• 42 yaşındayım. insan ilişkilerine dair bir sürü şeyi tecrübe ettim. saplantılı aşkı da yaşadım; saplantılı aşık tarafımla da yüzleştim.(bkz: lacan’da aşk) (bkz: saplantılı aşık)aldatıldım da aldattım da. aynı zaman diliminde iki üç farklı insanla flört de ettim. seks için aşık taklidi de yaptım. (bkz: erkeklerin seks için aşık taklidi yapması) özetle, bir erkeğin yapabileceği bütün salaklıkları yaptım.

    30-32 yaşından sonra, hayatıma giren insanlara verdiğim tek garanti: istediğin kadar kalabilirsin, istediğin zaman gidebilirsin ve gitmek istediğin zaman her hangi bir açıklama yapmak zorunda değilsin.

    ben bunca salaklıktan sonra şunları öğrendim:

    1-) zamanda yolculuk yapabilecek yetenekte olsan da kimin seni seveceğini ve kimi seveceğini sen belirleyemiyorsun.

    2-) ilişkilerde seçen taraf kadın. kadın isterse sevgi de aşk da evlilik de olur. kadın istemezse götünü yırtsan da o iş boş. buna ilişkin sayfalarca çalışma var. divan edebiyatında “aşk ateşi önce sevilene düşer” gibi bir şey var. nörolojide de alıcı verici nöron mu her neyse işte, iletişim ilk önce alıcı nöronda oluşur gibi ilke var. (bkz: nörofelsefe)

    3-) benzemek istemediğiniz insanla çay bile içmeyin. içme arkadaşım. resmî ortam, iş hayatı vs bunlar tamam ama özel hayatına alacağın insan için diyorum bunu.

    4-) erkeğin annesi ile kadının babası flört etse, o iş yürür mü sorusunu sor ve cevap hayırsa, sessizce uzaklaş.

    5-) adına çekim yasası, götüm yasası ne denilirse denilsin, benzer benzeri çeker. ben eli yüzü düzgün bir insanla flört etmek istiyorum diyorsun ya, ha işte sen düzgün olacaksın.

    aklıma gelenler aşağı yukarı böyle.

    son on yıldır böyleyim.

    ben okuyan bir insanım. kitapçıları dolaşmayı seviyorum. iki üç ay önce bir hanımefendi sosyal medyadan mesaj atıp “birlikte kitapçı gezelim” dedi. bu hanımefendiyi yüz yüze tanımıyordum. muhtemelen idealize etti ve yüz yüze görüp denemek istedi.

    buluştuk. dolaştık. kitap hediye ettim. yemek yedik. sonra epey yürüdük. termosla çay getirdi bir parkta oturduk. bütün bunlar aynı günde oldu.

    dediğim gibi ben 42 yaşındayım hanımefendi de 25 vardı sanırım. o gün evime gittim ve bir mesaj “ben artık görüşmek istemiyorum”.

    hiçbir şey söylemedim. cevap yazmadım. instagram‘da takipten çıkıp hikayelerimi görüyor filan. hiçbir şey yapmadım. neden diye de sormadım.

    42 yaşında bir sözlük amcası, dayısı olarak size de tavsiyem bu şekildedir.

    debe editi ve bir takım cevaplar:

    efendim maalesef toplumuz acı içinde kıvranıyor. sevmiyor; sevilmiyor. herkes sevmek sevilmek istiyor ama herkes yalnız.

    şimdi bu 4. madde için basitçe şöyle somutlaştırayım: 39 yaşındayken bana ilgi duyan bir hanımefendi vardı. sonrasında konuştu benimle.
    hanımefendi 22 yaşındaydı ve ben 39 yaşındaydım.
    babasının yaşı 47! benim annem o zaman 79 yaşındaydı.

    bu iki insanın ilişkisinin yürümesi imkansız.
    diğer bir örnek : hoşlandığım bir hanımefendi aleviydi. bu çağda alevilerin pek öyle katı tutumları yoktur ama benim annem sünni ve onun babası alevi. ilişkinin yürümesi zor.

    arkadaşların bir kısmı, ilişkilerde seçen tarafın kadın olduğu yönündeki iddiaya katılmıyor. bunun için cinselliğin şafağı‘nı tavsiye ediyorum. biz erkekler “brohhh, kardohhhh nasıl düşürdüm karıyı” diyoruz ya ortamlarda, o iş öyle değil kardeşim. kadın seni paketledi haberin yok. panik yapma. david eagleman‘in incognito ve beyin isimli kitaplarında enteresan bir deney var. birkaç erkeğe kadınların portre fotoğrafı gösterilip “bu kadınlardan hangileri ile flört etmek istersiniz” diye sorulmuş. deneklerin çoğunluğu aynı kadınları seçmiş. deneklerin bilmediği durum şu ki, seçtikleri kadınların göz bebekleri fotoşopla büyütülmüşmüş. beynimiz göz bebeğinin büyük olmasını sağlıklı olmak olarak algılıyormuş. kadın, erkeğin kokusuna göre “hımmm bu erkek sağlıklı olarak üretebilir” kararını verdiyse, göz bebeği de büyür. erkeği de paket yapar. onun dışında bize düşen, kadının yaktığı ışığı takip edip gereğini yapmak. bu da 3-5 saniyelik sürede yapmamız gereken bir şey.

    ben 32-34 yaşından sonra psikoterapiye başladım. freud der ki “öznede saklı olan sorun ötekinde çözülemez”. ben, bende saklı olan sorunları yine bende çözülebileceğini görüp gereğini yaptım. size de tavsiyem bu şekildedir.
  • birinin hayatından çıkmaktan çok çok farklıdır.

    ya zaten karşı tarafın hayatında hiçbir şey ifade etmiyorsunuzdur ve sizin çıkışınız o kadar alakadar etmiyordur ki onu, çıkıp gitmişsinizdir ama onun ruhu bile duymamıştır ya da bir zamanlar hayatınızda o kadar önemli bir yere koymuşsunuzdur ki karşı tarafı onun hayatından ancak sessiz sedasız çıkmanız gerekmiştir ve hayata geçirmişsinizdir onu.

    ya en tepede ya da en diptesinizdir bunu yaparken, arası yoktur; ya kusursuz bir sessizlikle gidersiniz ya da zaten kusursuz bir umursamazlıkla gönderilmişsinizdir.

    en kötüsü de bunu yaptıktan sonra yaşanmışlıkların peşinizi bırakmaması ve yaşadığınız özlemdir. eliniz gider, aklınız gider, kalbiniz gider ama siz geri gidemez ya da bir zamanlar gitmemesini istediklerinizi geri getiremezsiniz.
  • japon kadını çıkışı diyorum ben buna. kimonosu ve beyaz çorabıyla sıfır ses, minik adımlarla geri geri yürür kapıya ve hala yüzü içeri bakar halde odadan çıkıp kapıyı sürüp uzaklaşır.

    bunun hüzünlü, lirik veya cool bi çağrışımı da yok açıkçası. odayı bir ilişki gibi düşünürsen daha hala birlikte otururken niye mutsuz olduğunu ve mutsuzluğunun derecesini karşıdakine açık şekilde ifade ettiysen ve onun bunu net olarak anladığına emin olduysan, birlikte çözüm üretmek için elini taşın altına soktuysan ve olmadıysa bitti o zaman. başkaca açıklamaya vırık cırık kavgaya gerek yok ki. giy kimononu, pıtı pıtı başla gerilemeye. kim kimi terk etmiştir, oturan seni önemsese çıkışının farkında olurdu falan filan muhakemesi boş iş. sen ne karar verdin önemli olan o. odadan çıkmaya karar verdin. bitti.

    en doğru olan bu diyorum çünkü verimli olan çıkış yolu budur. gürültü yaparak, teatral bi şovla, hatta kapıyı arkandan gümleterek karizma bi çıkışla da gidebilirsin. ama bu durumda şu risk var. insanlar ani /şiddetli bi protesto ve kayıp ihtimali ile karşılaştıklarında ilk refleksleri var olanı korumaya çalışmak olur. yani odadan çıkışını megafonla ilan ettiğinde, senin odada olmandan özünde hoşnut olmayan biri bile “terk ediliyorum, benim olan bi şeyi kaybediyorum” paniğiyle gitme dur çekebilir. bu “gitme dur” anlık sana kendini iyi hissettirir, poponu kaldırır belki, ama gitmeye %100 kararlıysan şimdi bi de karşı tarafı ikna işi çıkarır. dahası, %100 kararlı olsan da belki derinde gönlün kalmak istiyorsa, bu “gitme dur” çok pis kafanı karıştırıp vazgeçmene sebep olabilir. ha kal diyen karşı taraf düşünmüş taşınmış, seni odada istediğiyle apaçık yüzleşmiş ve orada kalmanı engelleyen sorunu çözmek için çaba göstermeye samimiyetle niyetlenmiş olsaydı bu vazgeçiş iyi de olabilirdi. ama sen megafonla “ben gidiyorum ağalar” der demez gelen neaa hayır tepkisi, çokluk bunlar hiç yapılmadan verilen o refleksif tepkidir. ve odada kalmaya devam ettiğinde ilkinde gitmeye niyetlendiğin sebeplerin kısa bi cicim evresi sonrası aynen orada durduğunu görürsün. hadi bi daha gideyime döner o iş, hadi bi daha kal... süner süner durur. sen de tiksinirsin, o da tiksinir. ama bi türlü de ne gidersin ne huzurla kalırsın.

