78 entry daha
  • --- spoiler ---

    onlar...

    bana sorarsanız eğer “kadınların en çok ihtiyaç duyduğu 3 şey nedir ?” diye;

    sahip çıkılmak, korunmak derim...

    kendini özel ve değerli hissetmek derim...

    ve “kendisi olabilmek” derim; kendisini yaşayabilmek özgürce, umarsızca ve sınırsızca. kaygıları, korkuları, amaçları, hayalleri, acıları, mutlulukları, yoksunlukları, inişleri, çıkışları, kayıpları, kaybolmuşlukları, her şeyiyle kendisi olabilmek.

    yaşamı boyunca, oradan oraya savrulan, kendisine aç, kendisi olabilmek için çabalayan, çoğu zaman savaşacak cesareti kalmayan, kimi zaman kaybetmeye mahkum olan, yılgın, yorgun, ümitsiz, çaresiz, erkek kardeşi, babası, eşi ya da oğlu olsun hep bir erkeğin, umut’un, buğra’nın ya da ne bileyim hakan’ın esra’sı olan; olmak zorunda kalan ya da en kötüsü; olmak zorunda olduğuna ve bunun bir alınyazısı olduğuna inanan “çaresiz” kadınlar…

    sürekli kaygı içinde olan, kendisini kim olduğu, ne istediği ya da ne yaptığı konusunda hiçbir zaman netleştiremeyen…

    sırf eşinin biraz olsun ilgisini çekebilmek ya da terk edilmemek için her türlü riski göze alıp defalarca bıçak altına yatan, aslında giymekten pek zevk almasa da eşi istiyor diye etek giyen, o istediği ya da istemediği için örneğin saçlarını boyatmayan ya da “kapanan”, denize girmeyen, “sevişen”, maça giden, resim yapmayan, oyunculuğu bırakan ya da şarkı söylemeyen…

    ailesinin ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü…

    oğlu ile eşi arasında sıkışıp kalan…

    işinde daha başarılı olmak için kendisini hep zorlayan…

    kendisine zarar verecek kadar iyilik meleği…

    “sana ihtiyacım var”ı duyduğu anda çektiği bütün o setler; kumdan kaleler yıkılan, tüm kapıları sonuna kadar açılan…

    kötü giden ilişkisini kurtarmak ya da “gitme eğilimi” gösteren eşini ilişkiye bağlamak için hamile kalan, ancak, böylelikle eğilimi davranışa dönüştüreceğinin farkında olmayan…

    daha iyi bir insan olmak için hep çalışmak, fedakârlık yapmak zorunda olan, tarihsel rolünü yerine getirmek zorunda olan mükemmel bir anne, kadın, iş arkadaşı, kız kardeş, eş, yenge, teyze…

    kendisi için bir şey yaptığında bencil olduğuyla suçlanan, suçluluk duygularına da mat olan…

    bir açıdan, kendisine yabancı…

    iyi insan hatta iyi kadın olmak temel içgüdüsü olan…

    her kimin nerede ne zaman ihtiyacı olsa onun için hazır ve de nazır olan, veren, yaratan, çalışan, çabalayan, planlayan, temizleyen, sorgulayan, düzelten, kendini hep öne atan, yapan; olmadı yeniden yapan…ve bu bunaltıcı sorumluluk duygularının altında ezilmekten bıkmayan…

    kendisini, her an, her şeye, her durumda, her derde derman olabilecek, herkese yetebilecek, “yetmek zorunda olan” insan olarak algılayan cankurtaran ya da kahraman…

    çocukken iyi bir kız, büyüdüğünde iyi bir eş, anne, evlat, iş kadını, biraz daha yıllandığında da aile meclisinin ilk başvuru kaynağı…bütün bunların yanında, yalnızca kendisi için bir şey istediğinde kaygı, suçluluk duygusu ya da utanç duyan; daha doğrusu genetik olarak olmasa da kültürel olarak böyle duyması için “kodlanan”; ne yazık ki…

    sorarsanız eğer “kadınlar denilince aklına gelen ilk üç şey nedir ?” diye; kaygı, suçluluk duygusu ve çatışma derim; ama kendi kendine kendi içinde çatışma…

    hep iyi, hep verici, hep kendine hakim, hem sorumluluk sahibi, hep fedakâr, sevgiyi önce hep kendisi vermek zorunda olan, her şeyi hep en iyi biçimde yapması gereken, şikâyet etmeye ya da bunalmaya bile hakkı olmayan…

    erkeği çocuk olan, çocuk olan erkekleri hayatına alan, diyelim ki olmadı; onu itinayla ve inatla çocuklaştıran, erkeği çocuklaştığında anne olan, anne olmayacağı ilişkileri baştan silip atan, çocuk olmayan erkekleri değerlendirme sürecine bile almayan, ama ve hep anne olmaktan yorulan; anne yerine konmaktan şikâyet eden…

    ilginçtir; birlikte olmayı istediği erkekle birlikte olduğu erkek birbirine taban tabana zıt olabilen …

    çok daha ilginçtir; bir erkekte olmasını istediği özelliklerle o anki erkeğinin özellikleri arasında hiçbir benzerlik olmayabilen…

    ilişki hangi açıdan bakarsanız bakın “dibi vurmuş” olsa da inatla sürdüren, ama alternatif bir “arı vızıltısında” da kendisine güveni tavan yapıp inanılmaz bir cesaret bulan; sanki son noktayı koymak için hep bunu bekleyen…

    “gizemli” ve “karizmatik” erkeğin peşinden koşan, o gizemi çözen kadın olmanın heyecanını arayan; böylelikle kendini özel hissedeceğini sanan, çok değil üç gün sonra çözüldüğünde gizem altındaki karizma görünümlü anormallikle dağılan, “niye hep aynı erkekleri hayatıma alıyorum” ya da “niye hep zor erkekleri tercih ediyorum” diye yana yakıla feryat edip sonra ısrarla ve de ısrarla aynı rotada yol almaya devam eden…

    aynada kendine bakmaktan hep kaçan, “bu gün çok güzelsiniz”i duyduğunda sinirlenen, tabi sadece “sinirlenen”; gece yatarken onunla uyuyup sabah uyandığında da aklına ilk o gelecek kadar “sinirlenen” hem de, bu gün çok çirkinsiniz”e de ne diyeceği zaten belli olan…

    “seni istiyorum” diyen erkeğini tek derdinin yatak olmasıyla suçlayan, kendisine hazır olması için zaman tanımak istediğini söyleyen erkeğinden cinsel sorunları olduğu yönünde şüphe duyan ya da “beğenilmediği ve zaten bir erkeğe çekici gelmeyecek bir kadın olduğunu bildiğinin” altına yine kendisi dinamit koyan…

    ilk iş gününde, yapacağı ilk işten ziyade giyeceği ilk eteğin renginde kaybolan…

    sadece “kendini iyi hissetmek” için saatlerce giyinen, özenen, hiçbir pantolonunun üzerine hiçbir tarihte hiçbir kazak uymayan ve de uymayacak olan, kullanmadığı kozmetik ürün kalmayan…ama bütün bunlar sadece kendini iyi hissetmek için ! bir erkek için ? bakın şimdi, oldu mu hiç bu…

    bir erkeği defalarca “reddedip”, gönderdiği gülleri masasında defalarca koklayan. bunu görüp de şaşıran ama doğal olarak da umutlanan erkeği “sinekten yağ çıkarmaya çalışmakla” suçlayan tam bir tutarlılık abidesi…

    eşinin, çocuklarının ve evinin nasıl göründüklerini kendiliğiyle ilişkilendiren; onlar iyi göründükçe kendine duyduğu saygı kabardıkça kabaran…

