• alice miller tarafından yazılmış kitap.

    birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz. sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.

    birine karşı hissettiğimiz duygu "ona karşı hissetmemiz gerekenler" diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.

    gerçek hayatta "böyle hissetmem lazım!", "şöyle hissetmemem lazım!" diye bir şey yoktur çünkü. hisler ne yöne gideceklerini gerekliliklere sormazlar. hiçbir 'gerçek' ve olgun ilişki özünde nesnel değildir. özneler 'gerçek' paylaşımlarını nesnellik üzerinden kurmazlar.

    kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. içimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder.

    üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü. eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. noksanımızı, bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.

    oysa yapabileceğimiz yegâne şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. insan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.

    bunlar içinizde bir yerlere biraz tanıdık geliyorsa bu kitabı okumaya hazırsınız. size bu kitabın kimle veya kimlerle ilişkinize dair olduğunu söylemeyeceğim yine de… çünkü biliyorum ki söylersem kaçacaksınız. size iyi gelmediği, sizi mahvettiği, sizi hasta ettiği, sizi mutsuz ettiği hâlde kaçacaksınız.

    oysa kaçmanın kendisiydi asıl korkunuz. biraz canınızın yanmasına izin verirseniz, canınızın yanması geçecek. sizi kendinizin şifalı ellerine doğru çağırıyorum.
    - cem mumcu-

    yetenekli çocuğun dramı adlı dünyaca ünlü kitabın yazarı alice miller, beden asla yalan söylemez ile bu hastalıkların nasıl ortaya çıktığını gözler önüne seriyor. bu kitap, duygularımız ile bedenlerimizin kaydettikleri ve ezelden beri içselleştirdiğimiz ahlâk kurallarına uymak için hissetmek istediklerimiz arasındaki çatışmayı ele alır.
    (tanıtım bülteninden)
  • henüz okuma fırsatı dahi bulamadan yaptığı çağrışım için (bkz: meltem arıkan)(bkz: beden biliyor)
  • alice miller tarafından kaleme alınmış eser. şu sıralar tavsiye üzerine okumaya başlamış oldum, ilk bölümünü okumayı bitirdim ve keşke hiç bulaşmasaydım dedim. sürekli şu kitabımda ya da bu kitabımda bu konudan bahsetmiştim diyerek kitaplarının reklamını yapmış.

    kitapta, iyi bir çocukluk geçirememiş bireylerin ilerde yaşadığı bütün hastalıklarının, kişiliklerinin, düşüncelerinin ve fikirlerinin sebebini; çocukluklarında yaşamış oldukları şeylere bağlamıştır. örnek olarak nietzsche, kafka ve bunlar gibi önemli yazarları ve düşünürleri bu bağlamda değerlendirme uğraşına girmiştir.

    kitabın ilk bölümün sonuna ilk bölümün özeti adı altında, kendisinin bu yazarları girdikleri bu durumlarını fark edememelerini eleştirmediğini ve aciziyetleri gibi belirtmediğini yazmış.

    itina ile üzerinde durmaya çalıştığı şey benim anladığım kadarıyla; çocukluğumuzda annemizi ya da babamızı sevmemizin sebebini 4.emir denilen şeye bağlamış. eğer onlara olan öfkemizi ortaya çıkaramıyorsak da yine aynı sebepten dolayı olduğunu iddia etmiş. ayrıca şahsi fikrim yaşadıkları dönemi etkilemiş ve günümüze kadar gelen bu yazarların fikirlerininin, düşüncelerinin sadece çocukluklarına bağlamış olması varoluşçulukla taban tabana zıt ve yazarlara saygısızlıktır.

    edit: kitabı bitirdim ikinci bölümü ilk bölüme nazaran daha güzel, keşke bu yazarları kitaba hiç katmasaymış
  • --- spoiler ---

    “beden yalnızca zihin için bir araç değildir, beden kendisi olma arayışındadır. beden kendisini inşa edebilmek ve kendisini oluşturabilmek için odada bir diğer bedene ihtiyaç duyar. beden, kendilik gibi yalnız ve yalnız ilişki içinde oluşabilir” diyor. ilişkisellik içinde kendini var etme mücadelesi veren bedenlerimiz kim bilir ne çok deneyimi ve yaralanmayı sessiz bir biçimde kaydediyor düşündünüz mü? zihin bu kayıtların hangi bölümlerini acıyı katlanılmaz bulduğu için erişilmesi zor köşelere gönderiyor?

    çocuklukta yaşanılan acıların inkarı ve bunun hayatlar ve toplum üzerindeki etkisi temasına odaklanan, felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğrenimi görmüş ünlü psikanalist ve yazar, alice miller (1923-2010) “beden asla yalan söylemez” kitabında deneyimlerimizin kayıtlarının hücrelerimizde olduğu gibi tutulduğunun altını çizerken, gerçek ve güçlü duyguların inkarının; anıların, duyguların ve ihtiyaçların, fark etmeden bastırılmasının bedenlerimiz üzerindeki etkisiyle, bireysel ve toplumsal düzlemde ödenen bedelleri aktarıyor.

    birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz. sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.

    birine karşı hissettiğimiz duygu "ona karşı hissetmemiz gerekenler" diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.

    gerçek hayatta "böyle hissetmem lazım!", "şöyle hissetmemem lazım!" diye bir şey yoktur çünkü. hisler ne yöne gideceklerini gerekliliklere sormazlar. hiçbir 'gerçek' ve olgun ilişki özünde nesnel değildir. özneler 'gerçek' paylaşımlarını nesnellik üzerinden kurmazlar.

    kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. içimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder.

    üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü. eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. noksanımızı, bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.

    oysa yapabileceğimiz yegâne şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. insan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.

    bunlar içinizde bir yerlere biraz tanıdık geliyorsa bu kitabı okumaya hazırsınız. size bu kitabın kimle veya kimlerle ilişkinize dair olduğunu söylemeyeceğim yine de… çünkü biliyorum ki söylersem kaçacaksınız. size iyi gelmediği, sizi mahvettiği, sizi hasta ettiği, sizi mutsuz ettiği hâlde kaçacaksınız.

    oysa kaçmanın kendisiydi asıl korkunuz. biraz canınızın yanmasına izin verirseniz, canınızın yanması geçecek

    miller kitabında, çocukluk acıları ve yaşanılan istismarların inkarının, “gerçek hissedilenin” yerini “neyin hissedilmesi gerektiğine ” bırakması arasındaki ilişkiye odaklanıyor. “neyin hissedilmesi gerektiğinin” çoğunlukla ahlak ve kurumsallaşmış dinin talepleri tarafından tayin edilmesi bireyin bazı duyguları kendisine hissetme izni vermesini imkansızlaşıyor. çünkü ahlak ve kurumsallaşmış dinin “emri” kişinin anne babasını her koşulda, her türlü suistimale rağmen sevmesi gerektiğini “dikte ediyor”. içselleştirilen bu emri yerine getirme kaygısıyla gerçek hissedilenin feda edilmesi, bireyin kendi gerçekliğinden vazgeçmesi, içsel çatışmanın temelini oluşturuyor. çünkü bedenimiz ahlak kurallarına değil, nefes alma, dolaşım, sindirim gibi işlevlerine göre, yalnızca gerçekten hissettiğimiz duygulara tepki gösteren bir sistem. alice miller bu durumun yarattığı baskının sonucunu şu şekilde ifade etmiş;

    “"ağır hastalıklar, erken yaşta ölüm ve intihar; aslında gerçek hayatlarımızı boğsalar da ahlak dediğimiz kurallara boyun eğmemizin mantıklı sonuçlarıdır. hayatın kendisi yerine, bu kuralları yüceltmeye devam ettiğimiz sürece, dünyanın her yerinde durum böyle olmayı sürdürecektir.
    beden böylesi bir muameleye isyan eder, ancak onun konuştuğu dil, hastalık dilidir... zoraki sevginin çok büyük bir zarar verebileceği gerçeğinin genel olarak farkına varılması şarttır.
    çocukluğunda sevilen insanlar, bunun karşılığında anne babalarını seveceklerdir, onlara anne babalarını sevmelerini söyleyen bir emre gerek yoktur. bir emre itaat, asla bir sevgi doğuramaz.”(s.61)…
    beden gerçeklere göre yaşar . samimi gerçek duygular üretilemez yok edilemez de. bu duygular yalnızca bastırılabilir, kendimizi avutabilir ve bedenlerimizi kandırabiliriz”( s. 29)

    miller, bu kandırma ve avutma halinin çocuklukta çekilen acıların önemsiz görülmesinin beden üzerindeki etkilerini psikoterapist olarak vaka deneyimlerimden ve ünlü yazarların biyografilerinden yola çıkarak (marcel proust’un astımı, yukio mişima’nın 44 yaşında uyguladığı hara-kiri, james joyce’un geçirdiği sayısız göz ameliyatı gibi) örneklerle somutlaştırıyor.

    miller’ın kitabını okudukça, istismarın yaralarını küçümsemeyi, savuşturmayı bırakmanın, iyileşmeye ve sağlıklı yetişkinliğe giden yolun ön koşullarından biri olduğuna ilişkin inancınız artacaktır. çünkü, “yetişkinlik hakikati inkar etmemektir, bedenin duygu seviyesinde hatırladığı hikayeyi bilinçli olarak kabul etmek ve bastırmak yerine o hikayeyi birleştirmek demektir” (s. 91).

    burada esas olan veya önerilen ebeveynlerden intikam almak değil, olanları olduğu gibi görmenin özgürleştiriciliğidir. ancak o zaman kendi hayatlarımızı onaylayıp, kendimize saygı duymayı becerebileceğimiz ve biraz olsun “dinlenebileceğimiz” unutulmamalıdır. bunu gerçekleştirebilme noktasında ise kişinin kendisinden taraf olabilecek bir yoldaşa, refakatçiye, “aydınlanmış bir tanığa” ihtiyacı bulunmaktadır.