    kimonolu japon kadını çıkışı bu riskleri bertaraf eder. böyle ayrılınan odalarda odadaki çoktan çıkıp gitmiş olduğuna sen çıktıktan çok sonra uyanır genelde. arkada bi yerlerdesin yine ellerinin altındasın zannederken bi aklına gelirsin dönüp bakar ve hoii?? o saatten sonra sessiz içsel bi yüzleşme yaşayabilir, “she buzzes like a fridge” diye diye dinlediği şeyleri söylerken senin gerçekten ciddi olmuş olduğunu anlayabilir, sana ulaşıp tülay nolur geri dön diye yaygara yapabilir, omuz silkip ee iyi olmuş gittiği ya diyebilir, yahut odadan çıkmış olduğunu ömrü billah hiç mi hiiiç fark etmeyebilir de. bu hiçbi şeyi değiştirmez. başa dönüyoruz: sen çıkmak istemiştin. ve tereyağından kıl çeker gibi çıktın. mission accomplished. arkandan ne olup bittiği artık önemli değil. ha önemliyse kır dizini otur bağır çağır kavga et çözüm ara o zaman. zaten genel kanının aksine tartışma kavgalarla “nahoş” bitmiş gibi olan ilişkilerin tekrar (ve tekrar ve tekrar) başlama oranı, sükûnetle, böyle yumuşak başlı bi sessizlikle bitirilen ilişkilerden kat kat fazladır tam da bu yüzden. kavga dövüş yaygara evet, sorun olduğunu gösterir, evet sorunun uyumla pıt diye çözülemediğini gösterir ama bi taraftan da ilişkide kalma isteğini göstermesi açısından önemlidir. bunlar acayip enerji tüketen şeyler çünkü. bana x konuda biriyle tartışmak kavga etmek versus buradan sudan’a koşa koşa gidip gelmek diye seçenek sunulsa, sudan’a gidip gelmek gözüme daha az yorucu gelir misal. o yüzden tek seçeneğim o kalana dek kaçınırım ve bi insan bu kadar eforu harcıyorsa harbiden odadan gitmek istemediğini düşünürüm. özellikle öfke beceriksizce ifade edilmiş bi yardım isteğidir, çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık hissinin yansımasıdır. çözümü olan insan öfkelenmez ki, sakin sakin çözümü uygular direkt. ve odadan çıkıp gitmek de her daim orada olan mis gibi bi çözümdür. kişi bunu uygulamak yerine yaygara çıkarıyorsa doğru tercümesi “bu odada mutsuzum ve gitmek istiyorum” değil “bu odada mutsuzum ama kalmak istiyorum”dur.

    neyse işte, bir odadan çıkmaya harbiden karar verdiysen bunu en az eforla, yorulmadan yapmanın yolu kendini unutturup fade out olarak sessiz sedasız çıkmaktır. böyle “sessiz sedasız” diye ünleyince illa romantik ilişkide gözlerde pılı pılı yaş bıngıldarken uzaklara bakmalı hüzünçlü ayrılış akla gelmesin. şu aralar çalıştığım iş yerinin odasından çıkışta kullanmak üzereyim bu tekniği misal. bu entry’yi de bir taraftan kimonomu giyerken yazdım zaten. sayonara assholes!
  • bu satırları az önce sessizce kalktığım bir -plaza ağzıyla yazayım da havalı olsun- date'den sonra yazıyorum. hayatından sessiz sedasız çıktığım birine ithafen ve daha da önemlisi muhatabımın sessiz sedasız kalarak içine ettiği hayatıma vefa borcum olarak.

    hayatımın ta içine etmiş bir zoraki gönül meselesi kahramanıydı karşımdaki. hayatımın en güzel olabilecek yıllarını en kötüsü olarak hatırlamama sebep olmuştu. geçti gitti neyse ki. duygusal anlamda o kadar hırpalandım ki çok takmıyorum böyle şeyleri artık.

    sadece ve sadece nerede nasıl durduğumu, durduğunu ve mümkünse duracağımızı merak ettiğim için bu date'i yaşamak istedim. kahramanımızın peşinden çok koşmuşluğum var (bunu yaşayanlar ne kadar yorucu ve hırpalayıcı bir şey olduğunu çok iyi bilirler. kısır bir döngü gibidir oradaki yaşadıkların: peşinden koşarsın, yüz vermez; daha çok koşarsın, daha çok yüz vermez. ortada yorulup duran ve amaçsızca kendini hırpalayan bir karakter vardır: sen!). zamanla rafa kalktı çünkü yaşatmaya çalıştığı şeyleri kabul etmek istemedim. bir şekilde acımı içime gömdüm ve hayatıma devam ettim. sonra nasıl olduysa yollarımız kesişti. tekrar normal iki insan gibi hal-hatır sormaya başladık. sonra kahramanımız bana haddinden fazla yakın olmaya başladı ve benden hoşlandığını, bana haksızlık ettiğini vs. vs. benimle doğru düzgün bir date'e çıkıp anlamlı bir akşam yaşamak istediğini söyledi. bugünlere böyle geldik. çok hızlı geçtim buraları. yoksa arada ne fırtınalar ne kasırgalar ne saçmalıklar var. anlatsam anlatılmaz. ben de anlatmak istemiyorum zaten. her neyse.

