• insan çamurdan yaratılmıştır. çıplak doğmuştur. bedeni çıplak, ruhu çıplak arzuları çıplaktır.. insan hayatındaki bir çok şeyi seçimleri sonunda yaşar. kime neye kızarsa kızsın, kime neye teşekkür ederse etsin, yaşadığı acılar da, mutluluklar da kendi seçimidir. insanın seçemeyeceği şey ölümdür.. bir de aşk. insanın dünyasında kendisinden güçlü , yenemeyeceği, anını seçemeyeceği iki şey vardır; ölüm ve aşk.. zaten ikisi de birbirine benzer, ya acı verir ya huzur. ikisi de istediğin anda değil beklemediğin anda çıkar gelir. kimse hazırlıklı yakalanamaz ne ölüme ne aşka..

    insan ıslak yaratılmıştır. bu yüzden kurumaz yüreği. bu yüzden bütün öfkesinin, kırgınlığının, kininin, şeytanlığının yanında merhamet, sevgi ve utanma duygusu da taşır. insan ıslak yaratılmıştır. ağlamayı zayıflık saydığından içine akıtır gözyaşlarını ve kurumaz insanın çamuru. çamur bulanıktır ama kuru topraktan da temizdir.

    çamurdan yaratılan insan kendi kadar ıslak bir yüreğe sahip karşı cinsi gördüğünde yine de; kalbinden önce hormonları farkeder. kim ne derse desin, cicili bicili sohbetlerde ne anlatılırsa anlatılsın insanın yarısı şehvetten ibarettir. insanı insan yapan tutkusunun derecesi, arzusunun gücüyle ilgilidir. aşka, kadına, erkeğe acıkmamış bir ruha sahip bir adamdan ya da kadından ancak düz adam olur. gerçek erkek ya da gerçek kadınlar birbirini arzular. kimisi bunu nezaket sayılan bir maskeyle küçük dokunuşlar ve bakışlarla anlatır. kimisi kabaran burun delikleriyle.. kimisi saçıyla oynar, kiminin teni kamaşır.. kiminin aklı uçar, kiminin ruhu..

    bir kadınla bir erkeğin yaşayacağı üç beş mucize vardır. ve mucizeler sadece ona inananların başına gelir. aynı anda aşık olmak, ilk öpüşmenin harika geçmesi, doğum yapan kadının rahminden doğan hayatı erkeğin elleriyle çekip alması, aynı anda boşalmak, ayrı yataklarda yatarken beraber uyuyacak kadar birbirinin varlığını hissetmek, ya da sırtını erkeğine dönmüş kıvrılıp yatmış bir kadının kaşık pozisyonunda sırtındaki kalp atışlarını duyması gibi mucizeler.. insan yaşamadan önce hisseder yaşayacağının mucize gibi olacağını. bilir çünkü bir erkek her kadının kokusunun bir olmadığını, her kadına dokununca erimeyeceğini. bir kadın bilir çünkü her erkeğin sarılışının aynı huzuru vermediğini, her öpüşün insana salıncakta sallanıyormuş hissini yaşatmadığını.. yine de insan bilmez ne zaman aşık olacağını.. ne zaman öleceğini.. ne zaman ölecek kadar çok aşık olacağını.

    dükkanı yeni kapamıştım.. yorgundum. uykusuzdum. sinirliydim. özgürlüğüne tapan bir erkek olarak kendimi kapana kıstırılmış hissediyordum mutsuz geçen kışın ardından. gelen bahar hiç bir şeyi müjdelemiyor, yarın sabahın daha güzel geçeceğine dair tek belirti görünmüyordu. sabah evden çıkmak ne kadar zor geldiyse eve dönmek de o kadar zor geliyordu. adımlarım zifte saplanmış gibi ağır ağır ilerliyordu kaldırımda. karşımdan gelen insanlar sanki içimi delip geçiyordu sesleri, bakışları, kahkahalarıyla. şarkılar boşa yazılmıyor dedim. nerden buluyor bu insanlar ben mutsuzken gülecek şeyleri .

