110 entry daha
  • albert camus kitabı. tanışmamızın bir hikâyesi var. (yine bir hikâye. anlatmak için mi yaşıyordum ben de gabriel garcia marquez'in söylediği gibi?*)

    sene 2010. haziran ayı. okul bitmek üzereydi; ama yapmamız gereken ödevler/projeler vardı hâlâ. bir proje tesliminden sonra arkadaşımla tartıştık ve ben dünya yıkılmışçasına mutsuz oldum. toydum daha. bazı meseleleri gözümde büyütecek ve müthiş canım acıyacak kadar toydum. (sanki şimdi değilmişim gibi, peh.) bir yandan gözyaşlarıma engel olamazken bir yandan da fakülteden çıkmış yürüyordum. karşımdan gelen birisi tarafından durduruldum. baktım yüzüne. "ben bu insanı tanıyorum." diye düşündüm; "ama o beni tanımıyor." durdurdu beni. neden ağladığımı sordu. konuştuk. hayatın anlamsızlığı üzerine bir şeyler söyledim diye hatırlıyorum. yaşadığım son bir olay değildi mesele. mesele, hayatı yaşama biçimimdi. insanların içinde kendimi yabancı hissetmemdi mesele. ıssız olmamdı ve bu ıssızlığı bir türlü atamamamdı. tabii, o zamanlar bunların o kadar da farkında değildim ve kendimi o kadar da iyi ifade edemiyordum. kelimeleri bir araya getirmekte cesaretli değildim. cesaretli olduğum başka konular vardı belki; ama kelimeler ağzımdan çıkarken korkuyordum. "ya yanlış konuşursam ve benimle dalga geçerlerse?" düşüncesiyle o kadar çok susmuştum ki kendimi ifade etmek pek becerebildiğim bir şey olamamıştı yıllarca. ama yine de bir şeyler konuşmuştum ve o gün oradan bir şekilde ayrılmıştık bu karşılaştığım kişiyle. işte o gün, o zamandan bu zamana "bir şekilde" hayatımda olan hocamla böylece tanışmış olduk, "taşlı yol" karşılaşmasında. gece yarısı uykumdan uyanıp ona upuzun bir e-posta yazdım. ertesi gün bana geri döndü. (o kadar işinin gücünün arasında bana geri dönmüş, düşünebiliyor musunuz?) o e-postada albert camus'nün sisifos söyleni'nden bahsetmiş. kafamdaki sorulara orada cevap bulabileceğimi söylemiş. bunun üzerine kitabı merak ettim. kütüphaneye baktım ve türkçesi o an için bir başkasının üzerinde olduğu için ben de ingilizcesini aldım. basit bir kitap değildi. benim kafam da yerinde değildi. kitabın tamamını okuduğum halde kitabı anlamadığımı ve kitaba dair pek bir şey hatırlamadığımı hatırlıyorum.

    aradan yıllar geçti. 2016'yı 2017'ye bağlayan yıl hayattan en çok kopmak istediğim yıldı. pek çok insanın 27sinde intihar etmesi bir rastlantı mıydı? o vakitler yaşamak için hiçbir güçlü nedenim yokken ve dibe batmışken aklımdan bunu geçiriyordum, ben de, diğerleri gibi. aklıma yeniden sisifos söyleni geldi. bu kez türkçesini okumaya çalışmalıydım. kitabı edindim. "bana bir cevap versin." diye yalvarıyordum resmen; ama yaşamanın çok anlamsız olduğunu ifade eden kısımlardan etkileniyordum. "ee, öyle çünkü." diyordum. kitabı çok iyi anlayabildiğimden de değildi; ama bazı cümleleri cımbızla seçer gibi bir halim vardı.

    "[...] yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum." (s. 21-22) demişti mesela.

    ya da,

    "bir intiharın pek çok nedeni vardır, genel olarak da en çok göze çarpanları en etkenleri olmamıştır. [...] gazeteler sık sık 'gizli kederlerden' ya da 'iyileşmez hastalıklardan' söz eder. geçerlidir bu açıklamalar. ama o gün umutsuz kişinin bir dostu kendisiyle ilgisiz bir tavırla konuşmuş mudur, konuşmamış mıdır, bilmek gerekir. suçludur o. çünkü böyle bir davranış henüz askıda bulunan tüm hınçları, tüm bıkkınlıkları hızlandırıvermeye yetebilir." (s. 23). [benzer bir durumdan, tersi ve yüzü'ndeki öyküde de bahsetmişti: "sonra, bir akşam, hiç: bir zamanlar çok sevdiği bir dostuna rastlar. dostu biraz dalgın konuşur onunla. evine dönünce, adam kendini öldürür. sonra gizli dertlerden, bilinmeyen dramdan söz edilir. hayır. ille de bir neden gerekirse, dostu kendisiyle dalgın konuştuğu için öldürmüştür adam kendini. böyle işte, dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni." (s. 56)]

    ya da,

    "kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir. [...] yalnızca 'çabalamaya değmez' demektir kendini öldürmek. yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. isteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir." (s. 23-24)

