4 entry daha
  • ahmet ağaoğlu, üç medeniyet adlı kitabında devlete ilişkin görüşlerini ortaya koymuştur. ona göre, doğu’da hükümet, hükümdardan ibarettir. bu anlayışın kökleri, eski iran devlet anlayışına dayanmaktadır. buna göre hükümdar, kudret ve yetkisini doğrudan şehriyar adlı tanrı’dan aldığına inanılmıştır. iran asıllı bu düşünce, araplar da dahil bütün doğu toplumlarınca benimsenmiştir (a. ağaoğlu 1972, 135).

    islam, mahiyeti itibariyle bu anlayışı benimsememiştir. allah’la insanlık arasına doldurulamayan bir mesafe koyan islamiyet, hükümdarı, ilahi ve gökten gelen bir kökene bağlayamazdı. hatta peygamberleri bile günah işleyebilmekten uzak saymayan islam, tabiatıyla bir hükümdara masumluk, sorumsuzluk gibi müthiş bir mevki veremezdi. islamiyet, hükümetin kaynak ve esasını çok akıllıca ve ilme uygun olarak cemiyette aramıştır. islamiyet’e göre hükümdar, ümmetin onayıyla (icma-i ümmet) iradesi ile işbaşına gelir. bir bakıma hükümdarı idare ettiği cemiyet seçer ve seçildikten sonra iki türlü sorumluluk yüklenir: maddi olarak cemiyet ve manevi olarak tanrı karşısında sorumludur. (a. ağaoğlu 1972, 135-136). ancak bu anlayış islam tarihinde de çok uzun sürmemiştir haşmet, cebir, zulüm ve baskıya alışmış olan doğu, bu nazariyeye alışamadı. muaviye’den sonra saltanat usulü geri gelmiş, hükümdar tanrı’nın temsilcisi olarak algılanmıştır. bu temsil görevi nedeniyle hükümdara itaatin tanrı’ya itaat olduğu inancı devam etmiştir. hükümdara isyanının tanrı’ya isyan olacağı inancıyla hükümdarların yaptıkları hiçbir kötülüğe karşı çıkmamışlardır (a. ağaoğlu 1972, 136). tanrı’nın temsilcisi olarak temsil ettiği varlığın buyruklarına uymadığı gibi, kendi koydukları kurallara uymamışlardır (a. ağaoğlu 1972, 137).

    ahmet ağaoğlu’na göre önemli bir yanlışlık da, doğu’da devletin hükümetle karıştırılmasıdır. türkler bu karıştırma işini daha da ileri götürmüş, kurdukları devletlere kurucularının adını vererek, birbirlerinden çok farklı anlamlara sahip olan devlet, hükümet ve hanedanı birleştirilmiştir (a.ağaoğlu 1972, 119). ingiltere’de dört sülale değişmiş olmasına rağmen hiçbiri kendi sülale adını devlet adı olarak kullanmamış ve devlet kurucusu olarak da tanınmamışlardır (a. ağaoğlu 1972, 120). devlet adını, devleti doğuran milletten alır (a. ağaoğlu 1972, 120). devlet, bağımsız bir milletin işgal ettiği saha ile o milletin siyasi, içtimai, iktisadi teşkilatının hepsine verilen addır. hükümet, o teşkilatın bir kısmını, sülale pek sınırlı bir parçasını ifade eder. devlet, bağımsızlığını kaybetmedikçe vardır. halbuki devlet, sülalesiz yaşayabilir (a. ağaoğlu 1972, 120). devletle sülalenin bir kabul edilmesi, sülalenin yıkılması ya da çökmesi durumunda devletin de yıkıldığını kabul etmek sonucunu doğurur. bu da çok tehlikeli bir düşüncedir. devletin esas kurucusu olan millet, sülalenin çökmesinden çok fazla etkilenmez, yeni önderlerle devletin temelini tazeler (a. ağaoğlu 1972, 121). ağaoğlu’na göre xıv. louis’in “devlet benim” dediği dönem çoktan geride kalmış, locke ve rousseau zamanından beri, devlet millettir, bütün hakimiyet millete aittir düşüncesi devlet anlayışının mukaddes bir temeli olmuştur (a. ağaoğlu 1972, 133).
