• nobel odullu yazar j. m. coetzeenin ekim 2003 cikisli diger butun eserlerinden izler tasiyan son romani
  • elvis costello'nun eşi.
  • john maxwell coetzee'nin postmodern edebiyatı kokan kitabı. yazar, kendi hayat hikayesinden bir takım ipuçlarına da yer vermiştir. efe çakmak tarafından türkçeye çevrilmiştir.
    (bkz: can yayınları)
    (bkz: nobel edebiyat ödülü)
  • allah rızası için bir okuyanın sonundaki atraksiyonu bana izah etmesini dilediğim kolaj çalışması. (derinden bir spoiler isteği)

    bunu yapan insan olamaz *
  • j. m. coetzee’nin “elizabeth costello: eight lessons” kitabından, “kurbağalara inanıyorum” kitabı sayesinde haberdar oldum. kitap içinde kitap okudum da diyebiliriz.

    kitabın başında, konusu “gerçekçilik” olan ilk konferasında yazar elizabeth costello, kafka’nın ein bericht für eine akademie hikayesinden bahsediyor ve dinleyicilere şunları söylüyor:

    “franz kafka’nın bir öyküsü var –herhalde hepiniz biliyorsunuzdur-: bir maymun giyinip kuşanır, eğitimli bir topluluk karşısında bir konuşma yapar. bir konuşmadır bu, ama aynı zamanda bir sınav, sözlü bir sınavdır. maymun hem izleyicilerinin dilini konuştuğunu kanıtlamak zorundadır, hem de onların topluluğuna girmeye uygun davranış ve konuşma biçimlerini becerebildiğini göstermek durumundadır. neden size kafka’nın öyküsünü hatırlatıyorum? doğal çevresinden koparılıp bir yabancı eleştirmenler topluluğu karşısında gösteri yapmaya zorlanan bir maymunu mu oynayacağım? umarım böyle düşünmezsiniz. ben sizden biriyim, farklı bir türden değilim.”

    elizabeth’e inanıyoruz, aynı türden olduğumuz “gerçeğine” de (inanmayanlarla yazının sonunda görüşürüz). sonrasında onunla yolculuk ediyoruz; farklı konular üzerine konuşmalar yaptığı konferanslar boyunca. mesafeli duruşundan etkilenip, biz de ona pek yaklaşmıyoruz. ta ki, o kapı’ya ulaşana kadar. “kapıda”, costello’nun sekizinci ve son dersi. o zamana kadar, adını bildiğimiz kıtalarda, adını bildiğimiz şehirlerde, ve üniversitelerde, isimlerini paylaştığı gerçek insanlarla gördüğümüz ve tanıdığımız elizabeth, tamamen sürreal bir dünyada artık. ve gerçeklikten alabildiğine uzak, hangi zamana, hangi ülkeye, hangi insanlığa yakın olduğunu bilemediğimiz bir kasabadaki, bir kapıdan geçmek istiyor. ama biz onun gördüklerinden bile emin değiliz artık; hiçbir şeyin aslını tam olarak bilememenin huzursuzluğuyla, kapıdan onunla beraber geçmek ve ardındakini görmek istiyoruz sadece. ancak, kapıdan geçebilmenin bir bedeli var ve kapıdaki bekçi tarafından şöyle dile getirilir;

    “inancınızı beyan etmeniz gerekiyor”

    elizabeth de çaresiz, önce hiçbir şeye inanmadığını beyan eder, ancak karşısına çıkarıldığı yargıçlar tarafından beyanı sorgulanır ve geçişi reddedilir.

    elizabeth dayanamaz, üzerine bir süre daha düşünür ve bir kere daha yargıçların karşısına çıktığında, onlara bir hikaye anlatır. inandığı "bir şeyler" olduğunu onlara ispat etmek için anlatır bunu; istediklerini onlara vermek için, inananlardan biri olduğunu kanıtlamak için, ilk beyanında hata yaptığını kabul etmek için... dili değişir biraz, kendine mesafesi değişir, yazarlığıyla ve inançsızlığıyla övünmesi değişir ve çocukluğundan kalma bu hikayenin sonunda;

    “neye inanıyorum? ben o küçük kurbağalara inanıyorum” der.