    “yeterince çekici olmadığı” için sevilmeyeceğine, önemsenmeyeceğine, arzulanmayacağına saplanıp kalan…

    ya “çok eksik” ya da “çok fazla” arasında sıkışıp kalan. sorunları dile getirdiğinde fazla açık, ağladığında fazla duygusal, iş yerinde zaten kadınlara yönelik olumsuz kronik algıları pekiştirmemek için ciddi görünmeye çabaladığında fazla soğuk, yeni proje ürettiğinde ya da yaratıcılığını kullanmaya çabaladığında fazla becerikli ya da fazla akıllı, etek boyuna göre fazla gelenekçi ya da fazla açık, mizah anlayışı fazla komik olan, “öp beni” dediğinde fazla tutkulu ama bazen de çok eksik, kendi ayakları üzerinde durmaya çabaladığında fazla kendine güvenli ya da fazla başına buyruk algılanan, yargılanan, kaçınılan; ne yazık ki…

    dışlanan, aşağılanan, töre cinayetlerine kurban edilen, şiddetin hedef tahtası olan, itilen, kakılan, küçümsenen, tacize ve tecavüze uğrayan; ne yazık ki…

    hayatı boyunca “doğru” erkeği arayan ama “doğru”larına göre hareket ettiği için “yanlış”lara saplanıp kalan…

    hep romantik, hep duygusal, hep kırılgan olduğu için yargılanan, durum ya da sonuç ne olursa olsun sorumluluk üzerine atılan; ne yazık ki…

    bir parça özen, bir parça dikkat, şefkat beklemekle “dır dır ettiği” için yargılanan...

    her şeyi hep kontrol etmek zorunda olan ya da kendisine bu rolü biçimlendiren…

    ihtiyaç duymakla “hata” yapan. belki de en kötüsü, hata yaptığının kendisine bu kadar ezberletilmesinin de etkisiyle, suçluluk duyan, duydurulan. istediği, beklediği, önemsediği ya da özlediği için suçlanan; ne yazık ki…

    güvenmiyorsa, inciniyorsa, doyum sağlamıyorsa, koklamıyorsa ya da koklanmıyorsa, hissedemiyorsa aşkı, tutkuyu, herhangi bir duyguyu “bu onun sorunu” olan…onun sorunu olduğu için, bazen onun sonu olan; ne yazık ki…

    öfkelenmekten korkan, öfkelendikçe bunu ifade etmekten korkan, hatta sinirlendiği için kimi zaman suçluluk duyan, içine kapanan...

    duygularını başkalarına göstermeyerek “kendini koruyan”…

    cinsel arzu duymaktan da bunu ifade etmekten de korkan, “ahlaklı” olmayı en büyük erdem sanan, bir erkeği arzulamakla suçluluk duyan, tahrik edici kadın olarak algılanmak en büyük tabusu olan, kıyafetlerini isteğine ya da iradesine göre değil de kaygılarına, korkularına göre “seçen”…

    entelektüel tartışmalara girmekten korkan, girdiğinde “başkaldırıcı” olmak yerine onaylayıcı suskunluğu tercih eden, özellikle de erkeği karşı cephede yer aldığında otoriteye itaat eden…

    kontrolünü kaybetmek en büyük korkularından biri olan…

    ben’inin ihtiyaçları karşısındakinin ben’ine hizmet etmekten sonra gelen…

    “bencilce” davranmayıp hizmet etmeyi yaşamındaki en büyük görev, sorumluluk, hatta fazilet zanneden…

    başka bir kadının, özellikle de potansiyel rakip ise eğer, para kazanmasını, ilgi görmesini, takdir edilmesini kıskanan…

    birlikte olduğu erkeğin, kendisinin doğrudan söylemediği ya da söyleyemediği; isteyemediği ihtiyaçlarının nasıl olup da farkında olmamasına ! öfkelenen…