    hanedanla örtüşen osmanlı devleti, kendini, bir topluluk olarak değil bütünlüklü bir varlık olarak görmüştür. fethettiği ülkelerin halklarını aralarında bir anlaşma yapmadan, kendi ilkeleri doğrultusunda yönetmiştir. müslüman olanlar, kurucu toplumun sahip olduğu bütün haklara sahip olmuştur. bütün bu uygulamalar varlığını dayandırdığı ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilmiştir (a. ağaoğlu 1972, 122-123). osmanlı devletinin bünyesi bir birlik halindeyken, zaman aşımı, devlet adamlarının ihmalleri ve devletin mahiyetini anlamamaları nedeniyle, birliğin yerini topluluk, milletler devleti zihniyeti almıştır. hıristiyanlar, kendilerine verilen müsaadeleri, anlaşmalarla kazınılmış haklar olarak görmeye başladığı dönemden itibaren, devletin bünyesi sarsılmış ve birlik bozulmaya başlamıştır. her cemaat kendini devlet içinde şahsi bir varlık sayarak, devlete karşı bir takım imtiyazlardan, özel teşkilattan söz edilmeye başlandı. devlet’in yıkılması da o günden sonradır (a. ağaoğlu 1972, 124). osmanlı yöneticileri, cemaatler meselesinde iki önemli hata yapmışlardır: 1-bir devletin yalnız kılıçla kurulamayacağını ve devam ettirilemeyeceğini vaktinde anlamamalarıdır. kılıçla fethedilmiş yerler, dimağla elde edilirler. fetihle devletin sınırları içine katılan cemaatleri, kurucu unsurla birleştirmenin yollarını bulmaları gerekirdi. cemaatlere verilen imtiyazlar, onların kendi kimliklerinin korumalarını sağlamış, devletin zayıfladığı dönemde sorunlar çıkararak devletin çöküşüne yardımcı olmuşlardır. 2- daha büyük hata, devletin kurucu unsuruna, devlette özel bir yer vermemeleridir (a. ağaoğlu 1972, 125-127). ağaoğlu, kuruluş ilkelerinin yanlış olduğunu kabul ederek, çöküşün kaçınılmaz olduğunu sonucuna varmıştır. ona göre bir diğer sorun da hükümdara bağlılık ilkesidir.

    ağaoğlu’na göre devlete değil hükümdarın şahsına bağlılık, doğu kavimleri arasında daima bir fazilet olarak kabul edilmiştir (a. ağaoğlu 1972, 129). sadrazamın kaçmayıp idamı kabul etmesiyle, sokrates’in kaçma teklifini reddedişi arasındaki fark şudur: sadrazam, hükümdara bağlılık nedeniyle, sokrates kanuna bağlılıktan kaçmazlar (a. ağaoğlu 1972, 129-130). hükümdar, şahıs olarak kabul edildiğinden, yaltaklanma, iki yüzlülük, hile, yalan, menfaatler işe karıştığından, kişiye bağlılık sorunlu hale gelmektedir (a. ağaoğlu 1972, 130).

    ağaoğlu, bu ilginç karşılaştırma ile önemli bir noktayı atlamıştır. sokrates’in de sadrazamın da suç işledikleri iddiası vardır. her ikisi de kanunun tanımladığı suçun cezasını çekmeye razı olmuştur. ayrıca hükümdarın kanunla örtüştüğü kabul edildiğinde, hükümdara bağlılık, kanuna bağlılık, kanuna bağlılık hükümdara bağılık anlamına gelmektedir. tarihimizde, şahsa bağlılık kaidesi, devlete bağlılık ilkesine hakim olduğu günden itibaren, türkler idare sahalarından kovulmuştur. yöneticilerin çok büyük kısmı, devşirme olmuş ve kanıyla kalbiyle türk’e bağlılık hissetmemişlerdir ve onu anlamamışlardır. tehlikeli dönemlerde de türkleri terk edip gitmişlerdir. bunları devlete bağlayan padişahın teveccühleridir. teveccühler kesildiğinde de devlete, millete ve padişaha bağlılık ortadan kalkmaktadır (a. ağaoğlu 1972, 130-131).

