14 entry daha
  • dün akşam kadıköy sinemasında izlediğim film.
    entry'nin devamında filmi anlatacağım için spoiler istemeyen okumasın.

    şimdi başroldeki kardeşimizle benzer durumlar içerisindeyiz. ben de 31 yaşına gelmiş, hayatına giren insanlarla benzer kavgaları etmiş, çocuk konusunda benzer ikilemlere sahip biriyim.

    hoş, türkiye'de öyle önüne gelenle yatıp kalkıp hovarda bir yaşam sürmek pek mümkün olmuyor; olsa bile kimse "sen beni üzersin" temalı konuşmalar yapan, ruhsal buhranlarımızı sineye çekecek, "senden çocuk istiyorum" diyen adam yok.* * dolayısıyla tam bir özdeşlik kurduğumu söylemek benim adıma zor. ayrıca, karakterimiz bana extrovertlikte aşmış gibi gelse de babasıyla yaşadığı değersizlik hissinin ve bu hissin getirdiği yetinme kabiliyetinden yoksun olma halinin de işaret ettiği narsizm kokusu burunlarımıza gelmedi diyemeyiz. kaldı ki film başta yazıldığı üzere bir prolog, 12 bölüm ve bir epilog'dan oluşuyordu. bölümlerden birinin adı da "narsist sirk" idi.

    benim film ile alakalı en çok sevdiğim şey, konunun gerçekten bir kadın kahramana sahip olmasıydı. kamera çekimleri bu noktada en çok dikkatimi çeken şey oldu zira kadının her sevişmesinde kameranın baktığı açı, biz kadınların aslında gördüğü açıydı. mesela eivind ile sevişirken erkeğin o esnadaki kalça hareketlerini julie'nın bakış açısından görebildik (kadınlar o sırada bazen yapacak bir şey olmayınca g.tünüze bakıp tahrik oluyor arkadaşlar*). son dönemde erkek egemen porno endüstrisi içinde "for women" diye sattıkları şeyler bile yine eril bakış açısı içeriyordu. özellikle yine o narsist sirk bölümünde kafayı bulup babasının suratına tampon atması, yüzüne adet kanını savaşçı gibi sürmesi hem olaya bir absürdlük katıyor, hem de bugüne kadar eril babanın bazen fazla müdahaleci olarak bazen de -tıpkı bu filmdeki gibi- aslında var olmayarak başımıza açtığı nanelere güzel bir protesto havası katıyordu.

    en güzel kısmı bence, kadın kahraman yapıcaz diye birtakım sjw işlerine düşülmemiş. filmden çıktığımda kadın olarak julie'ya yakın hissetsem de karakter olarak kendisinden hiç haz etmiyordum (güzelim aksel'i harcadı). keza aksel noel ropörtajında kadınlarla karşı karşıya geldiğinde iki tarafın da birbirini anlamaktan ne derece uzak olduğunu görüyoruz. keza yoga yapıcam ayağına sürekli göt meme açan instagramdaki kadınlara da hicivle biraz dokundurulmuş. kimseye yerli-yersiz sempati ya da nefret beslemek zorunda kalmadık. bence filmin en iyi kotardığı kısım burasıydı.

    tek sorun, önceki entrylerde de yazıldığı üzere son 20 dakikanın, filmin genel temposunun baya gerisine düşmesi. kanser bugünler de yine kişisel bir mesele halini almışken benim için oturup bunu düşünmek istemedim ama julie'nın hayatında önemli bir yer kaplayan bir kişinin ölümle yüzleşmek zorunda kalması, son derece önemliydi.

    burada asıl meseleme geçiyorum. ölüm dedik, kadınlık dedik. buradan sonra hâlâ okuyan varsa, özellikle bacılarıma seslenerek devam ediyorum.

    julie ile özdeşlik kurmamın sebebi, hayatı ile ilgili ne yapacağını bilemiyor olmasıydı. bunun bir karakter yanında bir kadınlık meselesi olarak sunulması ayrıca hoşuma gitti çünkü bence kadınlar olarak son dönemde ele avuca sığmaz hale gelmemizin, mutsuz ilişkilerimizin, hayattan zevk almayıp sürekli isyan etmeye meylimizin sebebi, elimizde yeni yeni elde edebildiğimiz ve bir yandan da kaybetmekten ödümüzün koptuğu bu özgürlük ile ne yapacağımızı bilemiyor olmamız. aksel ile ettiği "kendi hayatımı yaşamıyorum, seninkine dahil oluyorum" kavgasını aslında içten içe kendiyle ediyor. aksel'i sepetleyip, başka bir yere geçip yeniden başlama hevesi de bu yüzden. eğer julie ne istediği konusunda başında net bir insan olsaydı ve mevcut hayatında kendisiyle barışık olabilseydi aksel ile ilişkisi bitmeyecekti. bitmesinin asıl sebebi, elindeki özgürlüğü ile ne yapacağına bir türlü karar veremiyor olması.

    burada çocuk meselesine geliyorum çünkü çocuk, hayat demektir, devamlılığı simgeler. öleceğinin farkında olan belki de tek canlı olarak bizlerin bu travmaya karşı geliştirdiği birtakım savunmalar var, bence günümüzde çocuk yapmayı hâlâ rasyonalize ediyor olmamızın sebebi de tam olarak bu. julie'ya gelirsek kendisi işe yarar bir şeyler yapmanın derdinde. normalde kadına annelik rolü biçilir; aslında bu sizi bir ömür ayakta tutmaya yetecek ve "bir şeyler yapıyorum" hissiyatını yaşatacak, gerekli motivasyonu verecek, ulaşabileceğiniz en kolay araçtır.

    julie ise ben ve diğer "modern" kadınlar gibi bu kolaycılığın onun kimliğini sömürmesinden korkuyor ki haksız değil. çocuk, aslında hayatı devam ettirmeye çalışırken kendinizden vererek bedel ödemek zorunda olduğunuz bir mefhum. bir nevi şeytana ruhunu satmak gibi, bir bedel ödüyorsunuz. düğünde yapılan bebek maması muhabbeti de tam olarak bu noktaya temas ediyordu. julie'nın da kaçmaya çalıştığı şey tam olarak bu. ama işin ucunda bu dünyada kendiyle tatmin olmadan, aksel'in korktuğu gibi bir "iz" bırakıp gitmiş olmadan ölüp gitmek var. çocuk doğurup hayata anlam katmak ve ölümden kaçmak kolay gibi görünüyor ama kendinizden ödün vermeniz gerek.
    kendinden ödün vermeden hayata farklı anlamlar katmaya çalışıp kendini keşfetmek zor çünkü kadınlar kendi bireylikleriyle ilk kez yüzleşiyorlar. zira deneyim aktarımı yok.

    işte işe yaramak-hayatın anlamı-kişiliği oturtma-kadın olma-ölüm gibi temalar, akıcı ve eğlenceli bir uslüp ile çok güzel aktarılmış.

    yine eşşek kadar yazdım ama buraya kadar okuyan varsa sevgiler. filmi ayrıca tartışmak isterim. *

    edit: kadınlık pratikleri üzerinden kendi açımdan önemli bulduğum başka bir yazıya da buradan referans vermek istedim: #137427925. bence 3. dünya ülkesinde yaşayan kadınlar olarak kadın olma pratiğinde işin bir de bu yüzü var. sevgiler.*
380 entry daha
hesabın var mı? giriş yap