    müdavimi olduğum bara uğramak için erken bir saatti.. aşık olmak için tam zamanıymış. bilmiyordum.. adımlarım beni dipteki bir masaya götürdü. içeride kahvaltısını votkayla yapan bir kaç yaşayan cenaze dışında kimse yoktu. ya da ben öyle sanıyordum. ben daha oturur oturmaz tuvaletin kapısından kahkahalar atan iki kadın çıktı.. karşımdaki masaya oturdu.. biri bir plazanın camekanları ardında güçlü kadın rolü oynayan ve akşamları yanlızlığını unutmak için yastığıyla sevişen bir tipe benziyordu, diğeri reenkarnasyonla yeniden doğmuş bir meleğe.. ama melekler kırmızı rugan ayakkabı ve siyah mini etek giymezdi bildiğim kadarıyla.

    o kadar yüksek sesle konuşuyorlar, gülüyorlar ve gülmekten ağlamaya, sızlanmaya ve yeniden kahkaha atmaya geçiş yapıyorlardı ki anladım onlarında da benden mutsuz olduklarını.. neden sonra bir telefon çaldı. plaza kraliçesi telaşla masaya üç beş banknot bırakıp dönmezsem sen taksiye bin git diyerek fırladı gitti. diğeri sanki hala iki kişi oturuyorlarmış gibi mırıldanmaya hatta gülmeye devam ediyordu.. barın basık karanlığının izin verdiği kadarıyla alıcı gözle tekrar bakmaya başladım elindeki şarapla öpüşen yarı-meleğe.. boynunun kıvrımlarını, omuzbaşlarının diş kamaştıran mermersi yuvarlaklığını farkettim önce. ayak bileklerinin kristal bir şampanya kadehini andıran zarafetini, sırtının ağlama duvarı kadar kutsal çizgilerini.. ayakparmaklarındaki bir piyanonun tuşlarını andıran bordo ojeyi..

    insan çamurdan yaratılmıştır. çamur sudan.. ve sular birbirine karışmak için akar.. dereler göllere, ırmaklar denizlere.. erkekler kadınlara..aktım ben de. o masaya o sandalyeye nasıl oturduğumun bir nedeni yok. rüzgar esmek için sebep aramaz. önce eller tokalaştı sonra gözler.. sözcükler karıştı önce, sonra dokunuşlar. kelimeler tükendi önce, sonra hikayeler.. ayaklar yürüdü, tenler titredi.. anahtarlar döndü kapıda.. bedenler kıvrandı.

    sevişmekten daha mucizevi bir şey varsa o da öpüşmektir.. dillerin ağızda izlediği yolların haritası yoktur.. tadı vardır. önce dudaklar tanışır, sonra diller. bir kadınla bir adam giyinikken ayakta öpüşüyor ve bundan daha güzel bir an olamayacağını düşünecek kadar çok haz alıyorlar ve ayaklarının yerden kesildiğini hissediyorlarsa onlar bir kadınla bir erkek değildir sadece.. tutuşmuş iki bedendir.

    dudaklarım önce yumuşak sonra eze eze öperek varlığımı kanıtlarken ikimize, ellerim sırtında geziniyor, burnum daha önce duymadığı baharattaki teninin kokusunu farkediyor. yüzüm yüzüne çarpıyor, çenesi çenemin altında kayboluyor.. tatlı mırıldanmalarımız, hıçkırık kadar derinden inlemelere, yalvarışlara dönüşüyor.. ama biliyorum daha yeni başlıyoruz.. ağzım boynunu buluyor, ruhum cennetini. teninin ipeksiliğini, kokusunun sarhoş ediciliğini, bedeninin sıcaklığını görüyor, yaşıyor ve esiri oluyorum.. nerdeydin sen diyorum. bunca zaman nerdeydin? boynunu yalarken en az benim kadar hayata acıkmış dilim, dayanılmaz bir noktaya geldiğini belli edercesine sert bir hareketle ters dönüp yüzünü duvara yapıştırıyor. elbisesinin ensesinde başlayan fermuarın sarı ışıltısı beynimi vuruyor. zangır zangır titreyen bedenimi kontrol etmeye çalışırken saçlarını kokluyorum.. tek elimle yavaşça sanki bir bombanın kablosunu kesiyormuşçasına hassas hareketlerle fermuarı açıyorum.. musa' nın kızıldenizinin yarılışını görmedim ama kendi mucizemi yaşıyorum o fermuar açıldıkça.. sırtının biçimini, kıvrımının eşsizliğini, sırt çizgisinin inişindeki muntazamlığı görüyor gözlerim.. parmak uçlarım yanlışlıkla sırtına değdiğinde ürperiyor elimin altında hissediyorum. anlıyorum tenlerimizin daha şimdiden birbirini ne çok sevdiğini. anlıyorum birazdan olacakların tahmin edilemezliğini.. dudaklarım kabarıyor arzudan.. tüylerim diken diken oluyor istemekten..fermuar belindeki gamzelere indiğinde duruyor hayat. duruyor kalpler. küçük öpüşler konduruyorum sırtına. ellerim sırtının yanlarından karnını buluyor.. dilim tenindeki tuzun tadını alıyor. kasıklarım kalçalarını saklıyor. atıyor nabzımız daha önce hiç atmadığı yerlerde aynı ritimle.

