5 entry daha
  • istanbul'da gençliğini 1980'ler ve öncesinde yaşamış kişiler için ayrı bir anlam ifade eden mekandır... efendim, istinye'den sarıyer yönüne doğru giderken yeniköy'ün bittiği yeri biraz geçince solda sarıyer adliyesi vardı. yeniköy'ün bitiş noktası da yalıların bittiği ve yolun boğazla tekrar buluştuğu yere tekabül eder, son yalı da beyaz boyalı kırmızı panjurlu ahşap kalkavan yalısıdır... adliyeye gitmeden kimileri istinye'de zeynel'de dondurma yerler, sarıyer tarafından gelenler için ise dondurma noktası tarabya'da veli'dir... bazıları da yeniköy vapur iskelesinin hemen yanındaki iskele restoran veya bir sonraki çıkmazda bulunan denizpark gazinosu, daha çok bilinen adıyla aleko'da demlenirler... bir yandan rumeli kavağı yapımı keser sapı hesaplı beykoz motorlarının dizel gürültüsü, bir yandan küçük vapurların ince uzun bacalarından çıkan düdük sesi ve usturmaça niyetine kullanılan eski lastiklerin iskeleye fortçuluk yaptıklarındaki gıcırtı, en az beyaz peyni ve kavun kadar meze olur rakıya...

    neyse efendim, fazla yoldan çıkmadan biz aleko'yu, iskele'yi müdavimleriyle bırakıp yola düşelim tekrar... kalkavan yalısını geçer geçmez sağdaki balıkçı barınağına uğrar kimileri, daha doğrusu oradaki mavi, pembe, sarı, beyaz naylon leğenlerdeki balıklara... mevsimine göre lüfer, kalkan, palamut, hamsi, ama her daim illaki istavrit... naylon torbalara doldurulur balıklar, sonra da kesekağıdına... şimdiki gibi metroseksüel balıkçılar da yok o zamanlar, herkes balığını kendisi ayıklıyor evde...bazen kesekağıdı hafifçe hareketlenir, belli ki istavrit son demlerinde...

    işte tam burayı geçtikten sonra yol ile boğazın arası açılır biraz, adliye'nin otoparkı sağda görünür... otopark dediysek, öyle belediye pazubantlı adamlar falan yok, girişimci bir çay ocağı var... gece gidildiyse, çaylar söylenir, gizli gizli bira da getirir girişimci eleman... arabanın dışına da pek çıkılmaz, içerideki sohbet yeter... ne cep telefonu, ne çağrı cihazı, ne de herhangi bir rahatsızlık yaratacak iletişim araçları... bire bir, insan insana, yüzünü görüp bazen de konuşmaya gerek kalmayan bir sohbet... radyo falan da yok, arabanın teybinden çıkan kötü bir ses var sadece... bazen bir eleman arka koltukta gitar bile çalar, teypten çıkan çelimsiz sesle parça çıkartılır... ileri geri sara sara kaset isyan eder ve sarar sonunda... daha doğrusu geri alma gibi bir fasilite de yoktur, kasedi ters çevirip ileri sarmak marifetiyle parça baştan dinlenir...

    bazen bir kağıt helvacı geçer, bazen börekçi olur... ha, bir de el falı veya bakla falı bakan yetmişikibuçuk billetin buçuğundan gelenler... "at bir beşlik" gelgeliyle aslında çok da inanmayan ama geleceğiyle ilgili hoş şeyler duymak isteyenleri mutlu ederler... ha, tombalacıyı da unutmamak lazım, o zamanlar "mavi malbora"nın tek kaynağı odur... iki tombala çeker, çıkarsa sevinir insanlar... çıkmazsa parasını verip alırlar, eh o akşam da biter zaten "mavi malbora"...

    eh, saat de geç oldu iyice, hesabı ödeyip gitmek gerekir yavaştan... tarabya'dan hacı osman'a çıkıp, sonra da büyükdere caddesinin trafik lambalarına ihtiyaç duymayan neredeyse şehirlerarası yol kıvamında olduğu zamanlarda levent civarına... arabayı park edip sokakta biraz da muhabbete devam etmek lazım... ta ki komşulardan biri duyulacak bir sesle "eh artık geç oldu" diye balkon lambasını söndürene kadar... veya kahverengi üniformalı bekçi sessizce arkadan sokulup düdüğünü öttürüp birinin aklını kaçırtıncaya kadar...

    şimdilerde ne vardır, bilinmez... capuccino veya espresso falan veriyorlardır allah bilir... bizim çay mekanları da küreselleşti artık...
42 entry daha
hesabın var mı? giriş yap