• yarısında çıktığım film... ara olmuş da ondan çıktım sonra geri geldim 2. yarıda tabi de ayrı mevzu orası... demem o ki aslımda dönmesem de olurmuş, ruhumu cendere gibi kastı. bana göre değil, sanatsal bişeyler de anlamadım değil ama olsun. ha bi de bardem oynamasa bu kadar yaygarası kopmazdı bu film bu da gerçek.
  • ağır film. izlediğiniz 2 saat 15 dakika sonrasında üzerinize sinen karanlığı ve ağırlığı kaldırmanız gerçekten güç oluyor.
    her alejandro gonzalez inarritu filminde olduğu gibi bunda da birbiriyle kesişen hayatlar ve bu etkileşimden etkilenen insanların hikayeleri var.
    kesinlikle izlemeye değer.

    --- spoiler ---

    şüphesiz ki filmde en sevdiğim nokta insanların birbirine yakınlaştığı/ sarıldığı anlarda duyulan kalp sesleriydi, içten ve sıcak.
    --- spoiler ---
  • filmin öncelikle insanda yarattığı etkiden söz etmek istiyorum. 4 luni 3 saptamani si 2 zile filmini hatırladım yaşadığım hisler sonucunda. ne var ki o filmi evde izlemiştim; biutiful'u sinemada izledim ve kaçacak bir yerim yoktu. en köşe koltukta, film ilerledikçe ben kendimi köşeye sıkışmış hissettim. öyle filmler yüzünden ağlayan zırlayan bir tip değilim, kolay kapılmam ama bu filmin ağır dünyası insanın bir yanını göçürtüyor. sağ kolum filmi takip eden beş saat boyunca uyuşuk kaldı; artık tansiyonum mu çıktı ne olduysa. kabus gibi çöküyor insanın üstüne. rüyadan uyanamamak gibi... eğer kendi kasvetini seyirciye yüzde yüz geçirmek bir başarıysa bu film çok başarılı demektir. ama o boğulma hissi, insana öf be ne film yapmışlar da dedirtmiyor aslında.

    (şimdi filmin baya baya özetini geçeceğim, dikkat)

    --- spoiler ---

    filmde bir adam var, uxbal. filmin henüz başlarında kanser olduğunu öğreniyor. iki ay ömrü kalmış en iyi ihtimalle. giderek düşkünleşiyor ve ölüyor. yanı sıra barcelona'nın gettolarının sefaleti içinde geçer film. uxbal yasadışı insan -işçi- simsarlığından para kazanan, ölülerle iletişim kurabilen, çocuklarına düşkün bir karakter. işte her şey bu adamda öyle bir düğüm oluyor ki, heralde bir insan daha zor bir durumda kalamaz hayatta. ölmek üzere; kendisini yaptığı bazı şeylerden ötürü aşırı derecede suçlu hissediyor, vicdan azabı çekiyor, ölmek üzere ama çevresinde bunu açıklayabileceği, destek görebileceği tek doğru düzgün insan yok. pislik sefalet dizboyu. ölünce çocuklarına bakacak kimsesi bile yok. eski karısı psikolojik sorunları olan çocuklara değil bakmak zarar verebilecek bir tip. ölmek üzere olan bu adam, bu atmosfer içinde, başını ellerinin arasına alıp ölüm sonrasında çocukları için bir plan yapmak lüksünden bile yoksun. bir yandan karısının hezeyanlarıyla uğraşır, bir yandan kanseriyle uğraşır, bir yandan iş yaptığı çinlilerden paralarını topralamaya çalışır ama bu kısa sürede bile ne yapsa hemen yıkılır. karısıyla tekrar aynı eve taşınıp çocuklarını güvenceye almışken, kadın tekrar dağılır klinik vaka haline gelir, ordan burdan paralarını almaya uğraşırken de, kendi sebep olduğu şey yüzünden, aracılık ettiği işçiler, bir depoda gazdan zehirlenerek ölürler. dolayısıyla halka gitgide daralır ve seyirci bunu mutlak bir şekilde hisseder. atmosfer içine işliyor seyircinin adeta.

    karakterin pek fazla iç sorgulaması yok. çünkü zaten buna fırsat dahi bulamıyor. bu yoğunluk, meşguliyet hali, uxbal'ın huzura erememesi, sanki filmin sonunda, ölümden sonrasına dair gösterilen kısa sahnede bile etkilidir. uxbal'a, öldüğü yerde babası, buralarda at kuyruğunla dolaşma baykuşları ürkütürsün diyor, ne demekse. ama sonuçta ölüm anı ve sonrası bile, oh adam kurtuldu hissi vermiyor seyirciye. kasvetten boğuluyor seyirci, ya da nerdeyse uxbal'ın bedenine girip onun gözünden yaşıyormuş gibi olayları empati yaşadım galiba ben