    o andan itibaren karşımızda; karşısındaki yargıçlara, onlar gibi insan olduğunu göstermeye çalışan bir “kızıl peter” vardır. çünkü yargıçlardan biri, ona ilk duruşmada şunu demiştir;

    “inanç olmaksızın insan olamayız”

    biz de o kapıdan geçebilmek için, elizabeth costello’ya inanırız işte. en az, onun kurbağalara inandığı kadar inanırız.
  • j. m. coetzee tarafından yazılan, postkolonyal ve postmodern edebiyat yazınına muhteşem bir örnektir elizabeth costello.

    postmodern edebiyatın izlerini taşır; çünkü 'yazarlık bunalımı' diyeceğim, o yazma ve bir şeyleri temsil etme zorunluluğunun beraberinde gelen tükenmişliği, baş karakteri yazar olan bir anlatı üzerinden nasıl ince ince ve derinden tartışıldığını bütün detaylarıyla görürsünüz kitap boyunca. ne de olsa postmodern edebiyat, yazmaktan tükenen ama yazmaktan da başka çıkış yolu bulamayanlar için sığınılan bir liman gibidir.

    bununla birlikte kitap postkolonyal edebiyata dair tartışmaları da bünyesinde barındırır. içindeki 8 dersin her birinde ve sonundaki postscript bölümünde de temsil sorununun ve sömürü ilişkilerinin göstergesi olarak çeşitli metaforlar göze çarpar gibidir. örneğin afrikalılar ve batılılar, hayvanlar ve insanlar, insanlar ve tanrılar, hitler ve yahudiler gibi. hep bir merkez (center) bir de merkez dışı (peripheral) üzerinden şekillenen ilişkilerin odak noktasına alındığı derslerdir bunlar. merkez ve öteki bağlamında kolonicilik ve sömürge kavramlarının geniş bir okumasına oldukça müsaittir, bu hiyerarşik yapının kurulum mekanizmalarını da görünür hale getirerek bir sorgulama, sorun haline getirme eğilimindedir.

    tanrılar ile insanlar arasındaki ilişkileri sorgular örneğin eros bölümü; tanrı ile meryem'i, eros ile pscyhe'yi, aphrodite ile anchises ilişkileri üzerinden giderek. 'en başta tanrı orada ne yapıyordu, ne işi vardı ölümlülerin yanında?' diye sorar. belli ki tanrılar, kendi ötekileri olan ölümlülerin dünyasını fethetme ya da egemenlik kurma arzularını 'aşk' ike maskelemekte ve bir sömürgecinin kendilerine ait olmayan ülkelerde yürüttüğü faaliyetlerin birebir aynısını taklit etmektedir.

    yine insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişki de benzer bir sömürüye işaret eder. vejetaryenlik konusu ve hayvan hakları için kitabın hatrı sayılır bir bölümü ayrılmıştır. bu sefer de insan merkezde, hayvanlar merkezin dışındadır ve sömürü devam etmektedir.

    sonuç olarak her ne kadar hakkında daha bir çok şey söylenebilirse de, elizabeth costello nereden okuduğunuza bağlı olarak size çok zengin bir malzeme sunabilir, müthiş bir edebiyat zevki vererek kendini okutabilir.
  • bir roman beklentisi ile okunacak bir kitap değil, zira öyle bir akıcılığı da yok. daha çok gerçekte olmayan karakterlerin akademik tartışmaları olarak değerlendirmek daha doğru olur gibi geliyor. coetzee, derin bir düşünür ve onun düşüncelerine dahil olabilmek pek kolay değil. kitap bölüm bölüm, yavaş yavaş, üstüne düşünülerek okunması gereken kitaplardan.
    merak edenler için;
    https://www.instagram.com/…nzmn/?taken-by=bookogina
  • john maxwell coetzee'nin çeşitli konferans notlarından oluşan, deneme tadında bir roman. teknik olarak roman. hayvanlar ve hayvan hakları üzerine olan bölüm ilgimi çekmiştir. kendisi de vejetaryen olan coetzee, beyin yakan sorular soruyor. bunların uluslararası akademik çevrelerde tartışılmasını sağlamış bir aydındır kendisi... mustafa balbay bir keresinde yakın arkadaşı olduğunu söylemişti, aklıma gelmişken...