    ahmet ağaoğlu, avrupa devletlerinin şimdi sahip oldukları özelliklerin, tarihlerinin her döneminde de geçerli olduğu sanısıyla eleştirilerini temellendirdiği izlenimi vermektedir. osmanlı devleti’ni kendine has özellikleri ve tarihselliğini pek dikkate almadan, gündelik sorunlar çerçevesinde eleştirmiştir. devletin olumsuz yapılanması nedeniyle çöktüğünü ileri sürerek, batı medeniyeti’nin siyasi yapılanmasını da kabul edilmesini savunmuştur.
    batı medeniyetini tamamen almamız gerektiğini savunan ağaoğlu, ıslahat çalışmalarını ağır bir şekilde eleştirmiştir. eleştirdiği konulardan biri de, eski medeni hukukun kaidelerinin bir araya toplandığı mecelle’dir. ağaoğlu’na göre mecelle çok büyük bir ustalık işi olmakla birlikte, mecelle’nin esası, dayandığı gelenek ve mecelle’nin temsil ettiği zihniyetin, modern zihniyetle uyuşup uyuşmaması sorgulanmamıştır. bu sorgulamayı mecelle’yi yapanlar gerçekleştiremezdi; çünkü onlara göre mecelle’yi oluşturan zihniyet, zaman ve mekan üstüdür (a. ağaoğlu 1972, 140). benzer tavrın ıı. meşrutiyet döneminde de görülmesi yanlıştır. bir yandan çağın ruhuna uygun davranmak isterken, diğer yandan hayat, gelenekler çerçevesinde sürdürülmektedir. ona göre toplumun karşı karşıya kaldığı sorun açıktır; ya iflas etmiş olan geleneklere sadık kalarak tamamıyla yok olacak ya da onlardan tamamıyla ve kesin bir tarzda ayrılarak hayatı yeni esaslar üzerine kuracaktır (a. ağaoğlu 1972, 140-141). ikinci seçenekten yana olan ağaoğlu, mecelle’yi yetersiz bulmuştur. ona göre mecelle, kabile toplumlarının sorunlarını çözebilir; çağdaş milletlerle ve onların mücehhez oldukları o müthiş siyasi, iktisadi, içtimai, ticari, zirai ve bunun gibi teşkilat ile rekabet ve mücadele etmek mecburiyetinde bulunan bir cemiyet için katiyen yararlı değildir (a. ağaoğlu 1972, 141). ağaoğlu bu görüşünü, başta adliye olmak üzere ıslahatlarla elde edilen kurumların hiçbirinin başarılı olamamasını gerekçe göstererek desteklemiştir. başarısızlığın başlıca nedeni, kurumları işletenlerin geleneklere bağlılıklarıdır. ne yenilikçiler ne de gelenekçiler, bağlı oldukları ilkelere göre davranabilmişlerdir (a.ağaoğlu 1972,141). mahkemeleri birleştirmekle bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğinden, çare, gerek hükümet gerekse hukuk hakkındaki zihniyetimizi kökten değiştirmektir. bu da taklide mecbur olduğumuz medeni zümrenin anlayış tarzların, zihniyetini açıktan açığa ve olduğu gibi kabul etmekle olabilir (a. ağaoğlu 1972, 141). kanun-i esasi’yi de eleştiren ağaoğlu’na göre, meşrutiyet’in ilanına kadar bizdeki hükümet şekli, dini saltanattır. halife olan sultan, şeriatı ve şer’i hükümleri korumakla yükümlü olduğundan, osmanlı saltanatı, dini bir saltanattır. şeriata ve şer’i hükümlere uymayan bir harekette bulunamazdı ve bulunmasına da müsaade edilmezdi. kanun-i esasi’de de çeşitli maddelerle (madde 3, 4, 5) bu durum kayıt altına alınmıştır. bu maddeler meşrutiyeti dinle sınırlandırmıştır. başka bir deyişle, milli irade kanun yapmak ve hükümler koymakta serbest değildir. bu en önemli çelişkilerimizden biridir. meşrutiyet ya vardır ya da yoktur. varsa milli iradenin her işle ilgili olması ve özellikle hükümler koyarken ve kanun yaparken bağımsız olması gerekir yoksa, anayasalar fazladır (a. ağaoğlu 1972, 144-145). anayasa yeni olmakla birlikte, anayasanın içeriğinin dini hükümlerle çerçevelenmesi, eski zihniyetin devam ettiğinin işareti olarak değerlendirilmiştir.