    --- spoiler ---

    ister istemez insan, bari şu bari öyle-böyle olsaydı demekten kendisini alamıyor bu filmi izlerken. "bir şey de düzgün gitsin be" diyor insan sonunda.
  • dün akşam filmi izledikten sonra kafamın içinin uyuştuğunu (durumun halen de devam ettiğini) söylemeliyim. kesinlikle gidin. hayat ve ölüm hakkında deneyim, yaşamayağımz şeyleri görmek, kasvetle ve uzunca bir filmle beraber geliyor diye uzak duracak değilsiniz.

    yalnız benim kişisel algım öyle olmuş olabilir ama, ölüm öyle bir anlatılmış veya aslında öyle bir şey ki, film boyunca şahit olunan çaresizlik, adaletsizlik, sefalet ve dram yani insanların eşit hayatlar yaşamaması bile ölüm karşısında önemsiz kalıyor gibi. bunu söylemek ve hissetmek yanlışsa bu belki izleyici olarak benim çarpık duygularım, belki de inarritu abimizin yediği bir nanenin sonucu.
  • "insanlık" üzerine bir film.
    çoğumuzun hayatında görmeye alışkın olduğumuz insani zayıflıklar, filmin ana fikrini oluşturuyor.
    insanlığın para, ahlak, tutku ve ölüme karşı verdiği mücadele,
    javier bardem'in oynadığı ana karakter etrafında dönüp duran hayli dramatik bir hikaye eşliğinde anlatılıyor.
    sıkıcı değil belki ama kesinlikle ağır tempolu bir film.
    öyle de olması gerekli zaten.
    zira görmezden geldiğimiz gerçekler de ağır yeterince.
    para uğruna harcanan insan hayatları örneğin.
    ya da kendimizden başkasını görmemizi engelleyen korkunç bencilliğimiz.
    içimizde pusuya yatan, ancak kendimizi korumaya gelince sıra, aniden ortaya çıkan saldırgan ruhumuz belki.
    en önemlisi, her sabah uyandıktan sonra unutmaya çalıştığımız, o kati son: ölüm.
    bu gerçeklerle yüzleşmek isteyenleri etkileyebilecek bir film "biutiful".
  • gosterime girisinden bir hafta sonra bile ankara da tiklim tiklim salonda izlenilmis film..
  • kafamda bir sürü soru bırakarak biten film. neyse ki böyle şeyleri kafaya takmayan bir insanım da, bu soruların aklıma gelmesiyle onları unutmam arasındaki süre birkaç saniyeyi geçmedi.

    öyle spoiler falan verme huyum yoktur, hiç gerek görmem de, o yüzden sorulara geçerken meraklanmayın yani:

    - ilk sorum şudur: bir insan (yazar, senarist) neden böyle bir hikaye (hikaye mi? bir hikayesi var mıydı ki, başı sonu belli?) yazma ihtiyacı duyar?

    - hadi o duydu diyelim, neden başka bir insan (yönetmen) bunu film haline getirmeye uğraşır (üstelik ünlü ve başarılı kabul edilmekteyken)? böyle bir filmi yönetmek, ben köklerimden kopmadım, hollywood insanı olmadım, hala acayip avrupa filmleri çekme sevdasındayım demenin bir aracı mıdır?

    - hadi bu adamı da anladık diyelim, başka bir adam (artist) böyle bir filmde niye oynar...

    sorular uzayıp gidiyor.

    kısacası, bence o kadar da ilgi çekici olmayan, özünde ne söylemek istediğini açık olarak pek de anlatamayan, üstüne üstlük (belki de alışkanlık gereği) oldukça karamsar bir film. gerçekçi bir karamsarlık değil bu bahsettiğim, elle tutulacak kadar somutlaştırılıp her sahneye yedirilmiş, gözümüze gözümüze sokulan bir karamsarlık. gerek var mı, bilmiyorum.
  • kan işeten film. 12 saat geçti üzerinden ama o his geçmiyor. geçince belki yazıcam bir şeyler.
  • eve dönünce karım neyin var dedi. bir sezon öyle bir geçer zaman ki dizisini peşisıra izlemiş gibiyim dedim. sözümü geri alıyorum.

    bu arada uxbal sokakta yürürken ;

    --- spoiler ---
    sanırım gaz sobalarını almaya gittiği sahnede, vitrin televizyonlarında karaya vurmuş yunuslar / balinalar görünmektedir.

    --- spoiler ---

    izleyince gerisini anlarsınız.
  • mükemmel bir polis - işportacı kovalama sahnesi bulunan film.

    --- spoiler ---

    uxbal babasını ilk kez gördüğü anda babasından 20 - 25 yaş büyüktü. ama filmin başındaki ve sonundaki orman sahnesinde yine de babasının sözünü dinliyor ve ona çocuk gözleriyle bakıyordu.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap