi yağmurlarını yağdırıyorlarsa buluttur. yağmur o duygunun o durumun varlığını gerçekliğini 5 duyuya birden bağırır, sadece kulağına değil gözüne görünür, tenine değer, tadını kokusunu tanırsın... ve üstüne yağdığı, değdiği şeyi değiştirir. yağmur maddedir, harekettir, aksiyondur, davranıştır. yağmur canlandırır, öldürür, boğar, yeşertir, besler, çürütür. “seni çok özledim” bulut gibi görünen kelime öbeğidir sadece ama görmek için 200 km yol yapmak yağmurdur, bulutunu ispatlar. “sana çok güveniyorum” bulut gibi görünen muallak kelime öbeğidir, o kişiye sorumluluk verip batırırsa bile olur öyle diye kol uzatmak yağmurdur, bulutunu ispatlar. ve ister yıkıcı ister hoş tutucu ifadeler içersin o bulut, yağmurunun ona maliyeti vardır. çünkü bulut kendi varlığını gerçekleştirmek için er veya geç yağmak, kendinden eksiltmek, kendini yoğuşturmak zorunda. bu sayede de yeniden doğar ve tekrar kendini üretir.

    bazı uyanık insanlar, özellikle de hödük muhataplarını fake plastik bulutlarla çevrelemeyi düşük maliyetli efektif bir taktik haline getirmiştir. seni seviyorumlar, benim için çok değerlisinler, canım arkadaşımlar, harika çalışansın süpersinler... buna kafası basmayan hödükler çok değer verdiklerinde bile kelime bulutlarıyla gökyüzünü donatmayı bilmediği, beceremediği veya gerekli görmediği için bu öbek öbek kabarıklıklar karşısında etkilenir. fake olabileceğini öğrenmiş olsa bile realitede unutur her seferinde. çünkü “ben çok değer verirken bile bu kadar bulut şişirmiyorum kelimelerden, onun demek ne kadar samimi, yoğun ki bu hisleri... “ içsel kabulü işler. farkında olmadan beyni %3'lük nesnel veriyi %97'lik “kişi kendinden bilir işi” oturmuş refleksleriyle donatıp ayan beyan pırıl pırıl gerçek bulutlara tamamlar. haftalar yıllar geçer. hödük için bulut vardır, ama -plastik olduğundan- yağmuru bir türlü inmez. kendini yoğuşturup yoğuşturup o sular toprağı. ufaldıkça ufalır. az dinleneyim dese otları solar, ekinleri ölür. hınk hınk ıkınır toprağı hayatta tutmak için. öbür uyanık bulut üfürmekte o kadar ustadır ki mal hödük kafası karışsa da şüphe etmez. rüzgar geldi süpürdü der, afrika'dan sıcak hava geldi der, rasyonalize etmesi gerek bu uyumsuzluğu başka açıklaması yok çünkü. niye yalandan bulut üfürsün ki bir insan. beni “pek sevmek” zorunda değil ki. beni düşünmek, özlemek, yaptığım işten çok memnun olmak, en iyi arkadaşı görmek… bu mecburiyeti yok ki. kaçan nokta bu işte. mecburiyeti yok evet, kazancı var, duygusal parazitlik o. plastik bulutlarıyla göğünü doldurup “beraber ekiyos bis” sanan hödüğün kendinden yoğuşturarak sulaması için o. bir sürü insan var böyle işçisi. güdüyor hepsini, sıfır gram kendinden yoğuştırarak parazit bir hayat sürüyor. pes edip giden bireysel sonuçta hep, demek yanlış anlamışım diyor, küsüyor, yok x yok y diyor ve üfürükçünün sürüsündeki diğer işçilerden habersiz kendisi münferit bir şey yaşadığını sanıp uzaklaşıyor. ancak stabil ve sistematik olarak sürü toplayan bir plastik bulut üfürükçüsü için her bir işçi 1-2 sene bir taraftaki toprağı işleyip sonra gitse bile, hiç yoğuşmadan küçük işçilerini kullanarak 50 yıl mis gibi geçiniyor bu insanlar.

    atalarımız “yağmasa da gürlüyor” der tatlı dilli insanlar için, takdir eder. amman diyeyim, atalarımızın “o da bi şey” naif takdirini suistimal eden, plastik bulutlarla başkalarının sırtından geçinmeyi bayağı bayağı meslek olarak yapan çok sempatik üfürükçü var ortalıkta. ve oturduğumuz yerden plastik bulutla gerçek bulutu ayırmak mümkün olmadığından hep yağmura bakmak lazım. sonuçta gürlemekle ekin yetişseydi aslanlar otçul olurdu*.
  • agzi iyi laf yapan, ikna edici (ve hatta guven verici) konu$malar yapabilen $erefsizlerin agzina oturasi* super laf.

    ayrica (bkz: lafla peynir gemisi yurumez)
  • ah keske, keske bugunun is dunyasinda gecerli olabilen laf olsa ama maalesef ki artik modasi gecmis bir soylemdir. (bkz: obsolete)
    gunumuz is yasaminda yukselmenin yolu; kendini satmaktan, torpilden, tanidiktan, cok konusmaktan, cok soylenmekten, calisiyormus gibi yapmaktan gecer oldu. eskiden ayine olan ise de pek az bakilir oldu. bu lafi diye diye, savuna savuna farkedilemeyenler de bardak oldu.
    (bkz: fazla tevazu gosterme gercek sanarlar)
  • ayinesi gorulemeyen bunyenin lafazanlikta bir ust asamaya gecmesi halinde kullanilabilecek deyis de "elinden bok gelmeyenin dili bok kureginden uzun olur"dur...

    (bkz: elinden bok gelmeyenin dilinin uzunlugu)
  • inanamazsınız hala geçerli olan bir söz.
  • bundan onceki isyerimde satis direktoru gorevini yuruten ablanin, ne zaman haksizligi tespit etsem ve cemkirsem, yasli teyzeler gibi agzinda geveledigi sozdur. babamin bir lafi vardi diye baslardi bu cumleye ve ''baban ziya pasa mi ulan'' diyemeden verdim istifami.
  • "ideoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eder" diyen althusser'in ve ideoloji kavramını sorgulayan daha nicelerinin dönüp dolaşıp geldikleri noktanın özetidir. "söz"ün doğruluğunu "eylem"le sınamak gerekliliğinin zarif bir ifadesidir aynı zamanda.
  • meali; konuşmayın, çalışın...
    doktorlarımız kısaca emedur buyurmuşlardır.
hesabın var mı? giriş yap