    ağaoğlu’nun bildirdiğine göre, islam hukukunun yanlış anlaşılması da sonraki olumsuz sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur. hukuk, fertler arasındaki ilişkileri tespittir. bu anlamıyla değişkendir. zamanın değişmesine bağlı olarak hayat şartları da değiştiğinden, fertler arasındaki ilişkiler de değişir. dolayısıyla ilişkileri belirleyen ilkelerin de değişmesi “gerekir (a. ağaoğlu 1972, 31). yaşamak istiyorsak, değişme esasını da kabul etmek zorundayız. bunu için dinimizi terk etmemiz de gerekmez. din, kul ile allah arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilkeler sistemidir. dolayısıyla, dinin konusunu yalnız inanışlarla ibadetlere ait hususlar teşkil eder. bunun dışında ne varsa, dine tesadüfi olarak girmiştir. dinin asıl konusu olan maddelerin dışındaki konularla ilgili görüşler oluşmuşsa, sırf tesadüf olarak başlayan mecburiyetten doğmuştur (a. ağaoğlu 1972, 38-39). islam dinini diğer dinlerden ayıran şey, dünya işleri hakkında konmuş kurallar mıdır? bütün dinler, hatta diğer bütün kanun yapıcıları da dünya işleriyle meşgul olmuşlardır. dolayısıyla islam’ı onlardan ayıran şey bu değildir. islam’ı diğer dinlerden ayıran asıl şey, inançlarla ibadetleridir. islamiyet’in seçkin özelliği, tanrı’nın birliği ile yaratanla kul arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerdir. bu konudaki ayetler sürekli canlı kalmışken, dünya işleriyle ilgili hükümler etkisizleşmişlerdir. ibadetlere ilişkin hükümler ebedi ve değişmezdir. dünya işleriyle ilgili olanlar, tesadüfen islam’a girmişlerdir. peygamber’in cemaat başkanı olması nedeniyle dünya işleriyle ilgili bütün ayetler medine’de inzal olmuştur (a. ağaoğlu 1972, 21). eğer peygamber, hicretten önce vefat etmiş olsaydı, elimizde sadece inançlar, ibadetler ve ahlakla ilgili konular bulunacaktı, dünya işleriyle ilgili tek bir ayet olmayacaktı. inanç, ibadet ve ahlakla ilgili olanlar hiç değişmemiştir; diğerleri zaman içinde hükümsüz kalmışlardır (a. ağaoğlu 1972, 39-40, 31-32). peygamber, ibadet ve inançlarla ilgili konularda hiç taviz vermezken, dünyayla ilgi konularda, “dünya işlerini siz benden daha iyi biliyorsunuz”, “bir emirde şüphe olursa, aklınızı kullanın”, “nas ile gelenekler arasında bir çatışma olursa gelenek üstün tutulmalıdır” hadisleri, dünya işlerinin ayrı tutulması gerektiğine ilişkin önemli verilerdir. halife ömer, “muta” nikahı yasaklarken göz önünde bulundurduğu, konunun dünyayla ilişkilisidir (a. ağaoğlu 1972, 40-41). bütün veriler gösteriyor ki, inançlar ve ibadetlerde dine bağlı olduğumuz halde, dünya işlerinde tamamen serbestiz. dünya işlerinde istediğimiz gibi tasarruf edebiliriz. maddi hayatımızı, umumun menfaatini göz önünde tutarak, istediğimiz gibi, düzenlemek hakkına sahibiz.(a. ağaoğlu 1972, 41). sıralanan bu argümanların kavranılamamasından şikayet eden ağaoğlu, benimsenen batı kökenli değerleri çarpık bir zihniyetle yorumlandığının altını çizmiştir.
    siyasi tarihimizde önemli bir aşama olan meşrutiyet de bir başka eleştiri konusudur. ağaoğlu’na göre, avrupa’dan almak zorunda kaldığımız meşrutiyete onların yüklediği anlamla, bizim yüklediğimiz anlam siyah beyaz kadar farklıdır. avrupa’da meşrutiyet usulü, milli hakimiyet demektir. yani, milli iradenin her şeye hakim olması, milli iradenin ilgili olduğu her maddenin kesin bir emir olmasıdır. orada milli meclisler, milli hayatın her hangi bir kısmını düzenlemek ve herhangi bir şekle sokmak hakkına sahiptir. orada, “zamanın değişmesiyle hükümler de değişir”, kaidesine hakkıyla riayet edilir ve her hangi bir kaide lüzum görüldüğünde değiştirilir. bizdeki durum çok kötüdür. milli hakimiyet olmadığı gibi, millet meclisleri hareketlerinde serbest değillerdir. bazı konular, milletvekillerinin dinsizlikle suçlanmaktan korktukları için, mecliste görüşülememektedir. avrupa’dan alınılan çeşitli kurumların esasları bozulduğundan, iş yapamaz hale gelmişler, hatta zararlı olmuşlardır. düşünür takımı da kurumları suçlarken, sorunun bizim kör zihniyetimizde olduğunu anlamamışlardır (a. ağaoğlu 1972, 34-35). zihniyetin sorun yarattığını başka olaylarla da açıklamıştır. ağaoğlu’na göre ilhamlarımızı, çağdaş düşünceden aldığımız halde, çareleri, “onun tamamıyla zıddı zihniyette arıyoruz. bir tarafta spencer, durkheim ve bergson, diğer tarafta, ebu yusuf ve ebu davud, bir tarafta bugünkü sosyoloji ve felsefe, diğer tarafta, “ahkam-ı sultaniye” (sultanların uymaları gereken kurallar), ve “ahlak-ı nasıriye ( nasıralının ahlak anlayışı) yer almaktadır. bu tarafların birleşmesi mümkün değildir. bu sorunları aşmak için çok emek sarf edildi; fakat yol dolambaçlı olduğundan sonuç alınamamıştır. ebu yusuf’un örf nazariyesinde çare arayanlar, istedikleri sonuca ulaşamamışlardır. örf yapısı gereği donuk olduğundan günün ihtiyaçlarına cevap verememektedir. örfün eksikliklerini, dahi nazariyesiyle gidermeye çalışmışlardır. bu nazariyeye göre, ferdi kaldırıp yerine insani “tanrılık” koymuşlar, örfün değiştiğini bu kahramanlarla açıklamaya çalışmışlardır. dahinin nasıl ortaya çıktığı da belirtilmemiş. bu nokta, örf nazariyecilerinin durduğu noktadır. örfçüler, örfle çatışan şahsi fikirlere karşı olduklarından ve ileri sürülen düşüncelerin tümünü reddettiklerinden tıkanmışlardır. çünkü bütün alanlardaki gelişmeler fert çevre bağlamında gerçekleşir. çevre ferde ne kadar ilham veriyorsa, fert de o nispette çevre üzerinde etki yapar. çevre fert ilişkileri toplumsal gelişmeleri besler. bu veriler ışığında, örf nazariyesinin yanlış olduğu görülür (a. ağaoğlu 1972, 36-38). artık ölüm kalım noktasına geldik. ölmeye karar vermişsek ricardo ve adam smith’le nizamüd-devle’yle, j.j.rousseau ve spencer’i nasır-ı tusi’ler arasında kararsız kalarak, bunları birbirine uydurmaya çalışalım, eğer ölmemeye karar vermişsek, bunları birbirine uydurmaya çalışalım, eğer ölmemeye karar vermişsek, bunları birbirinden ayıralım ve belli bir yolda yürüyelim (a. ağaoğlu 1972, 38).

    ***ahmet ağaoğlu (1972). üç medeniyet. milli eğitim basımevi, istanbul.
hesabın var mı? giriş yap