8 entry daha
  • eskiden bu ağacı bir düşünen, tasarlayan ve yaratan olmasaydı bu ağaç nasıl var olacaktı? bu evren ve içindeki gök cisimlerinin kütle-çekim gücü vb. faktörleri hesaplayan bir güç olmasaydı tüm bunlar nasıl var olurdu? gibi sorulara güler, bu sorular ile ikna olabilenlere acırdım. zannediyorum kendi düşünce sistemimi oluşturma çabalarımın meyvelerini ilk olarak almaya başladığım dönemde kendimi dialektik materyalizme inanan bir ateist olarak niteleyebilirdim. çünkü ölçme teknikleri ile hesaplayamadığım herhangi bir şeyin varlığına inanmak için bir sebep bulamazdım. sonraları "inanmak" fiilini gerek eylemde gerekse düşünce biçimi olarak lügatımdan çıkardım. inanmak yerine "bilmek veya öğrenmek daha mantıklı gelmeye başladı. çünkü inanmak veya iman etmek "henüz varlığı-yokluğu veya işleyişi" tam olarak bilinmeyen nesne ve kavramlara yönelik mümkün olabilirdi ancak ve ancak. eğer ölçemiyor, hesaplayamıyor ve idrak edemiyorsam, gerçekten var olup-olmamasından bana ne? derdim. çünkü anlayamıyorum.

    zamanla bu düşünce sistemim "evrildi". evrildi diyorum, aslında düpedüz tepetaklak oldu demekten utanıyorum. mesela ölçebildiğim kavramlar içerisinde, işleyişini henüz anlayamadığım, ama yeterli dirayet ve çabayı gösterdiğim taktirde işbu işleyişi %100 anlayabileceğimi keşfettiğim durumlar da oluyordu. mesela, bir roket uzaya nasıl çıkabilir anlayamıyordum, ama yapılan matematiksel işlemleri 100'lerce sayfaya döküp yapabilecek kadar sabırlı olsam, muhakkak anlardım, biliyordum. aynı zamanda aldığım eğitim-öğretim neticesi bana kabul ettirilen ve varlığına ve doğruluğuna "iman ettirilen" şeyler olduğunu da görüyordum. örneğin bu roketin uzaya çıkmasını sağlayacak itiş gücü ve ortamın hesabını yapan ekibin başında falanca üniversitede çalışan falanca makaleleri yazmış bir profesör varsa, bu roket kesinlikle uzaya çıkar diyebiliyordum. zira roketi fırlatıyorlardı, ve roket gerçekten uzaya çıkıyordu. deneme-yanılma, öyle ya? ama dikkat edilmesi gereken nokta, evren içerisinde kendiliğinden var olmayan, yani insan üretimi olan, "akademi" gibi kurumlara olan imanım, dogmatik inananlarınkiler ile aynı olmasa da, benzerlikler taşıyordu. bu yapıların akla gelebilecek kanunlaşan tezleri şüphesiz büyük ölçüde kanıtlanabilir teorilere dayanıyordu. ancak bu yapıların "henüz kanıtlayamadığı" şeyleri, yaşanılan an içerisinde "topyekün yok sayması" (çünkü kanıtı yok) beni hâlen rahatsız eden bir "dar görüşlülüktür." bu dar görüşlülüğün nesnel davranma zorunluluğu gibi çeşitli sebepleri var, ama bundan bana ne? ben kendimi ikna etmekle yükümlüyüm, tüm toplumu değil.

    yine de hiçbir evrede etki-tepki, neden-sonuç olgusunun isabetliliğini çürütemedim. bu yöntem ile sorgu yapıldığında her oluş, madde, veya canlının kendi doğası içerisindeki yeri ve anlamı, basitçe tanımlanabiliyordu. elbette bu sorgular yalnızca dış dünyaya yönelik oluyordu. öyle ya, eğer düşünüyor ve sorguluyorsam, örneklem kümem gördüklerim, dokunduklarım olacaktı. ta ki, aslında beni var eden tüm ögelerin (beden + entellektüellik+zihin) de dış dünyada yer kapladığını (tekrar) anlayana kadar. yani benim de bir neden-sonuç eseri olarak var olmam gerekiyordu. bunu yıllar sonra hatırlamak şaşılası bir vaziyettir, çocukken insan bunu sık sık düşünür. (bkz: leylekler getirdi)

    her etki bir mimar, her tepki bir eser; her neden bir tasarımcı her sonuç bir dizayn ise, benim de, tüm evren gibi bir mimar veya mimarlar topluluğunun eseri olmam gerekmiyor muydu? burada mimarın tanımı ve kişiliği tamamen bireyin farkındalık seviyesine bağlı olarak değişkenlik gösteriyor, evrene ve varoluşa hangi gözlük ile bakılırsa, o da o renkte, o kapsayıcılık veya parçacılık ile belirgin oluyordu. dolayısıyla materyal, onu tasarlayan mimardan yani iradeden, hegel geist diyor, ayrı düşünülemiyordu.

    burada ben, yani "ego" nun yaratıcısı, kimdir, nedir sorgusu doğuyor. bu sorgu insanlık tarihinde o kadar yoğun icra edilmiş ki, farklı folklörlerin farklı ulvi insanışları ve geleneklerinin temeli olmuştur. mesela şami'ler, ve türkler, ataya (babaya) büyük değer verirdi. çünkü baba, materyalistik anlamda, kişiyi var eden tohumdur (sperm.). var oluşu kelime anlamı ile alan kültürler (ki muhakkak kelime anlamı ile de sorgulanmalıdır) anne-baba aktörünün, kişinin bir birey olarak meydana gelişinde en önemli faktörlerden biri olarak görecektir. ama bence bu aktörler, sadece aktör; yani araç da olabilir. peki filmin senaryosunu yazan kim? eğer konu üzerinde kişiden kişiye değişecek yoğunlukta, yeterli sorgu yapılırsa, "eğer şu an tüm eylem ve kararlarımdan yalnızca kendim sorumlu tutulabiliyorsam, muhakkak bu "ben"in yaratımından da ancak ve ancak kendim sorumlu tutulabilirim " farkına varışı eninde sonunda yaşanılır.

    e hiç olmayan şey, yoktan var olabilir mi? ben doğmadan önce yoktum, ama, doğduktan sonra varım. ben henüz yokken kendi kendimi nasıl yaratabildim? cevap: ben henüz yokken, kendi kendimi yaratacak etki-tepki zincirine start verdim. bunu henüz, bu dünyada, şimdiki şeklim ile var olmamışken, zihnimle yaptım. ve bence hepiniz aynı şeyi yaptınız. çünkü burada neden "bir şey olma isteği" ve sonucu ise "doğumunuz" idi. hâlen bu dünyada doğduktan sonra da, fiilen "bir şey olma" isteği yaşıyor, bir şey olsanız dahi, sonrasında başka bir şey olma isteği ile yanıp tutuşarak, "yarım kalarak" ölüyorsunuz. bir şey olma hedefi var oldukça, gerçekten bir şey olma sonucu yaşanmaya devam edecek, ve sürekli doğup-öleceksiniz.

    yani, bu "özgür irade" aslında "metafizik" olarak adlandırılan, ve tanımının etrafında parlak simler, ışıklar ve hokus pokuslar bulunan kavramın ta kendisi. çok da gerçek bir materyal bu. öyle ki, materyal olarak yer kaplamıyor, ama materyal olarak yer kaplayan beyninizin içine bir süreliğine (ölene kadar) oturuyor, ve sizi (yanılgı içerisinde) mevcut bedeniniz, ve çevreniz tarafından size yakıştırılan ad ile tanımlayarak, kimlikleştiriyor. aslında (matrix'teki gibi) bu dünyada var olan tek şey materyal iken, bu materyal ile oynayan şey ise sizin üst benliğiniz(zihniniz). üst benlik merkezinde alınan kararlar, matrix içerisinde, bedeniniz tarafından icra ediliyor. zihniniz buraya ait değil, çünkü o maddenin sınırlayıcılığından, ve dünyanın kederinden çok daha özgür, sürekli ışık saçan bir enerji. ancak, bu enerji de istek ve eylemleri ile sürekli değişiyor, kendi kendini yaratıyor.

    eğer seçimler gerçek olmasaydı özgür iradenin varlığından söz edemez, mutlak bir sezilebilirlik içerisinde, kaderimize mahkum olurduk. yaşarken herhangi bir hedef uğruna emek sarfetmek anlamsız olurdu. çalışarak bir yere varamazdık. bu aslında "kaostur", çünkü özgür irade yeni normlar yaratabilme yeteneğine sahiptir, dolayısıyla ölçme formülleri sürekli değişir.

    ancak bazı şeyler mutlaktır. mesela etki tepki; afrikalı çocuk silahlarla oynarken, amerikada bolluğun içine doğan çocukların tesadüfi olmamasını böyle açıklarız. gereken her çabayı göstermenize rağmen istediğiniz rahat hayata kavuşamamanızı böyle açıklarız. bunu hristiyanlar "insanların günahlı doğması ile açıklıyor", müslümanlar sınav günü ve kutsal terazi ile, samiler babaları tarafından lanetlenmekle vb. var olan tek şey etki tepki, namı diğer karma
hesabın var mı? giriş yap