aynı isimdeki diğer başlıklar:
109 entry daha
  • olağanüstü, muhteşem, görkemli, etkileyici, pis ve kalabalık şehir.

    haydarpaşa garı'ndan bir yüz tane daha yapın, sonra yan sokağa bir elli tane dolmabahçe sarayı koyun, sonra onun yanındaki sokakları bankalar caddesi'ndeki taş binalarla sıralayın. böyle böyle ilerlerken aspendos tan iki tane yapıp ortadan birleştirin, güzel bir yere koyun, efes harabeleri'ni kent merkezine taşıyın, ona bakına bakına yürürken az öteye artemis tapınağı'nın yıkılmamışını filan yerleştirin. sonra zilyon tane kilise yerleştirin sağa sola, hatırı sayılır miktarda olanı st antuan'ın filan beş katı büyük olsun, hmm, başka başka, bizdekilerle kıyaslayamayacağım, bir sürü meydana kıyıya köşeye heykelli meykelli çeşmeler yerleştirin, olmadık köşelere olmadık cafe'ler, restoranlar, eğlence dinlence gezmece mekanları yerleştirin, aşağı yukarı böyle bir şehirdir roma.

    epey de bir park var sağda solda ama kış diye pek kıymetini bilemedim, önemini anlayamadım.

    ama pis ve kalabalık bir şehir roma cidden. trafiği de pek iç açıcı değil ama korna sesleri beyninizi kemirmiyor, sadece sıkışık yollar. arabalar minik minik, o kadar ki smart bile limuzin gibi duruyor onların yanında.

    heryerden her yere ototüs var, iki üç günde hatları keşfetmek imkansız binin bir tanesine, inin bir durakta ötekine binin filan, illa ki gitmek istediğiniz yere ulaşıyorsunuz.

    meydan meydan, sokak sokak, nakış nakış bir şehir.

    yıllar yılı tamamen hayal ürünü olarak çizdiğim binaları, sarayları orada birebir karşımda görmekti beni en en çok etkileyen. kolayından sıvasız yapmak varken, ya da btb ile kaplamak varken, e hadi biraz moderen olalım cam ile kaplamak varken, nakış nakış taş ile işlemiş adamlar, öyle bir iki bina değil, şehir merkezinin alayı silme bu binalarla kaplı.

    insan acıyor maya residence'larda, mesa avrupa konaklar'da, metrocity residence'larda oturan zenginlere böyle görkemli binalarda oturmak varken.

    insan acıyor ülkemin zenginlerinin beykoz konakları'ndaki, acarkent'teki villalara villa diyip kendini avutmalarına.

    insan acıyor rahmetli padişahların saray diye dolmabahçe sarayı'nda, beylerbeyi sarayı'nda yaşamak zorunda olmalarına. küçücük küçücük yerlere tıkışıp ömür sürmek zorunda kalmalarına.

    insan acıyor kendine, kent ortalamasında beton bir binada, optimum konfor koşullarında, insanca yaşadığını zannetmesine bunca yıl.

    senin insanın görkem diye boğaziçi köprüsünü ışıklandırabilir, zilyon dolarları buralara harcar, ya da dubai towers gibi görmemişlik binaları dikebilir en çok parasıyla. ritz carlton yapar gökkafes'le. swiss otel yapar. elite residence yaparak elitleşeceğini düşünür, oysa ki sadece parası vardır. görgüsüzdür, görgüsüzün önde gidenidir.

    orayla burayla kıyas kabul etmeyecek bir yalıların kalmıştır elinde, onları da kaderine terkeder senin insanın, kurtarabildiğini otel yapar, insanı yaşatmaz, dokuyu yaşatmaz, bile bile kendi elleri ile talan eder dünyanın en güzel şehri olabilecekken en çirkinlerinden olmayı seçmeye mecbur bırakmış istanbul'u.

    neyse, biz roma'dan bahsedelim.

    sokakları cıvıl cıvıldır kış ayazında bile. insanları sıcak konuşkan (hatta fazla konuşkan) güleç ve neşelidir. iyisi kötüsü her yerde vardır tabi ama sanki burada kötü biraz daha azdır.

    en tehlikeli denilen sokaklarda bile elinizi kolunuzu sallaya sallaya rahatlıkla dolaşabilirsiniz.

    sadece akşamları epey bir artar kiri pisi bu şehrin. sabaha temizlerler bir şey kalmaz.

    hava kirliliği binaları sürekli karartır, kararttıkça onlar temizler ama insan düşünmeden edemez bu hava benim ciğerlerime neler yapıyor acaba diye.

    kavşaklarında trafik polisleri durur kimisinde, trafiği yönetirler çocukluğumun nostaljisiyle; sözünü dinlemeyen şöförlerin arkasından "hey allaam yarebbim" gibisinden el sallar, güldürür adamı.

    yemek içmek istanbul gibidir, ucuzu da vardır pahallısı da ama sanki kahve çok daha ucuza içilebilir bu şehirde kimi yerlerde.

    o saray senin bu müze benim diye gezmek yerine sokak sokak ayaklarınıza kara sular ininceye kadar yürüyüp şehri solumak isteyenlerdenseniz yürü yürü bitmez bu şehir; hoş o saray senin bu müze benim diye gezmek isteseniz de bitmez.

    adamlar sırf meydan olsun güzellik olsun diye bissürü sütun dikip yuvarlağından bir meydan* yapmışlardır öylesine, görkem olsun, estetik olsun diye. masseur hasetinden çatlasın, içi gitsin, gözü gönlü şenlensin diye.

    sonra bir anıt yapmışlar beyaz, kar beyazı, bi sürü gereksiz heykel, bissürü, ne gerek var, düz bi beton dik anıt diye kakala millete, yok, nakış nakış işlemiş adamlar, sütun sütun, basamak basamak. dibin düşsün diye değil, daha basitini yapmayı bilmediklerinden, yüzlerce yıllık birikimle içlerini başka türlü dökemediklerinden.

    bugünün romalısı ne yapmış, bilmem pek bir şey eklememiş sanki, metro yapmış, tramvay yapmış ve bir de en önemlisi, bunca asırın harmanladığı değerleri koruyup kollamayı başarmış. başka bir şey yapmamış olsa bile yeterdi büyük olasılıkla.

    off çok fena oldum be sözlük, insanlar nerelerde hangi koşullarda yaşıyorlar ama ben sabah hangi badireleri hangi değersizlikleri, hangi görgüsüzlükleri atlatarak geldim işe. bir tek vapura binmek güzeldi, doğan güneşin puslu ışığında detayı seçilemeyen gizemli boğaziçi'nin büyüsü güzeldi.

    indim vapurdan, büyü bozuldu.

    ama roma'yı ikiye bölen nehir hayatın bir parçası gibi değil pek, bak aklıma geldi. yerin yedi kat dibinden akıyor sanki, öyle derin bir kanal gibi, hayattan uzak, yüksek duvarlarla çerçevelenmiş üstelik, oradan aktığı hissedilmesin diye.

    güzel şehir vesselam; gezip görmek ve bir süre bu atmosferi solumak müthiş bir büyü.

    yaşanır mı bilmem, kalabalıkla aram yok pek bu aralar; o yüzden yaşamak için amsterdam diyorum yine de ve de dubrovnik tüm şehirler içinde.

    ama istanbul, ah istanbul, ne şanslıydım senin bağrında doğdum seninle harmanlandım diye, bunca eşi dostu senin içinde bulup çıkardım diye.

    sana ne yaptılar, sana ne yaptık, sana ne yaptım

    sana ne oldu böyle.
1163 entry daha
hesabın var mı? giriş yap