166 entry daha
  • --- spoiler ---
    'düşündüm de,aşkın verdiği mutluluğu evlilik hayatı boyunca sürdürmek mümkün olsaydı,cennet yeryüzünde olurdu. bunun mümkün olmakla beraber pek uygulanmadığını biliyoruz. fakat siz ikiniz,herkesin yapamadığı bu örnek davranışı sergileyecek donanıma sahipsiniz. erkeklerin genellikle kadınlardan daha az vefalı oldukları ve mutluluğun kaynağı olan aşktan daha çabuk usandıkları görülür. kadın,uzaktan erkeğin vefasızlığını keşfeder ve endişeye kapılır. bunu şöyle ifade edebiliriz,kadınların mizaçları hafif olduğundan ve genellikle iltifatlara rağbet ettiklerinden,kocasından bu iltifatların kesildiğini gören kadın,erkeğe olan saygısını çabuk kaybeder. bu şekilde aralarındaki sevgi bağı zedelenir. bazı durumlarda kadın isteklerinin fazlalığından dolayı erkeği bıktırdığından, o da kadına olan sevgi ve saygısını yitirir. bu durum sürdüğü müddetçe ne kadar uğraş verseler de aşkın verdiği mutluluğu yakalayamazlar.'(246:rousseau)

    mustafa'nın belgeseline hoşgeldiniz,mutlu bir aile tablosuyla başlıyor çağan ırmak'ın etkileyici filmi. dubleks bir ev,büyük ekran bir televizyon,rahat koltuklar, karısını ve çocuğunu kollarının altına almış gerinen bir aile babası...

    'tanrılara kurbanlar gerekir ki tanrı kalabilsinler.'

    düzgün bir traş,göz alıcı bir takım elbise, etkileyici ve iş bitirici bir üslüp... işte mustafa tüm varlığıyla toplantıda; o kadar çabuk sonlandırabiliyor ki iş arkadaşının hayatını, o kadar acımasız halde ki... baloncuklar beliriyor kafamda içlerinde 'neden?' olan.

    've bir telefon...'

    dubleks evindeki rahat koltuğundan eşinin cesedini gördüğü morga.. hayat o kadar sınırlarda seyredebilir ki sen de sınırlarda yaşamaya gösteriyorsan özeni, eşinle öpüşürken dişlerine gösterdiğin özen gibi.. 'özen' o zaman yıkıcı olabilir derinden derine...senin gösterdiğin özen dönebilir sana 'sır tutmadaki özen' olarak...

    'hayatıma nasıl girdiniz? siz kimsiniz?'

    evladının yaralanma haberini alan acılı bir anne sadece,eşini koluna takmış hastane koridorlarında geziniyor,oğlunun yattığı odayı soruyor. mustafa'nın 'özenden çıkmış' nefreti bu masum anayı buluyor anında,daha evvel de masum insanların canını yakmamış mıydın mustafa? makarnana nasıl bir sos arzu edersin?

    'dünya yalan söylüyor'

    baba bir kamyon şöförü,annesi cahil bir köylü ve anasının biricik yavrusu mustafa.. o kapıda neyin nesi? yoksa senin korkularına mı açılıyor çocuğum? her karanlıkta, her yatağa uzanışında onun ardındakini mi görüyorsun mustafa? bunca sene kendine söylediğin yalanlar sence insanların sana söylediklerinden daha mı masumdu? dubleks bir evde koltuğuna yayıldığında kaçacağını mı sandın? baban gibi insanları aşaladığında babanı mı cezalandırıyordun? annen sence o mektupları sana 'yalan' olsun diye mi yazıyordu,babandan senin şu anda ettiğinden daha fazla nefret ederken..

    'sit-com ailesi'

    rousseau'nun feministleri celallendiren şaheserinde açıkça belirttiği durum burda da sarih bir şekilde karşımızda: ceren mustafayı herzaman çok sevmiş bir eş,mustafa da ona son derece aşık.. evliliğin ürünü güzel bir velet de var ortada.. herşey ne kadar da yolunda gözüküyor aslında..

    'kırmızı kazak'

    sevginin varoluşu ve zedelenişine dair ifade edilen şeyler,mustafa'nın ailesinde de kendini o mutlu tablonun ardından gösteriyor.. restoranda verdiği hayat dersi,iş hayatında geçen günlerle birlikte artan hırsı,kendini dağın kralı zannetmesi,sevişirken bile korumak istediği imajı ve karısına artık bunca şeyin ardında hissettiremediği aşkı.. bu hissizlik ceren'de başlatıyor soru işaretlerini.mustafa'nın geçmişten kalan hesapları ceren'in aldığı kırmızı kazağın her örgüsüne karışıyor.. ceren alırken biliyor onun bunu bir kenara atacağını; artık ona ulaşamadığını...

    'hey taksi!'

    belki aklında yok böyle birşey,sadece 'öylesine sürdürüp gözünü kestirdiği bir yerde taksiyi durduran,parasını verip inen bir müşteri' hanımkızımız.. gözü yaşlı müşteri kendisini dikiz aynasından hayranlıkla süzen taksici gence sığınıyor bu seferde; tıpkı yarım saat öncesinde taksiyi bir kaçış yolu olarak gördüğü gibi yaşaran gözlerini silecek bu genci de buluyor taksinin sürücü koltuğunda. anlatamadıklarını anlatıyor ona,genelde mustafa'dan konuşuyor,korkularını dışa vuruyor. ihtiyacı olan da zaten bu.

    'taksinin penceresinden'

    her taksicinin sahip olduğu gibi sıradan bir hayat,hani hollywood filmlerinde ya bir kiralık katilin yoldaşı olurlar, ya da fransız filmlerinde son teknolojinin ürünü modifikasyonlarla yolların canavarı haline gelirler.. aslında yurdumun taksicisinin de pek de sıradan bir hayatı yoktur başta söylediğimin aksine,göz altlarına biriken karaların dibinde, o uykusuz gecelerde öyle şeyler saklıdır ki 'gerçekliğin dehşeti' şişirilmiş hollywood filmlerini de,fransız mutfağından çıkmış 'absurde' koşuşturmacaları da geride bırakır.. genç taksicimiz halinden memnun güzel müşterisine sahip olduğunu sanarken.. ceren'in mustafa'ya olan aşkına önem vermiyor gözüküyor. kendi mezarının başında bile inkar edecek kadar takmış olsa ceren'in sevgisine, mustafa'ya gram huzur vermeyecek kadar takmış... belki de kendi aşkına küfür edemeyecek kadar cesur bir taksici bu... 'onu' öylece dinlemeyi ne kadar da çok seviyordu,narin vücudunda tekrar hissetmişti parmaklarını. çocuğunun olması,dokuz yıllık evliliği,eşine beslediği duygular önemli değildi onun için... ne de olsa böyle hususlarda alan-satan memmuniyet dengesi iyi kuruluyor değil mi? kamyonun altına girene kadar herkes razı... derken 'ailevi bir susurluk' çıkıyor karşımıza iki kahramanıyla, mustafamımızın hesabını göreceği...

    'sen bilirsin deyince kavga çıkmazmış...'

    bir evladının kaybıyla sarsılmış,diğer evladına ise 'suçlama' dışında bir duyguyla bakmaya çalışırken yorulan bir anne. ne yaptığını bildiği halde, bu birşey değiştirmiyor onun için, rousseau'nun dediği gibi: '... onları büyütürken sabra,şefkate,gayrete,'hiçbirşeyin' kıramadığı bir sevgiye sahip olması lüzumludur;fakat tüm aileyi devamlı bir birlik içinde yaşatabilmek için ihtiyaç duyduğu şefkat ve kuvvet kadının içindedir;birilerinin ona annelik görevinin kutsallığını hatırlatmasına gerek duymaz. eğer kadın çocuk yetiştirmeyi bir üstünlük olarak görmeseydi insan nesli çoktan sönmüş olurdu. anne ayrıca çocukların birbirleriyle ve babalarıyla olan iletişimlerini de düzenlemek gibi bir görevi de üstlenir.' ünlü yazarın birkaç yüzyıl evvel gözlemledikleri mustafa'nın ailesinde de gözüküyor,annenin kutsallığı da bir kez daha ortaya çıkıyor... özürlü evladına bakacak bir dirayet,kocasının kaçışını çocuğuna yansıtmama düşüncesi,katil olan evladını bağrına basabilme gücü ve yıllar sonra bile aynı evladından yediği zılgıtlarda dahi koruduğu sabrı... mustafa'nın annesi iyice bir düşününce 'sen bilirsin' diyen bizim annemiz...

    'sen hiç ateş böceği gördün mü?'

    aylarca oynayan bir tiyatro oyunu... tiyatro kelimesinin yaptığı ilk çağrışım, ben ilkokuldayken babamla gittiğimiz ilk iki( aynı zamanda son iki...) oyun oluyor hep ama isimler silinmiş,konu,oyuncular da aynı kaderi paylaşmış geçen yıllarla hafızamda... kalan şimdi hayal meyal hatırladığım bir-iki köstüm ve oldum olası hoşuma giden loş ışığın gizemi salonları aydınlatan... ve taksicimiz mezarının başında şimdi, madem orman ora, efendi senin aklın nerdeydi de bunca sene görmedin o böcekleri? ''abi ne kadar da güzeller değil mi?''( hani 'abi' demeyecektin?) taksicimizle beraber farkına varıyor mustafa o zamana kadar kafasının loş ışığın aydınlatmaya yetmediği bir tarafına ittiklerini... hayat dünün pişmanlıklarıyla,gelecek kaygılarıyla geçerken; yavrusu da büyürken tüm bunların arasında,sit-comların karşısında;anlıyor ateş böceklerini görmenin ne kadar önemli olduğunu. ihaneti kaldırmanın gereğini ve 'dağın kralı' olmanın anlamsızlığını nefesin-sesin kırlara inmedikten sonra...

    ateş böceklerini seyretmeyi geri kalan herşeye değişmek çok mu 'polyannacılık' oluyor bilmem; ama insanın evladının gülüşüne tanık olması,annesinin sıcak ellerini tutması,eşinin mis kokulu saçlarını koklaması gibi bazı anlar var ki daha mühim şeyle var diyen varsa beri gelsin hemen.. gel gör ki biz de tam bunları ıskalıyoruz nedense...

    unutma ki mustafa her musibet zaten baktığın şeyleri görmene yardım eden bir ışık gibidir,loşken aydınlanan bir oda gibi olur hayat o zaman... bir kabus gibi gözükse de rüyadan uyandırır onlar insanı... onlar sahneden indirip hayatı daha gerçekçi bir yere koyar...
    --- spoiler ---
256 entry daha
hesabın var mı? giriş yap