    miller, bu tanımlarla psikoterapistlerin esas rolünü ortaya koyuyor. dolayısıyla her türlü akademik ve kuramsal eğitimin de ötesinde ihtiyacımız olan bedende saklı olan bilginin gücüne saygı göstermek, kendi çocukluğumuzda başımıza gelen gerçeklere bakabilmek, yaşam öykümüzün gizli kalmış parçalarıyla buluşabilmek, acılara göğüs gerebilmek ve büyüyebilmek…

    --- spoiler ---
  • on emirden beşincisi olan "anne ve babana hürmet edeceksin." emrine ısrarla "dördüncü emir" diyen kitap.

    sanmıyorum; ama belki de çevirmen hatasıdır.
  • yahudi ve hıristiyanlarda on emrin sıralanışının farklılığından kaynaklı "anne babana hürmet edeceksin" emiri, çevirildiği dil olan almanca baskıda da dördüncü emir (vierten gebotes) olarak geçmektedir. çevirmen hatası değildir yani. hatta yazar hatası da değildir.

    sıralanışın farklı olmasının nedeni
    bu da kısa bir araştırma ile vatikan kaynaklarında dördüncü emir diye gösteren bir kaynak

    gerçi alice miller yahudi kökenlidir ve yahudiler beşinci emir olarak kabul etmektedir ama o da yahudiler ile alice miller arasındaki mesele olsun.
  • burada başlıkların birinde gezinirken bir yazar önermişti kitabı dedim nasıl bir alayım. sona doğru çok az sayfa kalmıştı onu okumadım baştan söyleyeyim. bilmiyorum ama ben beğenmedim hiç kitabı boş geldi. sürekli yazarların hayatındaki zorluklukları ve onu yansıttığı hikayelere değinmiş. ortalama bir okuyucu bu çıkarımlarda bulunabilir gibi geliyor bana. yani eğer okuyacaksanız çok bir beklentiye girmeyin derim ama bana kalırsa hiç gerek yok okumaya.
  • insanın durup, bedeninden gelen mesajları dinlemesini ve anlamaya çalışmasını öğütleyen, alice miller ın kaleme aldığı, zor yada tabu konuları (anne - babaya duyulan sevgi/öfke) ele alan kitaptır. edit

    birinci bölümde, tanınmış sanatçı, yazar vb kişilerden örnekler vermesini yadırgamadım. daha anlaşılır olabilmek adına herkesin bilebileceği vakalar paylaşmış, bana göre.

    kitapta vurucu ifadeler bulunuyor:
    --- spoiler ---

    sevmeme özgürlüğüne sahip olmadığımız birşeyi yada kişiyi gerçekten sevebilir miyiz, bunlardan bir tanesi.
    --- spoiler ---

    özellikle çocuklukta anne, baba yada bakım veren otorite figürüne, en doğal duygulardan olan öfkeyi yansıtamamanın, yetişkin hayatına yansıyan sancılarının anlatıldığı, göz atmakta fayda var denilebilecek kitaplardan olduğunu düşünüyorum.
  • beşinci emirin açık bir tehdit olduğunu, tüm çocukların istismara uğradığını/suistimal edildiğini söyleyen alice miller; düşünürlerin ve yazarların çocuklukluklarını anlatıyor ilkin, sonrasında vakalarla bitiriyor kitabını. doğrusu çoğu yazarın çocukluklarına gidip eserleriyle desteklemesi kitabın benim açımdan en iyi kısmıydı. düşününce birebir örtüşüyor. belki bilindik şeylerdi ama bütün bakmak iyi bir şey.
    ve bir kez daha anladım ki tüm kitaplar yaratıcısının acısını taşıyor.

    "beden, gerçeklere göre yaşar."

    "beden tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarım unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler."

    "çocukluğunda suistimal edilen insanlar, genellikle hayatları boyunca, bir gün o mahrum bırakıldıkları sevgiyi yaşayacaklarımı umarlar. bu beklentiler, ebeveynlerine olan bağlılıklarını pekiştirir, bu bağlılığa dinde sevgi denir ve bir erdem gibi görünür. ne yazık ki, terapilerin çoğunda aynı şey olur, çünkü hala geleneksel ahlakın hakimiyeti altındadır. bu ahlakın bedelini de beden öder."

    "zoraki "sevginin" çok büyük bir zarar verebileceği gerçeğinin genel olarak farkına
    varılması şarttır. çocukluklarında sevilen insanlar, bunun karşılığında anne babalarını seveceklerdir, onlara anne babalarını sevmelerini söyleyen bir emre gerek yoktur. bir emre itaat, asla bir sevgi doğuramaz."

    "kötü muamele gören ve bu yüzden hiç büyüyememiş çocuklar, hayatları boyunca kendilerine acı çektiren kişilerin "iyi taraflarını" görme çabası içinde olacak ve bütün umutları, beklentileri bu çaba doğrultusunda olacaktır."

    "çocukluk anılarının olmaması, içinde ne olduğunu bilmediğiniz büyük bir sandığı sürüklemeye mahkum olmaya benzer. yaşlandıkça sandık ağırlaşır ve onu açmak için daha da sabırsız hale gelirsiniz. jurek becker"
hesabın var mı? giriş yap