    "yaşam yaşanmaya değmediği için insan kendisini öldürür." (s. 26) ya da "yaşamak uyumsuzu yaşatmaktır." (s. 67) gibi nokta atışları yapıyor, benim benzer görüşlerimi de su yüzüne çıkarıyordu. okuduğumuz kadarıyla, kitabı n. ile tartışmıştık. kitap hakkında olumsuz şeyler söylemişti, niyesini anlamamıştım. aradan yıllar geçtikten sonra, daha yenice itiraf etti kasıtlı olarak kitabı olumsuz eleştirdiğini. "çünkü sen öyle bir ruh halindeydin, ben de öyle söylemek zorundaydım." dedi.

    o vakitler kitabın tamamını okuyamamıştım. yine zaman oldu. o zamanlara göre daha iyi olduğum bir zamanda (2018 yazı) kitabı yeniden okumaya karar verdim ve bu kez baştan sona okuyabildim. onca okuma çabası, onca yaşanmışlık ve çeşitli düşünceler olduğu halde kitabı hâlâ iyi anlayabildiğimi ve sindirebildiğimi düşünmüyorum. camus'nün sorguladığı bazı meseleleri ben de onunla beraber sorguladım. "isteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli?" (s. 34) diye sormuştu, ben de sordum. "ne için umut etmeli?" diye de sordum bunun üstüne. bütün bunların yanında, kitapta beni en çok etkileyen söze de vurgu yapmak isterim:

    "önemli olan iyileşmek değil, dertleriyle yaşamak." (s. 54)

    camus'nün, rahip galiani'den alıntıladığı bu söz, kafamdaki bütün karmaşaya cevap verir nitelikteydi. bazen, içimde büyüyen karmaşayı çözemiyordum. onunla yaşamak bana zor geliyordu. bazen, düşüncelerim beni boğuyordu ve kapana sıkışmış hissediyordum. ama belki de, onlardan kurtulma çabasına bir son vermek gerekiyordu. var olanı kabul etmek gerekiyordu. sözlük yazarlarından birisi "ancak camus, intiharın değil yaşamaya çalışmanın bir başkaldırı olduğunu savunur." demiş. onun bu düşüncesinin de bu alıntıyla ilintili olduğunu düşünüyorum. dertlerle yaşamak bir başkaldırı olabilir mi dersiniz? belki de derde derman bulmaktır mesele. daha yenice kitabı karıştırırken, kitabın sonlarına doğru bir alıntıya gözüm ilişti. camus, friedrich nietzsche'den alıntı yapmış: "sanat ve yalnız sanat," der nietzsche, "gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa, o da sanattır." (s. 111) arthur schopenhauer da benzer şeyleri söylememiş miydi? (schopenhauer'a göre bu dünyanın karanlık zindanındaki mahpusluğumuzdan anlık olarak kurtulabilmemizin bir yolu vardır, bu yol sanattan geçmektedir. bize azap çektiren iradenin işkencesi, resimde, heykelde, şiirde, dramada ve hepsinden önce de müzikte gevşer ve ansızın kendimizi varoluşumuzun işkencesinden kurtulmuş buluruz.*)

    nietzsche alıntısı üzerine, "yaratmak, iki kez yaşamaktır." (s. 112) demiş camus de. ölüme başkaldırı da böyle bir şeydi belki de. üretmenin, yaratmanın, sanatın böyle bir gücü vardı ve ben bunu biliyordum. "bana iyi gelen bir şeyler olsun. yaşamak için güç versin." dediğimde, schopenhauer'un, nietzsche'nin ya da camus'nün sözlerini hatırlamam gerekiyordu.

    son olarak, pindaros. camus, bu sözle başlamıştı; ama ben bu sözle bitirmek istiyorum:

    "ruhum, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak."

    "tüketmek" beni tam anlamıyla ifade eden bir kelime olmasa da "olanakların tadına bak, tadını çıkar, kıymetini bil ve olanaklarını dönüştür." gibi gibi düşünmek mümkün olabilir. çünkü yaratmak. çünkü sanat. çünkü her şeye rağmen kayayı tepeye yuvarlayarak çıkarmak olmasa da belki de kayayı şekillendirmek. çok mu ütopik? belki de değildir.

    düzeltme: noktalama.
99 entry daha
hesabın var mı? giriş yap