    bugün yani aslında dakikalar önce, buluşma yerini sessizce ve sakin bir şekilde terk ederek yaşadım ve yaşattım bunu. neden mi yaptım derseniz? geçmişte yaşadıklarıma saygım, tükenen enerjim, yaşadığım karşılıksız duygular ve her şeyden önce de özsaygım için. ortalığı yakıp yıkarak ancak yaşadıklarımın hıncını çıkarabilirdim. öyle yapmadım. istemedim. sessiz ve sakin olsun istedim gidişim. bana yaşattıklarını karşı tarafın daha acı bir şekilde yaşaması değildi amacım ama o kadar eminim ki daha acı yaşayacağına bunları.

    siz duygularınız yüzünden heyecanlanıp yerinizde bile duramadığınız bir şeyler yaşadınız mı? peki bunları yaşarken karşı tarafın sizin duygularınıza karşı tepkisiz kalması ya da onu bir oyuncak misali hayatında oynamasına şahit oldunuz mu? daha basit sorayım: hiç biriniz sevdi mi? böyle sevdi mi? duyguları oyuncak edildi mi?

    yapılacak tek bir şeydi benim için. tek seçenek. bilmiyorum şimdi o masada öylece duruyor musun? ya da benden sonra kalkıp gittin mi?

    not: hesabımı ödedim. şimdi bunu bile soran olur. edebimle kalkıp gittim hayatından. benden bu kadar.
  • sessiz sedasız ya da bağırarak çekip gitmek hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. her türlü gitmek zorunda kalıyorsanız eğer ve karşıdaki kişinin umrunda bile değilseniz nasıl gittiğinizin de umrunda olacağını sanmak biraz aptallık oluyor bana göre. sessiz bile olsa önemli olan gitmeyi başarmaktır bence. sizi bu kadar umursamayan birinin hayatından çekip gitmeyi becermek insanın kendisiyle en gurur duyması gereken anlardan birisidir. umursanmadığınız yerde ne olursa olsun durmayın. çünkü o kişinin umursadığı bir başkası mutlaka vardır. bazen kırıp dökmeden, gururunuza sarılarak gitmek en güzelidir. kimse umursandığını bildiği bir ilişkiden sessiz sedasız çekip gitmez. insan bunu yapıyorsa mutlaka bir nedeni vardır.

    edit: bir yerlere not ettiğim alıntı sanırım bu duruma en çok yakışan şeylerden birisi "hiç kimse durduk yere kendi kabuğuna çekilmez, bunu tetikleyen bir neden mutlaka vardır. hafif bir rüzgara bile kaygı duyan insanlar dayanma gücü aşıldığında fırtınalara gülümsemeye başlar. zamanın şakası yoktur, vaktinde gerçekleşmeyen her şey insanı umursamaz yapabilir."
  • yusuf hayaloğlu güzel özetlemiştir;

    gürültü yapmam derinden
    parmaklarım üzerinden
    su gibi akar giderim..
  • stefan zweig mektuplarının birinde, " birinin hayatından çıkmak da bir sanattır" demiş.

    maalesef bizim millet sanattan anlamıyor.
  • kendi ellerinizle ittiğiniz birini, gitti diye suçlayacağınız için, siz hiç
    sessiz sedasız ve huzurlu hissedemeyeceksiniz.

    güvenmek, sevmekten daha kıymetli.
    ölçülü sevmek ise her şeyden. şirazesini bozduğunuz kişi, sessizce gider. siz gürültü yapadurun.

    körler ülkesinde ayna sattırmayın kalbinize.
  • kaçmak değil ama sessiz gitmek en güzeli. parçalamadan, kırıp dökmeden.
    ve pek tabii kötü söz söylemeden. efendi efendi gitmek iyidir.
  • çaresizlikten oluyor. bütün olasılıkları düşünüyor insan ilk önce. sonra bakıyor ki olmayacak. bunu da karşı tarafa anlatsa karşı taraf anlamayacak, bari tatava yapmadan çıkıp gideyim istiyor.
    gidene kadar ne yaptıysa gönülden yapmış oluyor ama. olmayınca gidiyor insan, susuyor, kendini hayatın akışına bırakıyor. ne yapsın.
hesabın var mı? giriş yap