    “hayır” demeyi yenilgi kabul eden ya da “hayır” demekte zorlanan, “hayır” dediği için pişman olup suçluluk duyan; adları sine, irem, gizem, bikem, ulviye, şaziye, ebru, olga, yonca ya da gonca olsa da göbek adları suçluluk duygusu olan…tam burada mesela, neden örneğin satı, nezaket ya da bürke değil de “özellikle” özge ya da irem’in adlarının yazıldığını; “bunun altında neyin yattığını” mutlaka merak edecek olan…

    gittiği ev ziyaretlerinde “sıkıntı yarattığı” için suçluluk duyup ev sahibesine yardım ederek bu duygudan kurtulmaya çalışan…

    kendisi için bir şey satın aldığında “kuralları çiğnediği için” suçluluk duyan ve bu duygudan kurtulmak için daha çok çaba sarf eden ya da örneğin başkaları için de bir şeyler satın alan…

    kendine verdiği değer, saygı ya da güven başkasına yardım ettiği anda ve oranda artan…

    iş yerinde yöneticisine aşık olmaya hakkı olmayan, olduysa eğer bu mutlaka “para, mal, mülk, kariyer edinmek için” olan…

    gelenekler, görenekler, “aman sonra kim ne der”ler, “ayıp olur sonra”lar, “ilişkisel kanunlar”, kurallar, eşin prensipleri, suçlusu da katibi de hakimi de kendilerinin olduğu “zihinsel mahkemeler” tercihlerinden de beklentilerinden de önce gelen…

    biz’in içinde kaybolup, ben’in içinde bile biz’i yaşayan; biz’sizlikten korkan…

    hasta ziyaretleri, bayram, tatil ya da mezarlık organizasyonlarını planlamakla “yükümlü” olan…

    doğum günleri, yıldönümleri ya da her türlü önemli günü hatırlamak, hediye almak ve tabi bu günler için planlar yapmak; hayatı kolaylaştıran tüm ayrıntıları düşünmekle “yükümlü” olan…

    babasının hep cici kızı, annesinin hep olgun kadını…

    eşin ailevi sorunlarına çözüm bulmak, küsleri barıştırmak, eş adına kart atmak, tebrikte bulunmak ya da onun adına özür dilemekle “yükümlü” olan…

    her türlü emeğe, özveriye, çabaya rağmen, ilk sorunda önce kendini sorgulayan, kendini suçlayacak bir konu arayan, merak etmeyin sorun yoksa eğer yaratmakta hiç sıkıntı çekmeyecek olan, her türlü derdi kendine yontup çözüm bulamayan; bulsa da ilk adımı atmayı ya tamamen kendine ya da tamamen eşine yükleyen…

    her saniye / gün / yıl bir önceki saniye / gün / yıl’da verdiği kararın doğru olup olmadığını, hata yapıp yapmadığını, örneğin “acaba şans tanısa mıydım”ı sorgulayan, genellikle de pişmanlık duyan…açıklık, netlik, kararlılık, kendinden ya da verdiği karardan emin olmak, tutarlılık ve denge ! kadınlarda mı ! fazlasıyla iyimser olmak gibi geliyor bu buna…

    kıskanılmaktan ve korunmaktan hoşlanan ama “sahip çıkılmaktan” ve “mülkiyet edilmekten” hoşlanmayan; erkeğe “aradaki ince çizgiye” dair de hiçbir reçete sunmayan. tabi, böyle bir çizgi varsa eğer !..

    ilişki başarısız mı oldu ? alın size bir kat daha kaygı, biraz daha sorumluluk ve suçluluk duygusu…

    “romantik-duygusal ama erkek gibi davranmasını da bilen-maço”, “zengin ama paraya önem vermeyen”, “ürkütmeyecek kadar yakın ama kaygılandırmayacak kadar da uzak”, “ev işlerine duyarlı-sorumluluk sahibi ama her işe de karışmayan” bir erkek arayan; imkansızı arasa daha kolay bulabilecek olan…sanki “nasıl yaparım, ederim de yalnız kalırım” için çabalayan…

    her sorunda önce kendisi yardım arayan, terapiste önce kendisi giden, diyelim ki eşiyle de görüşülmesi gerekiyor; elinden tutup götürmekten çekinmeyecek olan ama çözümü de önce eşinde - karşısındakinde arayan…

    bir ilişkiye daha başından şans tanımayıp başlamamak ile her ne olursa olsun, “sabırla”, “azimle” ve “kararlılıkla”, üstelik ilişki ilmen ve filmen hiçbir gelecek vaat etmemesine rağmen çekip gitmemek arasında bir noktada yer alan; erkekler kadar olmasa da, erkekler gibi siyah-beyaz’ı yaşayan kadınlar. insana “bu kendini cezalandırma niye !” diye düşündürten kadınlar. “niye bu kendi kendine işkence !“ demek geliyor insanın içinden…

    yaşamını, “seçimlerini”, hedeflerini, kariyerini ya da belki en önemlisi; eşini isteklerine göre değil de “doğru” olana göre “seçen”…

    her komşuda ya da “gün”lerde bütün erkeklerin aynı olduğu, hiçbir erkeğe güven duyulmayacağı öğretilen; ilişkiyi yönetmezse terk edileceğine, terk ediliyorsa eğer iyi bir yönetici ol(a)madığına inanan; inandırılan…”ah o anneler, teyzeler” demek geliyor insanın içinden…

    bir eş adayı erkeğin, kendisinin bile bilmediği bir deryada kulaç atmasını bekleyen; “yüzme bile bilmeyen” erkeklere güvenmeyen, dönüp dolaşıp aynı inançlarını; yani bütün erkeklerin aynı ve hiçbirine güvenilmez olduğu inancını pekiştirmek için ellerinden geleni yapan…

    “nerede yanlış yaptım” en çok zikrettikleri cümle olan…

    “iyi olursa” başarılı olacağına; başarısızsa eğer “kötülüğüne” dayandıran…

    meslekleri farklı olsa da, hepsi birer “terzi” olan; durum, olay, gerçeklik hiç fark etmez; her şeyi nasıl isterse öyle algılayan…

    aldığından çok daha fazlasını veren…

    verdiğinden çok daha azına razı olan…

    sorun yaratan tarafın hep kendisi olduğuna inanan, inandırılan…

    ilişkinin tatmin ediciliği yerlerde sürünüyor olmasına rağmen ilişkiden kopamayan…

    hayal kırıklığına uğrayıp, üzülüp, yıpranmakla birlikte “hayal kırıklığı yarattığı”, “üzdüğü”, “yıprattığı” için de kendine kızan, kendini suçlayan; ne yazık ki…

    kendini, her şeyi her an kusursuzca yapmaya programlayan ama başarısız olduğunda da yetersiz ve değersiz hisseden…

    yemek yapma, temizlik, çamaşır yıkama ya da çocukların bakımı gibi “görevlerin” tamamen kadınların sorumluluğunda olduğuna inanan, “her türlü kadınlık hizmeti”ni bir ilmi, dini, ahlaki ve de kanuni bir sorumluluk gibi gören, “iyi” kadının 10 rolü kitabını başucunda tutan, “eve para getirmek” gibi “yükümlülüklerin” de tamamen erkeğin sorumluluğunda olduğuna inanan, örneğin ekonomik kriz nedeniyle işsiz kalmış eşini “bütün gün evde oturup, hiçbir şey yapmamakla” suçlayan; ve sonra örneğin erkeğini suçladığı için suçluluk duyup kendine kızan, utanan, bunları ona yaşattığı için yine eşine kızan, ve sonra yine…

    gittiği tiyatroda, diyelim ki 60 yaşındaki kadın oyuncunun o yaşına rağmen hala nasıl olup da bu kadar diri olduğuna; bacaklarının nasıl bu kadar da ince olabildiğine odaklanıp, oyunun kalitesini, güzelliğini tartışacak zaman bulamayan…

    her eleştiriyi haksızlık ve hakarete uğramışlık olarak görüp karşı saldırıya geçmek ile hakaretleri anlık duygusal tepkilere bağlayıp affetmek arasında gidip gelen…kadınlar da erkekler kadar “siyah-beyaz” sanki…

    ilişkideki anneliğine eşine destek olma kılıfını uyduran ya da eşinin yanında olmayı annelikle karıştıran…

    eşi mutsuzsa, bunun sorumlusunun mutlaka kendisi olduğuna inanan; ne yazık ki…

    hayatı kendi keyfince yaşayınca suçluluk duyan; ne yazık ki…

    ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman yeterli olmadığına; olmayacağına, çekici olmadığına ve olmayacağına inanan; ne yazık ki…

    özellikle romantik ilişkisi çökünce kendisi de her şeyi de çöken…

    kendini özel hissetmeye, değer verilmeye, önemsenmeye duyduğu açlıkla azıcık sevgiye canını vermeye hazır olan; oldurulan tabii ki, ne yazık ki…

    “bu kadar çalışmazsa”, “bu kadar verici olmazsa” ya da “mükemmel olmazsa” eğer sevilmeyeceğine, değer görmeyeceğine, terk edileceğine inanan…

    terk etse de edilse de suçluluk ve utanç hep cebinin bir kenarında duran…

    “bu ilişki bitiyor galiba”sı üç yıl alan, “evet, hiç umut yok, bitti” dedikten üç yıl sonra “bitiren”, “bittiğinden” üç yıl sonra bile “acaba hatamıydı ?” çöllerinde uçsuz bucaksız bir keşfe çıkan…

    “hiçbir erkek bu kadar dürüst, açık, yalın, net, … ol(a)maz; olsa olsa böyleymiş gibi davranıp beni kandırıyordur”u temel yaşam ilkesi olarak benimseyen; ne yazık ki…

    kendine, bedenine, hislerine, hep hakim olup “kontrolünü kaybetmemek zorunda” olan …

    kimseye ve hiçbir şeye bağlı olmamak ile birine her şeyiyle kendini vermek; daha doğrusu bağımlı olmak arasındaki çizginin bir yerlerinde yer alan…evet, kadınlar da erkekler kadar; hatta belki daha fazla oranda “siyah-beyaz” sanki..

    başkalarının sözünü kesmeyecek kadar kibar ve hanımefendi olan ya da olması beklenen…

    özellikle cinsel tacize ya da şiddete maruz kaldığında bunun kendi suçu olduğuna inanan, bunu bir sır gibi saklayan, sessiz kalan; seslense bile kimsenin duymayacağına öylesine derinden inanan…böyle düşünmekle pek de haksız sayılmayan, ne yazık ki…

    yanı başındaki erkeğe ayakları yerden kesilircesine aşık olmasına rağmen hiç renk vermeyen…

    kendini ya mükemmellikle ya da değersizlik-yetersizlikle algılayan…

    her tartışmayı rekabete, her ilişkiyi iktidar mücadelesine dönüştürmekte uzmanlaşmış olan…

    başkalarının sorunlarına odaklanıp onların sorunlarıyla uğraşarak kendi sorunlarına çözüm bulma sorumluluğundan kaçmayı çok iyi bilen…

    yeterince zaman harcayıp uğraşırsa karşısındakini; özellikle de eşini mutlaka mutlu edeceğine inanmakla gerçeği hayalden bir türlü ayırt edemeyen…

    karşısındakinin o an aklından nelerin geçtiğini bildiğini zannedip davranışlarını buna göre biçimlendiren; atacağı her türlü adımı buna göre planlayan, bu yüzden de hayal kırıklığı yaşama olasılığı yüksek olan…

    karşısındakine iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı göstermeyi ve ona öğüt vererek yönlendirmeyi kendine birincil görev addeden…koruyucu, kollayıcı olmakla kontrolcülüğü, daha doğrusu anneciliği birbirine karıştıran…

    “hayır, olmaz, mümkün değil, hiç şansı yok”u “belki”ye; “bilemiyorum, belki”si “evet”e dönüşen…

    gerçekte öyle olmasa da, sırf “evimin direğidir, erimdir, beyimdir” diye düşünüp erkeğinin erkeklik gururu incinmesin diye orgazm taklidi yapan. bir süre sonra hangisi taklit hangisi gerçek; artık kendisi de ayırt edemeyen…ön sevişmeyi istemekle birlikte erkeği hep de “geriden takip eden”; ettirilen tabiki…

    ilişkisinde hep “son bir şans” tanıyan ama erkeğini bundan hiç haberdar etmeyen…

    komik olmasa bile, erkeğinin yaptığı her espriye gülen…

    bulaşık yıkayan eşiyle gururlanıp ona şükran da duyan; ne yazık ki…

    erkekleri “iyi” ya da “kötü” diye kategorize edip; “iyi”leri elden kaçırılmaması gerekenler listesine ekleyen…

    eşinden daha başarılı olmayı ihanet kabul eden…

    “senden nefret ediyorum” derken aslında buram buram aşkı yaşayan ya da ona aşık olduğu için ondan nefret eden…peki aynı anda hem öfke-nefret hem de aşk, bu iki zıt kutup nasıl bir araya gelir ? ya da bir kadın neden aşık olduğu için öfke duyar; hatta nefret eder ? çok basit. diyelim ki adları mine ile orhan olsun, mine orhan’ı her gördüğünde bedenindeki her türlü hormon aktive olmasına rağmen, örneğin ait olma, yakınlık ya da bağlanma gibi kaygıları nedeniyle onunla bir ilişkiye başlayamıyordur. ilişkiye başlayamamak engellenmişlik duygusunu; engellenmişlik de doğal olarak öfkeyi getiriyordur. bu öfkeyi kendi içinde tutmak yerine de, biraz da kendini koruma ihtiyacının bir ürünü olarak, o erkeğe kusuyordur…

    açıklama getirdiğiniz ya da üzerinde tartıştığınız her türlü sorunu kendinde bulan; diyelim ki psikolojik sorunlarla ilgili olsun, daha siz “dep…” demeden kullanacağı anti depresan ilaca kafa yoran…

    her cümlesi mutlaka “ama” ile biten…“doğru söylüyorsun, ama…”, “haklısınız, ama…”. gerçekten inanılmaz; “aslında öyle, ama…”

    otuz saniyede dört ayrı duyguyu yaşama becerisine sahip olan. diyelim ki adları sibel ile süleyman olsun ve her ikisi de aynı sınıfta öğrenim gören iki üniversite öğrencisi olsun. süleyman, nihayet üçüncü yıl duygularını açmış olsun sibel’e ve ona çıkma teklif etmiş olsun. süleyman’ın bugüne kadar aklı nerededir, neyi niye beklemiştir ? süleyman’a hayır derse ya da dediğinde acaba süleyman aynı noktada durmaya devam edecek midir yoksa çekip gidecek midir; sibel geriye dönüp her baktığında süleyman’ı orada görebilecek midir ? süleyman’a hayır dediğinde zavallı çok üzülmeyecek midir, onu kırmış olmayacak mıdır ? ve süleyman bu teklifiyle, sibel’e kendisini özel hissettirip; bir kadın olduğu ve bir erkek tarafından beğenildiği duygusunu yaşatmamış mıdır ?..

    an’ı yaşayamayıp “ya sonra”ya odaklanan…”tamam, teklifine evet dedim, ya sonra; 2 yıl sonra evlenecek mi benimle ! ”, “tamam, krediyi aldı, ya geri ödeyemezse ! ”, “tamam, son bir şans için buluştuk diyelim, bana ne söyleyeceksin ! ”, “tamam, taksim’e indik diyelim, ya sonra; yağmur yağarsa nasıl dönmeyi planlıyorsun ! ”…

    dünyanın en mükemmel, en olağanüstü erkeğiyle en görülmemiş güzellikteki ilişkisini yaşamanın bile kaygı uyandıracağı; “ya sonra”yı getireceği kadınlar. mesela, “ya yarın sabah uyandığımda onu yanımda göremezsem ?”…

    yaşamdaki her şeyin kendilerinden başlayıp kendilerinde bittiğine; “dünyanın kendi etrafında döndüğüne” inanan…

    hayatı, her rengin her tonuyla yaşayan…

    ve, bu satırların hiçbirini kabul etmeyecek olan; etse bile her kabullenişi mutlaka bir “doğru, haklısınız; ama…” ile bitecek olan kadınlar…

    --- spoiler ---

    http://www.tariksolmus.org/
312 entry daha
hesabın var mı? giriş yap