    beni yakamdan tutup yatağa sırtüstü düştüğünde göğüsleri çarpıyor yüzüme. hiç bir sözlükte bulunmayan kelimelerle çağırıyor beni yatağa. öpüyor, seviyor, okşuyor, ısırıyor, emiyor, yalıyor, unutuyorum herşeyi.. öperken boynunu unuttum mutsuz çocukluğumu.. okşarken kalçalarımı unuttum babamın beni hiç sevmediğini.. ısırırken omuzbaşlarını unuttum yaşadığımı.. unuttum aşkın insanı hazırlıksız yakaladığını..

    beni içine kendi eliyle aldığında anlıyorum açlığını. boğazından kopup gelen iniltiyi duyduğumda anlıyorum onun da unutmaya ne çok ihtiyacı olduğunu.. ve alışveriş başlıyor. dünyanın en eski takası.. acıların zevk eşliğinde el değiştirme töreni başlıyor. o hapsediyor beni kadınlığına ben veriyorum dertlerimi ona.. ben gömülüyorum ıslaklığına, o atıyor dışarıya acılarını. ben emiyorum üzüm kurusu göğüs uçlarını, o atıyor zehirini hayatın.. o gömüyor tırnaklarını sırtıma, ben kazıyorum mezarını mutsuzluklarının..

    bedenimiz, hormonlarımız, organlarımız bencilliğimize kızıyor ve salıyor bütün sıvılarını kaynağından.. terler, tuzlar, sıvılar, öpüşler, dokunuşlar son buluyor. boşalıyoruz aynı anda. dolunayda uluyan bir kurt gibi uluyor içimiz.. boşalırken kasıklarımız, doluyor içimizdeki bütün boşluklar. geçiyor bütün acılar. avunmaz görünen sıkıntılar.. yanyana ama hala yek vücut yığılıyoruz yatağa.. güneş hala batmamış. pencee açık kalmış. tül perdeden içeriye güzel bir akşam serinliği doluyor. tenimizde parıldayan ter damlacıklarını öpüyor rüzgar. titreşiyor tenimiz. soğuyor bedenlerimiz tatlı bir huzurla. öpüyorum omzunu.. aynı anda neye neden ettiğimizi bilmeden teşekkür ediyoruz birbirimize.. uyuyakalıyoruz acısız, dinlenmiş bir hazzın kollarında..

    insanın en uzun rüyası yedi saniye sürermiş. yedi rüya görüyorum uykumda. yedisi de birer saniye. sekizinci saniyede bir sesle uyanıyorum. bir ağlama sesiyle. yanımda sevişmeden önce gördüğümden daha güzel bir bedenle uyanmış o kadın, dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine dayamış ağlıyor.. şşş diyorum.. ağlama. daha çok ağlıyor.. sarılıyorum sırtına.. bedeninin serinliği , üşümüşlüğü içimi acıtıyor, daha çok sarılıyorum.. neden ağlıyorsun diyorum.. daha adını bile bilmiyorum diyor.. gülümsüyorum hakverirken aynı zamanda. rüzgar diyorum.. yok üşümüyorum diyor. hayır diyorum. adım rüzgar.. duraksıyor önce. kaldırıyor yüzünü dizlerinden. gerçekten mi diyor? evet diyorum.. öp beni rüzgar diyor..öpüyorum.. ve ben o an ona aşık oluyorum..
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap