aynı isimde "berlin (dizi)" başlığı da var
165 entry daha
  • “…evden çıktım.

    rüzgarın tatlı tatlı estiği ılık bir ağustos akşamüstüydü. bu serin kuzey kentine göre sıcak bile denebilirdi. kapıdan çıkınca her zaman yaptığımı yapmadım, bu kez sola döndüm; hansaviertel’den spree’nin karşı tarafına geçtim. yürümek istiyordum sadece, veya kipine amaç yüklenmiş yürüme eylemi de denebilirdi; yani gitmek. nereden, nereye, neden; önemli değildi bunlar. bilmiyorum. kafamda her biri farklı yönlere çekilebilecek onlarca düşünce dolanıyordu. neresinden tutarsam tutayım sadece ‘var olan’dan, ‘tek doğru’dan uzaklaştığımı biliyordum, farkındaydım. o sürekli oradaydı, ortadaydı, durağandı, kımıldamıyordu. ben uzaklaşıyordum. bütün halinde bakıldığında alakasız bir yığın gibiydi. hiçbir tutarlılık göremiyordum kendimde, hissettiklerimde, bu şehrin bana hissettirdiklerinde. o an tek istediğim düşünmemekti, hissizleşmekti. kulaklığımda çınlayan bol distorsiyonlu müzik sanki yeterince rahatsızlık vermiyormuş gibi sesini açtım. sanırım kendi düşüncelerimi bile duymak istemiyordum o an. amaçsızca nehir boyunca yürüyordum. hızlı adımlarla.

    birden yanımda belirdi. şöyle bir baktım, hızlıca kafamı çevirdim sonra. adımlarımı hızlandırdım, arkamdan yetişti. döndüm, kulaklığı fırlatırcasına çıkardım, ‘yine ne var?!’ dedim öfkeyle. ‘uzun zaman oldu, beni özlememiş gibisin.’ dedi beriki. cevap vermedim. kulağımdaki gürültüyle yürümeye devam ettim. yanımdan geliyor, bir şeyler söylüyordu. yan gözle sadece dudaklarının hareketlerinden hararetli bir şeyler anlattığını anlayabiliyordum. ciddiydi, yüz ifadesi daha çok sert ve kesin görünüyordu. gözlerini bana doğrultmasından rahatsızlık duyduğumu açıkça hissedebiliyordum. dinlemiyor olmam umrunda değil gibiydi; o sadece anlatıyordu. birlikte yürüyorduk spree boyunca. o konuşuyordu. insanlar çimlerin üstüne uzanmış güneşleniyor, gülüyor, eğleniyorlardı. en azından öyle görünüyordu. bu güzel ve sıcak cumartesi akşamüstü ancak bu kadar sıkıntı verebilirdi sanırım. hafızamda dolaştırdığım her sözcük, her cümle, her anı, kafamdaki akış diyagramına bir yerden bağlanıyor, ama bu çözüm oluşturmaktan çok uzak bir şekilde, kendi içine doğru kusursuz bir vorteks yaratarak dönmeye devam ediyordu. hepsi yetmiyormuş gibi, peşimden bu gelen de neyin nesiydi, nereden çıkmıştı şimdi?

    uzunca bir mesafeyi birlikte yürümüştük. hauptbahnhof’un devasa çelik konstrüksiyonlu silueti karşıdan seçilebiliyordu. nehir kenarında çalıların gölgesinde kalan, yoldan geçenlerin kolayca göremeyeceği bir banka oturdum. yanıma oturdu. etraftaki en sinekli bank buydu sanırım, hava karardıktan sonra üstüne ‘penner’ların gelip kıvrıldıkları türden. konuşmaya olmasa da artık dinlemeye hazırdım sanırım. üstelik dediklerini de diyeceklerini de merak ediyordum artık. bunları düşünmeyi bile bitirmemişken bir anda ağzından döküldü sözcükler: ‘benden kaçmayı ciddi ciddi düşünmüyordun değil mi?‘ dedi. suskun kaldım. ‘ne olduğunu görmüyor musun, farkında mısın olan bitenin, idrakın açık mı yeterince?’ kafamı eğdim, ‘hayır’ diyebildim belli belirsiz. ’ben söyleyeyim, sadece oldu ve bitti. şu an bitti. -şimdi bitti-. şimdi. sen değil miydin bunu diyen? herkesin hak ettiği hayatı yaşadığını söyleyen? iyi veya kötü anlamda. bunu şiar edinen? mutluyken mutlu olmayı hak eden de sendin, herkesten çok üstelik. şu an da kafanı kollarının arasına gömüp belirsiz, amaçsız, hedefinden uzaklaşmış düşüncelerle boğuşmayı de hak eden sensin. aynı sen. yanlış bir şey yaptığından veya kendinde suç bulman gerektiğinden değil. ama şu an içinde gezinen hiçbir his sana dayatılmıyor, gökten inmiyor. her biri olması gerektiği gibi, olması gerektiği yerde, hepsi senin içinde, tamamen senin.’ sonra sessizlik. uzun sürdü bu kez. ‘bu şehre ilk geldiğin günü hatırlıyor musun? o gün neler hissettiğini? ya da daha öncesini? buraya neden gelmek istiyordun? hatırlıyor musun? sabah uyandığında bambaşka bir şehirde, kendini sahip olmadığın bir surete bürünmüş halde bulmak için; bütün yarattığın, emek harcadığın, büyümesine şahitlik ettiğin dünyandan uzaklaşmak için. -gitmek için-. gittin. gitti. ve şimdi yine gitmek istiyorsun. bunu anlamış olman lazımdı. şu noktadan sonra atacağın her adım gitmekten öte –kaçmak- olacak. biliyor musun? ben son sözü söyleyecek olanım. ben sükuneti başlatacak olanım. emin ol, nihai olarak yine bu konuşmayı yapacaktık. sonra gerçekleşmiş olsa sadece –ertelenmişti- diyebilecektik. olacaktı. yine baş başa kalacaktık. sen ve ben. ben. –ben-. sadece ben.’

    sustu. konuşmuyor olmama rağmen ben de sustum.

    etrafa baktım. spree her zamanki gibi ağır akıyordu, kıyıya çarparken belli belirsiz sesler çıkararak. akıntıya ters yönde şehir merkezine doğru giden gezi tekneleri, içinde berlin’i hep şu an gördükleri güzel haliyle hatırlayacak mutlu turistleriyle önümden geçiyordu. kısacık bir an onlar için üzüldüm, çok kısa bir an için ama; sanırım pek çoğu bunun nasıl bir his olduğunu tadamayacaklardı, bu büyük kenti tüm varlığıyla içinde bir yerlerde hisseden bireylerinin karmakarışık dünyalarını göremeyeceklerdi, şu an dimağımın her zerresini esir almış o muntazam ve mükemmel kaosu tecrübe edemeyeceklerdi. üzüldüm. elimdeki hasseröder’den bir yudum daha aldım. iyice ısınmıştı, tükürdüm. diğer elim cebime gitti. şu an yapmam gereken en son şeydi bu. yanımdaki, hayalkırıklığıyla ‘hayır!’diyebildi sadece. bütün o uzun uzun anlattıkları tamamen suratımın ortasında patlayıp yere dağılmıştı. telefonu çıkardım. başını benden öte yana çevirdi. yeşil tuşa iki kez bastım.

    yine sustu…”



    berlin’in bana ne düşündürdüğünü tam olarak bilmiyorum. aslında buna düşündürmek de denemez. evet, berlin’in bana ne hissettirdiğini bilmiyorum. ilk günümde bahnhof zoo’da elimde kırmızı bavulumla beklerken hissettiğim, raylardan ve dev terminal binasından gelen çeliğin kokusu; dakika gecikmeyen trenleriyle peron arasında muntazam bir ahenkle devinim yapan insanları, bana her noktası ayrı bir disiplin kuvvetiyle işlenmiş fevkalade “teknik”, olabildiğince “alman” bir kentte olduğumu hissettirmişti en başlarda. geldiğim bu kentle ilgi kafamda yarattığım tüm o saçma sapan stereotiplerin berlin’de hayat bulmadığını fark etmem uzun sürmedi, yanılmış olmaktan hiç bu kadar memnun olmadım. şu an, o zamana dönüp baktığımda bahnhof zoo’da geçirdiğim her saniyesinin zihnimde tüm berraklığıyla durduğu o mart sabahı ve onu takip eden beş ayın, bütün yaşam sürecimde nasıl bir şekil aldığına kolay karar veremediğimi fark ediyorum. hayatımın tartışmasız en boşvermiş, en umursamaz, en başıboş zağar gibi, en “bohemé” zamanlarını içeren beş aylık bir “boşluk” mu; yoksa içine yüzlerce anı, yüz, mekan, detay sığabilecek kadar yoğun, o günlerle şimdi arasındaki bağı bir daha çözülmemek üzere sıkı ve kaskatı gordion düğümleriyle bağlanmış devasa ve karmakarışık bir “yumak” mıydı? buna hiçbir zaman tam olarak hükmedemeyecek olmama rağmen –en azından- ikinci dediğimin daha ağır bastığını söyleyebilirim.

    bu kente dair ilk hissettiğim duygulardan biri “aidiyet”ti mesela. “bağlılık”tan bahsetmiyorum bu noktada. “bağlılık” daha çok sosyal bir kontrat gibi, iki tarafın da birlikte yarattığı bir pragmatizm varmış gibi geliyor bağlanma kavramında. taraflardan biri anlaşmayı bozduğunda diğeri zarar görecekmiş gibi. tam olarak da hayatımın yirmi iki senesi boyunca “tek şehrim” olarak addettiğim istanbul ile aramdaki bütün hukuku bu terim açıklıyor. bağlılık. istanbul hep “kürkçü dükkanı” oldu, “başka şehirde yaşayamam abi ben.” cümlelerinin nesnesi oldu, şahane geçen tatillerden sonra bile hep dönüş yolunda özlenen oldu. o bana hayatımı ortalama veya ortalama üstü standartlarla idame ettirecek imkanları sundu ve ben de yaşadım. fazla duygusal bağ ile bağlanmadan, bana uygun gördüğü tüm sıkıntılara sesimi çıkarmadan, hatta göz yumarak. biraz da evlilik gibi. bunun böyle olmaması gerektiğini, şehir ile insan arasında kurulabilecek başka ilişkilerin de mümkün olabileceğini berlin’de farkettim. “aidiyet” demiştim. berlin aslında hiç kimselerin şehri, hiçbir yere bağlanamamış haymatlosların şehri. ötekilerin, başkalarının, dışlanmışların, sürülmüşlerin, var olmayanların, var olmamışların... bütün bu vasıflar bu kentin yaşayanlarını kocaman bir ortak paydada toplamaya itiyor sanırım: ait oldukları berlin kenti kavramına.

    berlin hakkında yazılıp çizilmiş, söylenmiş, sarf edilmiş, hüküm verilmiş o kadar çok şey var ki. kentte yaşayan insanlarının içinde, ağaçlı caddelerinde, “altbau”larında, s-bahn istasyonlarında, trenlerinde dolaşan, sanki fiziksel bir şeymiş gibi varlığı görülebilecek, koklanabilecek, insanın yanından geçerken rüzgarı hissedilebilecek bir “arkhe” gibi berlin’in ruhu. sokaklarında madonnası’nı arayan raif ile, ona gökyüzünden bakan wim wenders ile, kendi sarkastik duvarlarından muzdarip roger waters ile, anton corbijn’in o en güzel eserindeki bono’nun sesiyle, kendi öz bağrından çıkmış kennedy ile, on birinci tezin marx’ı ile ve hatta dünyanın görüp görebileceği en büyük distopyayı buradan yönetmiş tiranları ile ruhunu paylaşmış bir kent berlin. topyekün olarak bir “insan” olmaya en yakın şehirdir berlin. iyiyi ve kötüyü aynı anda içinde hissetmesi, kendi içine ördüğü duvarları, insanlara biçtiği tüm değer yargıları, görebileceği en yıldırıcı yıkımlardan bile sağ çıkması, iyileşmesi, mutlu olması, eskisinden daha güzel, daha içten gülümsemesi; hepsini alelâde bir bedende, tek bedende toplayabiliyor olmasıdır, berlin’i bu kadar özgün ve güzel kılan.

    berlin, “her nefes alışında omuzları yavaşça hareket eden” bir şehir olarak kalacak sanırım benim için. narin. uyurken izlemesi her zaman keyif veren. gecesi daha güzel olan. u1 ile oberbaumbrücke’den geçerken kafayı sola çevirip geceyi delen fernsehturm’un kocaman ışıklı küresini görmek, dünyanın en eğlenceli muhiti kreuzberg’de günün doğmasından hemen önce bir tas işkembe çorbasını bitirmiş bulunmak, ucuz şaraplarıyla hackescher markt’ta içerken etraflarda fazla görünmeyen ufuk çizgisini aramak, son otobüsün kaçırılmış olduğuna hayıflanılmadığı biesdorf’ta s-bahnhof’tan yürürken sanki ilk kez görülüyormuş gibi aval aval yıldızlara bakmak; bunların hepsi berlin gecesine aitti. ya gündüzü? sabah prenzlauer berg’de bir evden camı açıp dışarıdan gelen kokunun getirdiği huzur, oranienstrasse’de yağmurdan saklanmak için altına girilen bol graffittili bir kapının eşiği, hallesches tor’da kilometrelerce öteden beşiktaş’ın şampiyonluğuna sevinmek, yanında o gün giyecek forma bulunmamasından dolayı içten içe utanmak veya s-bahn’larda yolu uzatmış olmanın romantizme ne derece katkıda bulunacağını test etmek; bunlar da “her zaman parçalı bulutlu” berlin gündüzüne ait kavramlardı.

    bu serin karasal kent için şaşırtıcı derecede bunaltıcı bir ağustos akşamında kreuzberg’de konuşuyorduk, bu şehirde ne kadar çok ağlayan insan olduğundan bahsediyorduk. gözyaşlarını kamufle etmeye bile gerek duymadan her an herkesin yanından geçebilirlerdi. kimseden çekinmiyorlardı. sadece içlerinden geldiği gibi bırakıyorlardı gözyaşlarını. içten içe imrendim aslında o an. içlerinde –doğal olarak- her duyguyu aynı anda yaşayabilen varlıklarız, her birimiz. ama içimizdeki “kötü” olanla kendimizin bile yüzleşmek istemediğini düşündüm. sahip olduğumuz “güzel olmayan” hissiyatımızı saklıyorduk hep, çekiniyorduk ondan. insanın kendini bulması için ne gerekli ki? başka bir insan mı? başka bir mekan mı? düşünsel veya duygusal doygunluklar mı? hayır, bunu öğrenmek için sartre varoluşçuluğuna da gerek yok. insan sanırım kendi “kötü”sünü de sevmeyi başarabildiği zaman, kendi benliğinde “siyah ve beyaz” diye kesin çizgilerle belirlediği, arasına “duvar” ördüğü bütün olguları “gri” diyerek benimseyebildiği zaman büyümüş oluyor. bütün çevresindekileri, bütün insanları, bütün olayları, yaşadıklarını “kısmet...” diyerek değil de severek benimsediği, olası olduğundan şüphe etmediği, kendi parçasıymış gibi gördüğü, kucakladığı zaman ayakta kalıyor, düşmüyor, yılmıyor. boyu uzuyor hatta.

    insanları birbirlerinden, kardeşlerinden, sevdiklerinden; ruhları bedenlerinden, suretlerinden, zihinlerinden ayrı tutan berlin duvarı yıkılalı bugün tam yirmi yıl oluyor. yirmi sene sonra ise ben bu günlerimi düşündüğümde sanırım en çok kendi içime örmüş olduğum duvarları yıktığım, bütün etrafımda yarattığım o kocaman “lebensraum”a, benim yaşam alanıma ve içindekilerine daha farklı, daha güzel, daha “gri” baktığım zamanı ve ona ait olan berlin’i hatırlayacağım gibime geliyor.

    umarım bir gün tekrar berlin’den eve dönebilirim.

    “welcome home.”
1969 entry daha
hesabın var mı? giriş yap