    elizabeth costello'nun ağzından bir hayvan türü olarak insanın, diğer bütün türlere karşı mutlak üstünlük kurduğunu söyler. hatta bugün hayvan sevmemizin sebebi, onlara karşı elde ettiğimiz mutlak zaferin bir sonucudur. artık tehlike olarak görmediğimiz için seviyoruz, hayvanat bahçelerinde sergiliyoruz, eğitiyoruz, besliyoruz ve hatta fotoğraf çektirip instagrama koyuyoruz. ilk hayvanat bahçesi açıldığında görevlilerin hayvanları seyircilerden korumak zorunda kaldığını pek kimse bilmez. genetik mirasımız bize onları bir yandan hala yok edilmesi gereken düşmanlar olarak gösteriyor olamaz mı? onlar bizim savaş esirlerimizdir. "tutsaklar genellikle öldürülmezler. köleleştirilirler."

    --- spoiler ---

    "işte bizim köle hayvanlarımızın durumu da bu: fareler örneğin. fareler teslim olmadı. savaşıyorlar. kanalizasyonlarda kendilerine yeraltı örgütleri kurdular. kazanmıyorlar ama kaybettikleri de söylenemez. böceklerden ve bakterilerden söz etmiyorum bile. bizi yenebilirler. hatta kuşkusuz, bizden uzun yaşayacaklar. (s.127)"
    --- spoiler ---
    peki kim hayvanların konuşmadığını iddia edebilir?
    --- spoiler ---

    hayvanların dilsiz ve gerizekalı oldukları için kendilerini savunamayacakları tezine gelince; şunu bir dinleyin: albert camus gençliğinde henüz cezayir'deyken, büyükannesi ona evin arka bahçesindeki kümesten bir tavuk alıp getirmesini söyler. camus söyleneni yapar, sonra büyükannesinin tavuğun boynunu bir mutfak bıçağıyla kesmesini, yerler kirlenmesin diye tavuğun kanını bir kaseye akıtmasını seyreder.
    tavuğun ölüm çığlığı genç adamın hafızasında öyle derin bir iz bırakır ki, aynı genç adam 1958'de, giyotine karşı oldukça ateşli bir saldırıya girişir. sonuçta, fransa'da giyotinle idam cezası kaldırılmıştır. şimdi, kim hikayedeki tavuğun konuşmadığını iddia edebilir? (s. 131)
    --- spoiler ---
    ayrıca;
    --- spoiler ---

    "montaigne'in bir sözü geldi aklıma; kediyle oynadığımızı sanıyoruz, kedinin bizimle oynayıp oynamadığını nereden bileceğiz? laboratuvarlarımızdaki hayvanların bize oyun oynadığına inanmayı ne çok isterdim... gelin görün ki, durum bu değildir."
    --- spoiler ---
  • coetzee'nin bir romanı var, ismi foe. o romanında robinson crusoe hikayesini yeniden yorumluyor. kitaba göre, adaya düşüp yıllarca mahsur kalan kişi bir kadın. adadan kurtulduktan sonra hikayesi daniel defoe tarafından çalınıyor ve robinson crusoe romanında kullanılıyor. o çağlarda kadının toplumda yeri olmadığı için de kadın bu durumun ispatını yapamıyor. coetzee'nin en enteresan romanlarından biri ancak türkçe'de bir süredir basılmadığı için pek bilinmiyor. elizabeth costello'yu ben bu romana benzettim biraz. burada da kadın olmanın problemlerine ve genel olarak kadın olmanın kendisine eğiliyor yazar. bu durumu takıntı yapmış belli ki. yetmiş yaşın üstündeki avustralyalı bir kadın yazarın - bir anlamda coetzee'nin kendisi, güney afrika doğumlu olsa da uzun süredir avustralya vatandaşı - abd'deki bir üniversitede yaptığı bir dizi konferansı konu ediniyor roman. konferanslar sırasında sekiz farklı konuda konuşmalar yapıyor ve bu sırada kendisine, bir eş, bir anne, bir kız kardeş olarak kişiliğine değiniyor. finalde verilen mektup, romanın kilit noktası ancak okuduğum kadarıyla korkarım ki kimse anlamamış - ben de dahil - dolayısıyla eğer bu mektubun amacını ve nasıl yazılabilmiş olduğunu anlayan varsa, öğrenmek isterim. epeyce bir kaşındırıyor çünkü beni okuduğumdan beridir.
hesabın var mı? giriş yap