45 entry daha
  • otuz üç gündür müzik sesi duymuyordum.

    belki konuyla doğrudan ilgili gibi görünmüyor ama -ben yine de tam tersini düşünüyorum- otuz üç gündür kadın sesi de duymamıştım. bırakın kadın sesi duymayı, otuz üç gündür yaşadığım yere belki yüz yıldır tek bir kadın bile ayak basmamıştı ve bu beni fena halde alıngan yapmıştı. böyle bir yerde bir kadını düşlemek ayıp geliyordu bana. onlar başka bir dünyaya aitti ve onları buraya düşte de olsa getirmek haksızlıktı. bir de, sanki oraya gelmemeyi kendileri istiyormuş gibi, alınıyordum da bu işe. elimde değildi. her neyse, müziğin yokluğu, hiç değilse onların yokluğunu düşünmemeyi kolaylaştırıyordu ama müziğin yokluğunu kolaylaştıran hiçbir şey yoktu.

    yoksunlukların ötesinde bahsetmeye değmeyecek o otuz üç günün sonunda -ne de olsa biz burada çaktırmadan askerlik anısı anlatıyoruz sinyorita- bir yığın abuk subuk aksilik yüzünden kaçırma noktasına geldiğim uçağa yetişmek için hızlı hızlı yürüyerek şehir merkezine ulaştım. o uçağa yetişecektim. numarasını zehir gibi ezberlediğim o koltuğa oturacak, gözlerimi kapatacak ve yol boyunca müzik dinleyecektim. anneciğimin kargoyla yolladığı telefonumu almak üzere ptt'nin yolunu tuttum. telefon bile etmeden ilk iş kulaklığı takıp alışkanlıkla radyoyu açtım. (ellerimin titrediğini görünce kendi kendime güldüm. içki şişesiymiş gibi yapışmıştım telefona.) kayıtlı kanallarda yayın bulamayınca yabancı bir şehirde olduğum kafama iyice dank etti. etrafıma baktım. şafak saya saya dağında tepesinde koşturduğum halde, şehri ilk kez görüyordum. kendisine etmediğim küfür kalmamıştı ama aksi gibi sevimliydi de namussuz. dört yaşında, esmer, kıvırcık saçlı, koca gözlü bir kız çocuğuna benziyordu. kusura bakma, billy jean - çocuk benim çocuğum değildi. ki kadınları bile -özellikle de onlar- yabancıydı. bu şehirde minibüsler nereye gider, yokuşlar nereye çıkar, bilmiyordum. o da beni tanımıyordu. çocukluğumu görmemişti örneğin. babamı hiç görmemişti. (babamı ben de artık hiç göremeyecektim. çünkü o da benim askere gittiğimi görememişti. bir buçuk seneyle kaçırmıştı.) bir keresinde bir kıza evlenme teklif etmiştim. burada kızın cevabını bilen hiç kimse yaşamıyordu. kaldı ki, hayatımda ilk kez üç numara kesilmiş saçlarımla kendime bile yabancı geliyordum. tek derdim bir taksi bulup uçağa yetişmekti. buradan gidecek, giderken de müzik dinleyecektim. sonrasını da sonra düşünürdüm artık.

    bir yandan radyomun istasyon arama tuşuyla üst üste başarısız denemeler yapıyordum. derken çok ama çok acayip bir şey oldu ve ben henüz bir türkçe pop şarkısına bile rastlamamışken, sezen aksu duysam ağlamaya hazırken, fake plastic trees çalmaya başladı. wears her out'undan itibaren.

    bunun anlatılabilir bir şey olduğundan emin değilim. saçı sakalı, şehri, uçağı unutup hepten kayboldum. wears her out'lar, salınan bir sarkaç gibi beni hipnotize etmiş olmalı. çünkü artık otuz üç günlüktüm. şarkı on yedi yaşındaydı, benden de, dört yaşındaki şehirden de büyüktü. o market arabasını ite ite, o dört numaralı forması ve sarı, the bends saçlarıyla thom yorke, hepimizden daha yaşlı bir ağacın arkasından çıkıverdi ve tam bir ağabey gibi karşıma dikildi. göz göze geldik. her şeyi biliyordu thom. (bir ağabeyim olsa her şeyi bilirdi, biliyorum.) otuz üç günümü, öncesini, hatta sonrasını da. gitmek istediğimi, hazır olmadığımı, gittiğim yerden de gitmek isteyeceğimi, hazır olamayacağımı biliyordu.

    "söyle," dedi. aslında ilk kez konuşmuştu ama ben saatlerdir onu dinliyor gibiydim (saatlerce onu dinlemeye alışıktım). anlamadım. "duyuyor," dedi. "söyle."

    anladım.

    otuz üç gündür ilk kez konuşuyordum. (hayır, bir buçuk senedir.)

    anlamasaydım, "if i could be who you wanted" derdim. ama anlamıştım.

    "baba," dedim. "büyümek istiyorum derken, seni anlamayı kast etmemiştim."

    sonra market arabasına atladığım gibi havaalanının yolunu tuttuk. uçağa bindiğimde cyndi lauper'dan girls just wanna have fun çalıyordu ve aklımda kadınlardan ve müzikten başka hiçbir şey yoktu.
39 entry daha
hesabın var mı? giriş yap