• nicelikli estetiği irdeler. duygu ölçülür mü derseniz duygu kimin umrunda? duyguyla ilgilenmez sanatçılar, duyguyu nasıl ifade ederimle ilgilenir ki bu sandığınızdan çok daha alakasız iki şeydir. yani bu bir hap gibi bir şey müdürüm afedersin. şu hapı alırsan şöyle olur diye bir ayar çektiysen, ille de o hapı yutman gerekmez. deneklerin olur, efendime söyleyeyim kimyevi terkipleri bilirsin olur biter. neyse, bu estetik bir bakıma iyi, bir bakıma kötü. mesela sanatın öncelikle işlevden yoksun olması gerekliliği (her ne kadar bu bakış açısı çok eski bir değer yargısı olsa da) bir bakıma fenomenolojik estetiktir. ya da örneğin duchamp efendiyi bu eski moda anlayışı yıktığından dolayı sever, sayarız. o estetiğe böyle bir bakış atmıştır. üretimde üreticisinin hiç emeği olmasa da o üreticisinin sanat eseridir gibi bir yargıya varırız. zaten amk bu duchamp efendi öylesine domuzdur ki, bu estetik biçim haricinde bakmak mümkün değil. insafsız, duygusuz ibişin teki. şaka lan candır. o duygusuz yapacak, gün gelip biri ona duygu işleyecek. buna maniyerizm derler. maniyerizm bak fenomenolojik estetiği pek ırgalamaz gibi. normalde maniyerizm, bir akımın duygusunu oluşturan babalardan sonra gelenlerin aynı akımı duygusallaştırmasından ibarettir. mesela, klasik resim kurallarından sonra bir el greco çıkıp kural tanımaz olur, maniyerist dersin ona. ama onun eşi yine o klasiktir. şimdi bu açıdan bakacak olursak herhalde bu estetik anlayış birine baba, birine oğul diyecektir.

    ülen ben bunu yazarken kendimin de alenen böyle baktığını gördüm. zira bu estetik anlayışta türler vardır bak. bu alandaki sanatın kuralı böyledir gibi durumlar. e zaten dedik ya, nesnel ifade gücüyle ilgilendiğinden durumlar öyle. bak moritz geiger de bu tipti. herhalde onun da bu çirkef oyunlarda parmağı var. ülen sen yok musun sen! neyse ölmüş adam.

    uzun lafın özü, güzelliğin 10 para etmez şu bendeki aşk olmasa gibi bir lafı fenomenolojik estetik manyağı bir insana söylemeyin, inanmaz. bir de güler filan canınız sıkılır.

    hayır yani ben de aşırı kuralcı, kuralları bilerek yıkabileceğine (nedense herkes söyler de bir türlü kural öğrenmeye yanaşmaz) inanan biri olarak şu güzel lafa ağzım açık kalıyor. gerçi bu cümleyi de bir fenomen olarak ele alıyorum ya. diyorum ki hem güzel, hem güzellikle ilgili fikrini sunuyor. yani aslında cümlenin anlamından değil ifade gücünden bahsediyorum. oğlum kategorizasyon canavarları ne yaptınız lan bana?
    canavar mı? koyim da bana var.
  • (bkz: moritz geiger)

    "şeylere dönelim", süje'ye ağırlık vermeyi bırakıp nesnelere bakmaya başlayalım."

    özellikle, theodor lipps 'in estetikte süje'ye ve onun varlığına önem vermesine karşıt bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. fakat sanat estetiğinde fazla gelişim gösterememiş ve yerini daha bütüncül bir anlayışa sahip "ontolojik estetik" e bırakmıştır. ismail tunalı bunun sebebini, "fenomeolojik estetiğin, fenomen dediği şey, tek tek sanat objeleri değil, tek bir sanat yapıtında kendini gösteren, açığa vuran öz'dür." diye açıklar. fenomeolojik estetik, sanat objelerini kendi realiteleri içinde değerlendirmek yerine, hepsinin üstünde bir "real öz" oluşturmak ister. bunun sonucu olarak ta, sanat objelerinden uzaklaşarak gerçek varlığa yönelik tavrından uzaklaşır.
  • fransız romancı, oyun yazarı, gazeteci, edebiyat eleştirmeni ve felsefeci jean-paul sartre (1905-80) yirminci yüzyıllın en popüler düşünürlerinden birisidir. sartre’ın düşüncelerinin ve eserlerinin üstünde husserl ve heidegger’in fenomenolojisinin büyük etkisi olmuştur.
    sartre’ın varoluşçu fenomenolojik estetiği onun imge kuramında ve özgürlük ontolojisinde yatar. imgelem adlı eserinde kendi estetiğinin anahtar kavramı olan imgeleyen bilinç kavramının açıklamasını yaparak bu bilincin diğer bilinç şekillerinden nasıl ayrıldığına ortaya koyar. ona göre, bir şeyi içsel olarak düşünmekle dışsal olarak görmek arasında temelden bir ayrım yoktur. sartre, husserl fenomenolojisinin temel tezlerinden biri olan ‘bilinç her zaman bir şeyin bilincidir’ görüşünden hareketle edim olan imgenin bir bilinç olduğunu söyler (sartre, 2006, 154).

    fenemolojik anlamda bilinç yönelimseldir, yani bir şey hakkındadır. bilinç olan imgede yönelimseldir. sartre’a göre, şu an var olmayan bir nesneyi veya kişiyi imgelemek onu gerçeklik olmayan veya hiçlik olarak konumlamaktır. örneğin, zümrütü anka kuşunu imgelediğimizde onu varolmayan bir şey olarak konumlarız, yanımızda bulunmayan bir arkadaşımızı imgelediğimizde varolan ancak yanımızda bulunmayan olarak konumlarız. şehirde uçan arabalar imgelediğimizde ise bir olanaklılık olarak uçan araba konumlarız. tüm bu imgelemeleri yaparken yaptığımız şey şimdi varolan gerçekliği ‘olumsuzlama’dır. zümrütü anka kuşunu imgelerken şimdiki gerçeklikte böyle bir kuşun olmamasını olumsuzlarız. sartre’ın olumsuzlamaya veya hiçliğe dikkat çekmesinin nedeni imgeyi algıdan ayırmaktır. algının aksine imgesel bilinçte verili olmayanı, gerçek olmayanı veya hiçliği konumlarız. imgelem dünyaya farklı bir şekilde yönelmenin yoludur. dünyada olmayanın, yokluğun, hiçliğin şimdi kılınmasıdır.

    hiçliğin ve gerçek olmayanın bu şekilde imge tarafından konumlanması sartre’ın sanat görüşü açısından önemlidir. tüm sanat yapıtları gerçekliğin ötesindedir. estetik düşünme başlatıcı, doğurtucu bir rüyadır. güzel, imge yoluyla kurulan ve dünyanın olumsuzlamasını içeren bir değerdir (sartre, 1948, 282).

    sartre’ın yönelimsel bilinç olarak imge kavramı onun özgürlük kuramıyla yakından ilişkilidir. şimdinin imgesel bilinç tarafından olumsuzlanması, hiçleştirilmesi özgür bilinç için bir öngerekliliktir. dünyanın olduğundan farklı olduğunu düşünebilmek için bilinç dünyanın koşutlamalarından özgür olmalıdır. imgelem en azından bilinç alanında böyle bir özgürlüğün mümkünatını verir. bu da estetik alanda ve sanat alanındaki yaratıcılığın kaynağıdır.

    sartre erken dönem çalışmalarında insanın seçtiği her şeyden sorumlu olduğunu belirten bir özgürlük anlayışını savunur. insan fırlatılmış olduğu bu dünyada hoşlansa da hoşlanmasa da seçim yapma sorumluluğundan kaçamaz. kendi deyimiyle, “insan özgür olmaya mahkûmdur.” bu tür özgürlüğü reddetmek veya ondan kaçınılabileceğini sanmak insanın kendi kendini kandırdığı kötü inanç veya samimiyetsizlik durumudur. bu özgürlük anlayışı sartre’ın sanat ve sanatçı anlayışını da biçimlendirir. sanat alanı da insanın aynı fırlatılmış olduğu dünyadaki gibi her şeyden sorumlu olduğu bir alandır. sanatçı, takip etmeyi seçtiği tüm değerlerden yaptığı veya yapmaya niyetlendiği tüm edimlerden sorumludur. yalnız, sanat sadece sorumluluk değil aynı zamanda özgürlük alanıdır. sartre’a göre herhangi bir sanat yapıtı özellikle de edebiyat eseri başkalarının özgürlüğüne gönderme yapan özgür, imgesel bir yaratımdır. sanat yapıtı özerktir ve seyircisinin, okuyucusunun, dinleyicisinin tepkisini artıran estetik beğeniyi sunar. belli bir seyirci için eser dünyayı açar.

    aydınların savunusu adlı eserinde “yazar bir aydın mıdır?” sorusunu yanıtlarken sartre yazarı, yazıcıdan ayırır. bunların her ikisi de ‘ortak dili’ kullanır. ancak yazıcı dilden bilgi aktarmak için yararlanırken yazar veya sanatçı, sartre’a göre, ‘hiç’i veya ‘bilgi olmayışı’ anlatmak için yararlanır (sartre, 1985, 89-90).
    sartre iki tür yazar çeşidinden bahseder.
    birincisi toplumsal dünyayı olduğu gibi anlatmak için yazarın yazısının konusuna kuşbakışı bir gözle bakmasıdır. “kuşbakışı bilincine” sahip yazar “yaratıcı, konumsuzlaşmış ...olarak, dünyanın üzerinde dolanmaktadır” (sartre, 1985, 91). dünyayla arasına mesafe koymuş ve dünyayı aynı bilimlerin yaptığı gibi nesnel bir şekilde tanımlama çabası içersindedir.
    ikinci tür yazar ise yazmak istediği konunun dünyasıyla arasına mesafe koymayan tam aksine bir ‘suç ortağı’ edasıyla bu dünyaya katılan yazardır. bu tür bir yazar “bize zorunlu olarak dünyanın varlığını, dünyanın tam da onları koşullandırdığı biçimde açığa vururlar” (sartre, 1985, 93).

    sartre’a göre, edebiyatın nesnesi “yazarca yaşandığı biçimiyle dünyada -oluş’tur” (sartre, 1985, 96). edebiyat, yazarın “dünyada olmak” denilen “insanlık durumuna” tanıklık eder. bu bağlamda edebiyattaki veya herhangi başka bir çeşit sanat yapıtında güzellik yaratıcı bir özgürlüğün ürünü olarak sunulan insanlık durumunun kendisinden başka bir şey değildir. sartre’a göre, edebi sanat yapıtı yaşamla değil de özgürlükle diyalog kurar. edebi yapıt “okuru kendi yaşamını”, kendi dünyada-oluşunu “yüklenmeye çağırır” ve bu çağrıyı “onu ahlaklaştırarak değil” aksine kendi dünyada oluşuyla dünyanın olduğu gibi oluşunun paradoksal birliğini yeniden kurmanın “estetik çabasını isteyerek yapar” (sartre, 1985, 100 ). gerek sanatçısı, gerekse okuyucusu açısından dünyada oluşu ortaya koyan edebi sanat yapıtı dünyanın bir açımlamasıdır (sartre, 1985, 106). yazmanın bir tür seçim yapmak olduğunu söylediği edebiyat nedir? adlı eserinde bağlılık edebiyatına çağrı yapar. bağlılık edebiyatıyla sartre’ın hedeflediği insanları dünyada oluşlarının getirdiği tüm sorumluluğu üstlenmeye çağırmak ve düzyazıda dünyayı ve dünyada oluşu insanların birbirlerine bildirmelerini sağlamaktır.

    sartre tüm sanatlar arasında genel olarak edebiyata özel olarak da düzyazıya önem verir. ona göre, şiir ve resim düzyazı kadar etkili bir şekilde dünyayı bildirmez veya açmaz. şair, ressam gibi, ‘suskun’dur çünkü kelimeleri iletişim kurmak için işaretler olarak değil de düşünmek için nesneler olarak görür. picasso’nun guernica tablosuna göndermede bulunarak “onun ispanya davası üzerine tek bir kalp kazanıp kazanmadığını kimse düşünmüş müdür?” diye sorar. öyle görünüyor ki sartre, genel olarak resim sanatının, özel olarak da picasso’nun guernica tablosunun fenomenoloji yapmaya yeterince imkân vermediğini düşünüyor. sanatın dünyayı ve varlığı açma işlevi, hatırlayacağımız gibi, heidegger ile başlayıp devam eden varoluşçu fenomenolojinin ortak görüşlerinden biridir. sartre’a göre düzyazı dünyayı açma işlevini diğer sanat türlerinden daha başarılı yapar.

    şimdi gelelim maurice merleau-ponty'e.
    maurice merleau-ponty (1908-61) yirminci yüzyıl fransız felsefecilerinin önemli isimlerinden birisidir. merleau-ponty’nin en önemli eseri 1945 yılında yayınladığı insan varoluşunu, algısını ve edimini analiz ettiği algı fenomenolojisi’dir. yazıları felsefi psikoloji, dil felsefesi, sanat felsefesi, tarih felsefesi ve politik felsefeyi içine alan geniş bir alanı kapsar.

    merleau-ponty’in algı fenomenolojisinin temelinde ‘dünya ile onu tarif eden ve açıklayan tüm bilimsel açıklamalara öncel olarak onun başlangıçtan beri var olduğu biçimiyle, ezeli yoldan nasıl karşılaşırım?’ sorusu vardır. ona göre, dünya bizim ortaya çıkardığımız bir şey değildir; onun bizden bağımsız, bizim dışımızda bir varoluşu vardır ve bu yüzden de dünya ile aramızda mesafe vardır. dünya ile aramızdaki uzaklık ‘ben’ olmadığında ortadan kalkacak olan ‘ufuk uzaklığıdır.’ merleau-ponty’e göre, fenomenolojik yöntem işte bu ufuk uzaklığında sürekli ortaya çıkan dünyaya ait farklı yönleri yakalayabilme yöntemidir. dünyanın ufuk uzaklığından henüz bilincin kavramlarına dönüştürülmemiş, düşünülmemiş, dile dökülmemiş bu yönlerini merleau-ponty dünyanın ‘algılanan’ yönü olarak adlandırıyor. merleau-ponty’e göre, algı fenomenolojisi dünyayı görmeyi yeniden öğrenmenin, şeylerin kendilerine, özlerine varmanın yöntemidir.

    algı fenomenolojisi’nin en temel iddiası bilincin yanı sıra deneyimin de yönelimsel olmasıdır. nasıl bilinç bir şeyin bilinciyse deneyim de her zaman bir şeyin deneyimidir. gerçeklik ve benim gerçeklik algım deneyimde iç içe geçmiştir. deneyim bilinç ve gerçekliğin bir arada ortaya çıkmasını sağlar. merleau-ponty’ye göre, beden yönelimselliğin çerçevesidir; bu yüzden de hem bilinç için hem de deneyim için merkezi önem taşır. göz ve tin adlı eserinde beden açıklamasını bir görüş ontolojisi geliştirerek verir. bu eser onun felsefesiyle resim sanatı üstüne görüşlerinin çakıştığı bir felsefe metnidir. merleau-ponty’ye göre, bir sanat yapıtının kendisi bir çeşit ifadesel bedendir. bedene benzer şekilde “bir roman, bir şiir, bir resim, bir müzik parçası bireydirler, bu şu demek, ifadesel aracı onun anlamından ayırmanın mümkün olmadığı, anlamlarına doğrudan giriş olan ve zamansal ve uzamsal konumlarını terk etmeden önemlerini yayan varlıklardır” (merleau-ponty, 1962, 151). sanat yapıtının bedensel olduğu iddiasıyla merleau-ponty aslında descartes’in ikiciliğini kırmaya çalışıyor. bir resim düşünme eylemi ve onun harekete geçirdiği bedensel eylem sonucu ortaya çıkmaz. ya da maddi olarak önümüzde duran sanat yapısının arkasında ötesinde bu maddi yapıdan ayrı düşünsel bir yapı yoktur.

    merleau-ponty’nin resim sanatına verdiği önem resim sanatının işlevinden kaynaklanır. ona göre, “resim gerçek olanın imgesel dokusunu göze sunar." (merleau-ponty, 2005, 181).

    resim şeylerin özlerinin görünüşüne götürür bizi. şeylerin özlerini anlamak isteyen bir algı felsefesi resim sanatının ortaya çıkardığı “algı dünyasına” yönelmelidir. çünkü;
    “ressamın dünyası görünür, gözle görülür dünyadır, yalnızca odur; bu bir bakıma çılgın bir dünyadır, çünkü kısmi kalmakla birlikte bütünlüğe ulaşmış bir dünyadır. resim görme ediminden başka bir şey olmayan bir coşkuyu uyandırır, bunu en yüksek gücüne ulaştırır, çünkü görmek uzaktan sahip olmaktır ve resim bu tuhaf sahiplenmeyi, varlık’ın -içine girebilmek, ona katılabilmek için kendilerini görünür kılmak zorunda olan- tüm görünümleri yayar” (merleau-ponty, 2005, 185).

    resim sanatı algılanan dünyayı ortaya koyarak bizim şeyleri oldukları gibi benimsememizi sağlar. tablo, algılanan dünyanın “insan bedenine uygun benzerini” sunar. sanat algı dünyasını insana olduğu gibi açan belli bir yaşantı anından, belli bir yaşanılan görüş noktasından bize şeylerin özünü sunan bir alandır. felsefeci ve ressamın benzerliği varlık’ın hakikatidir, gören ile görünürün kesişmesine odaklanmalarıdır. merleau-ponty’e göre, resim sanatının ve ressamın ortaya koyduğunun ayrı bir ontolojik işlevi vardır. resim taklit değildir, resim bilimin yaptığı gibi şeyleri bilince sunmaz; resim şeyleri dolaysız bedensel olarak algı dünyasında oldukları haliyle bize sunar. resim sanatı güzellikle ilgili değil hakikatle ilgilidir. hakikati görüşe sunarak hakikat hakkında bilgi verir.

    *sartre, j. p. (1985). aydınların savunması. çeviren: serdar rifat kırkoğlu, istanbul: alan yayıncılık.
    *sartre, j. p. (2006). imgelem. çeviren : alp tümertekin, istanbul: ithaki.
    *merleau-ponty, m. (1994). algının fenomenolojisine önsöz. çeviren: medar atıcı, istanbul: afa yayıncılık.
    *merleau-ponty, m. (1996). göz ve tin. çeviren: ahmet soysal, istanbul: metis yayınları.
    *merleau-ponty, m. (2005). “resim gerçek olanın imgesel yapısını göze sunar” sanat yapıtı içinde. çeviren: aykut derman, istanbul: yapı kredi yayınları, s181-189.
hesabın var mı? giriş yap