38 entry daha
  • henüz filmin başında, at arabasıyla yaptıkları yolculukta, küçük kız yaşlı adamın ayaklarını gıdıklayıp eğlenirken, yaşlı kadının kafasına vurmasıyla; hayatı boyunca eğlenmesine, içinden geleni yapmasına izin vermeyecek şiddetin, insan eliyle konmuş acımasız sınırların, mazlumun yeniden ürettiği eziyetin acı tadını ilk defa alıyor. şaka la şaka, gel valla bak yorumlamicam, bize mi kaldı olm bu işler, bu ülkenin yetiştirdiği sinefiller, sosyologlar ne güne duruyor. kadınların çektiği çileye diyecek söz yok, burada nasıl tecavüz edip öldürüyoruz, orada da çok farklı değilmiş işte. zaten bu deepa mehta kendi filmlerini anlamıyormuş diyorlar, öyle duydum çok yetkililerden. filmi boş ver, gel ben sana her replikte hayatımı anlatıyım. (şair bu yaklaşımıyla bir başka hint filmi slumdog milyonere selam çakıyor, bak bak şaire bak sen, tipini s.ktiğim)

    “for how long, father?”

    odunpazarı’nda eski bir ev, sanki geçen yıllar onu bir cenaze evi olmaya hazırlamış. konu komşu toplanmış, mevlüt okuyan kadınlar ve dışarıda sigara içen adamlar; yeşil örtüsüyle cenaze arabası. ben küçüğüm, o benden de küçük. babam ne zaman gelecek diye soruyor, yeşil örtülü kamyonetle az önce geldiğini söyleyemiyorum.. ölüm ne kadar sürer baba?

    “where’s ma?”

    bol kilotlu çoraplı, içerisi ayakkabılı bir kadınlar günü. ismi narin, kendi kaba oysa ki. ağzını börekle doldurmaya bir an için ara veriyor, göz göze geliyoruz. annen kim senin diyor; ismini söylüyorum. nerede annen diyor, cevap veremiyorum niyeyse. sanırım birini ilk defa o gün özlüyorum. annem nerede?

    “life is so disappointing.”

    her gittiğimizde sobayı karıştırıyorum, hayattaki en büyük zevkim bu. büyüdükçe daha az gidiyoruz, artık ziyaretler bayramlardan ibaret. zaten soba da yanmıyor ve her gittiğimizde biri ölmüş oluyor mahalleden. bir gün sıra ona gelecek biliyorum, kendisi de biliyor. belki hastalığına rağmen, eve gelen her misafirle birkaç baklava yemesi bu yüzden. kim “anne biraz dikkat et dese”, yorgun gözlerinde bir bulut, söyleyene belli belirsiz bir düşmanlık. bir gün ölüyor. bir gün herkes ölüyor.

    “a ladoo”

    parasız yatılının ilk haftası, daha ne olduğunu anlamadan hafta sonu geliyor. hafta sonu izin veriyorlar, evci çıkıyorum. elimde evde imzalatmam gereken bir izin kâğıdı; sağ ol be albayım. annem evde döktürmüş, ben yerken karşıma geçmiş izliyor. ben yedikçe, ağlıyor. özlenmenin ne demek olduğunu ilk o gün anlıyorum.

    “god willing she’ll be reborn as a man”

    “ayşe teyzeni hatırlıyor musun? ankara’daymış bir git gör.” diyor annem telefonda. anne, ben ayşe teyzeyi nasıl unutayım? ayşe teyze beyaz yüzünde morarmış gözünden utanıyor. çayın yanına bir şey koyamadım diyor, utanıyor. annem “sen niye utanacakmışsın” diyor, “o utansın”. ayşe teyzeyi gidip görmedim diye utanıyorum.

    “ıf one widow wants to marry, all the widows of ındia want to marry”

    hoca “sana verirsem, başkaları da isteyecek” diyor, “onlara da verin” demeyi nedense akıl edemiyoruz. bizden sonra gelenler de akıl eemiyor. kuşaklar boyunca bu mutsuzluğu yaşamaya mahkumuz sanki, yoklukta adalet olurmuş gibi.

    “..nobody should be a stranger to love”

    çok da küçük değilsin aslında, ama seni sanki beş yaşındaymışsın gibi ellerinden tutuyoruz. yağmur ne kadar ince; biz o küçük caddede nasıl mutluyuz, sanki sonsuzluğa yürüyoruz. bizken, daha büyük bir biz olmuşuz sanki; sen de olunca bulutların bir üst katına çıkmışız.

    “i’ve come to play”

    “ne yapmak için geldik tarihine insanların?/acı çekmekten gayrı”
12 entry daha
hesabın var mı? giriş yap