• bu adam matematik ve felsefe tarihindeki en bahtsız adamdır. matematik kısmına değineceğim.
    ulan sen tut devrim niteliğindeki calculus hesaplamalarını tam anlamıyla icat et, sonra zamandaşın ve senden daha arkası güçlü olan başka biri de aynı şeyi icat etti diye seni hırsızlıkla suçlasın.
    newton ile olan ilişkileri tıpkı tesla ile edison ilişkilerine benzetirim hep ki akibetleri de az çok öyle olmuştur.
    burada mesele calculus'u kim önce buldu meselesi değil, newton ya da leibniz belliki aynı dönemlerde birbirinden bağımsız şekilde calculus hesaplamalarını bulmuşlar. buradaki mesele şu; haklı da olsan haksız da olsan karşında kaya gibi bir ingiliz diplomasisi olması. arkası kuvvetli olan ingilizlerin bunu sonuna kadar kullanması. ingiltere için newton ve çalışmaları gurur kaynağıydı, sonuç olarakta dönemin en büyük bilim merkezi royal society of london'un kodomanları 'bizim çocuğumuz daha zeki, ilk o bulmuştur' diyerekten kampanyalara başladılar. o zamanki ingiltere imparatorluğu'nun en yakın kankaları olan fransa ve italya'da newton'un arkasında durunca leibniz 'araklayıcı' olmuş oldu. calculus için leibniz'in arka planda olup newton'un vitrinde olmasının temel sebebi de budur.
    newton bir dahidir, amenna. bu kadar meşhursa, ortaokul çocukları bile adını biliyorsa onun fiziğe olan katkılarından klasik mekaniği matematiksel olarak üç kanunla çözmesindendir.
    hatta lagranhe kendisi için şu kelimeleri kullanmıştır: ''ölümlülerin en büyük ve en şanslısı, çünkü dünya sistemi yalnız bir kez keşfedilebilir.''
    her ne kadar akademide arkası güçlü olan newton calculus'un babası olarak gösterilse de bu babalık payını nazarımda yüzde 50-50 diye paylaşırlar ama biz okullarda hep newton'u biliriz. hatta matematik tarihi dersinde bazı hoca kılıklılar leibniz 'araklamış' olabilir diye bıyık altından keh keh ettiklerine de şahit olmuşumdur. yazının başında da belirttim ya: tarihteki matematikçilerin arasındaki en şanssızı; antik yunan tarihinden sonra matematik için rönesans sayılacak bir devrimi bulup intihal ile suçlanmak. insan sinirden kendini siker !
    ama yıllar sonra tarih, baktıki leibniz'e çok haksızlık yapılmış, onun da gönlü olsun diye; öğrenciler, akademisyenler, sen ben, yani hepimiz (pembe kıçlı akademisyenler hariç) calculus hesaplamalarında leibniz'in notasyonunu kullandılar her zaman. okullarda newton'un nokta notasyonu yerine leibniz'in dy/dx notasyonunu kullanıldı, kullanılıyor.
  • çok yönlü bir düşünce ve eylem adamıdır. belki de felsefe, matematik, siyaset vs. gibi pek çok alana birlikte ve aynı heyecanla yönelmesi onu bir alanda profesyonelleşmekten ve ünlenmekten alıkoymuştur ancak kendinden önceki bilim ve özellikle felsefe birikimini a'dan z'ye bilmesi onun müthiş bir zeka olduğunun sadece bir kanıtıdır. böyle bir birikimi kendinde toplayan bir filozof olarak leibniz elbette kendine descartes, spinoza, aristoteles ve daha sayamadığımız nicelerinden oluşan eklektik bir felsefi görüş yaratmaya çalışmıştır ama pek çok işi yarım kalmıştır koşuşturmaktan. pek çok yazısı ölümünden sonra düzenlenmiştir. ayrıca newton'la eş zamanlı olarak diferensiyel hesabını üretmiştir, hatta pek çok kaynağa göre daha önce.

    çağdaşı john locke'a gönderdiği mektuplara cevap alamamıştır. john locke gibi kibar bir beyefendinin böylesine küstah bir davranış sergilemiş olması beni oldum olası şaşırtır. locke onun düşüncelerine değer vermemiş olabilir, hatta bu pek olası. ancak yine de cevap yazmalıydı.
  • 12 şubat 1672 günü dönemin fransa kralı xıv. louis'e, "memoire sur la conquete d'egypte consilium aegypticum de leibniz" adlı 56 sayfalık taslığı sunan kişi. taslağın içeriğinde; mısır üzerinden işgale başlayarak eski gücünden düşmeye başlayan türk imparatorluğunu anadolu'dan atmaya yönelik planların detayları mevcuttur.
  • leibniz'e göre, gündelik hayatta tecrübe ettiğimiz tüm cisimler bileşiktirler. fakat, cisimde bileşik olmayan ve cismin hareketini sağlayan bir ilke bulunmalıdır ki, cisimler hareket edebilsinler. yine de bu durum, leibniz'in fiziğe mekanik bir açıklama getirmek istemesinden alıkoymaz. bu mekanik açıklama bileşiklerin temellendirilmesi işine yaramalıdır oysa bileşikler, bileşikler cinsinden temellendirilemez. dolayısıyla, eğer bir temellendirmeye girişeceksek, bileşiklerin bulunduğu yerde basitlerin de bulunmak zorunda olduğunu en baştan ortaya koymalıyız. bu durumda, bileşikler basitlerin toplamından veya yığınından ibarettir.

    bu bağlamda, leibniz'in bileşikleri temellendirme girişimi, önemli bir açıdan aristo'nun karşısındadır. zira, aristo'ya göre hareketli olan şey hareketli olmayan bir şey tarafından harekete geçirilir. yok olan zaten var olamayacağından, değişimin tam da olduğu şey, yani yoktan var olduğunu sandığımız şey olarak açıklığa kavuşturulması gerekir. o, değişimi dynamis/energeia ayrımı ile açıklamaya çalışmıştır. buna göre, potansiyel olarak var olan, aktüel olmaktaydı ve bizim deneyimlediğimiz şey, aktüel olanlardı. buna göre, değişim sonucunda gerçekleşen şey, o şeyde öyle olma potansiyeli olması ile açıklanabiliyordu. descartes, bu açıklamayı reddetmiş ve cisimle ruhu birbirinden temel biçimde ayırarak cisimlerin görünüşlerinin değişimine ruhun hiç karışmadığı mekanik bir açıklama getirmiştir. leibniz, bu bakımdan descartes gibi, görüşünüşlerin mekanik bir açıklamasının getirilebileceğine inandığını belirtir. fakat descartes ile aralarında derin bir fark bu mekanik açıklamaya giriştikten sonra kendini gösterir.

    descartes'a göre, çeşitlilik eğer hayalden ibaret değilse, yani ölçülebilirse, bu sadece uzam parçasının hareketinden kaynaklanmak zorundadır. dolayısıyla, yayılma olarak uzam ne bir aktivitedir ne de genişleyen bir şeydir. uzam, tanrı tarafından birden yaratılmıştır ve bütün olarak belirsizdir. tüm farklar ise, tözdeki bir farktan değil, hareket farkından gelir. hareket farkı da, hız farkından kaynaklanır. cisim ise, uzama indirgenebilen birincil niteliklerden müteşekkildir. bu durum, cismin hesaplanabilir, matematiksel doğasını ortaya koyar. dolayısıyla, descartes'a göre, fiziksel olan zaten matematikseldir ve üç boyutludur. böylece, fiziği geometriye, hatta sayıya indirgeyebilirim. leibniz, descartes fiziğinin cismi uzamdan ibaret kılarak tamamen münfail kılmasına, yani itilip kakılmadan ibaret olarak sunmasına karşı çıkmış ve cismin doğasında hareketin hesabını verecek etkin bir kuvvet (vis activa) bulunduğunu açıklamaya çalışmıştır.

    o, hisse karşı algıyı, niceliğe karşı niteliği, fiziğe karşı matematiği, iradeye karşı müdrikeyi, tekniğe (techne) karşı yaşamı (vita) koyarak döneminin ruhuna zıt yönde giden bir dehadır.
  • 17. yy önemli isimlerindendir. ozamanlar avrupalı soylular aritmetiği iyi gençleri paralarını saydırmak için çalıştırıyordu. bugün bakkal amcanın makine kullanarak yaptığı 4 işlem için niye parlak gençleri harcıyoruz demiş ve 1673 te kraliyet akedemisine makinesini sunmuş. yapay zekanın ilk icatlarından biri olarak bilinen calculus ratiocinator icat etmiştir.
    kendisi çok iyimser bir insanmış candide'de voltaire de bu iyimserliğiyle dalga geçer. başına sürekli felaketler gelen pangloss karakteri yine de en güzel dünya burası diyor. siz aşk acısı yaşarken batsın bu dünya derken adam gayet relaks millet. pangloss karakterinin leibniz ile bağdaştırıldığı söylenir. neyse isaac newton ile eş zamanlı olarak türev ve integral hesabı fikrini geliştiriyor. ancak kendisi newton'dan önce yayımlıyor.neyse bu iki arkadaş yayım yapıyor yıllar yıllar geçiyor bir gün newton'un başına elma düşüyor ve diyor ki ya önce ben bulmuştum türev ve integral hesabını bak kıl oldum leibniz'e. çıkayım da mahallede 2 dedikodu yayayım şu adamı rezil edeyim demiş. yaymış dedikoduyu leibniz kulağına kadar gitmiş dedikodular. sonra leibniz kalkmış böyle olmaz bu ülkede kanun var hukuk var canım. medeni bir insan olarak anayasal hakkımı kullanacağım. neyse kalkıp delilleri kanıtları toplayıp kraliyet akademisi yolunu tutuyor. kraliyet akademisine allah aşkına şu işi çözün diyor. kraliyet akademisi kardeş sen rahat ol git evinde güzel güzel uyu bu iş bizde biz çözeceğiz. git evde güzel bir ingiliz çayı iç ve uyu demiş. leibniz ok demiş. adam gayet masum yani. neyse gidiyor eve gel zaman git zaman kraliyet akademisi newton'un cemaat arkadaşlarından bir heyet oluşturup leibnizi suçlu buluyor. garibim bu dertten 1716 yılında 70 yaşında ölüyor. ölümünden sonra newton'da hiç vicdan azabı duymadım ohhh gayet iyi yaptım. gayet rahat uyudum diyor. (bu son cümle ile bir arkadaşa gönderme yaptım ama o burayı okumaz rahat rahat uyuyordur.) 11 yıl sonra da newton ölüyor. yani ne oldu sende öldün demek istiyorum newtona değdi mi o güzelim insanı bu kadar üzmeye dünyasını başına yıkmaya.
  • türkler'i ve müslümanları her çağdaşı gibi sevmeyen, özellikle türkler'e geçiren düşünür.
    müslümanlığın kaderci bakış açısına sahip olduğu ve türkler de müslüman oldukları ve bu bakış açısına sahip oldukları için başarı olduklarını söyler. yani savaşta ölmek kaderimizde varsa savaşta ölürüz mantığıyla yaklaştıkları için genişlediklerini de ekler.
  • monadoloji kitabından çıkardığım notlarla yazdığım yazıyı paylaşayım, basit bir giriş olsun leibniz metafiziği ile ilgilenmek isteyenlere.

    monad, basit bir tözdür(substance), başka bir deyişle parçasızdır. bileşik tözler, basit tözlerden oluşmaktadır. parçası olmayanın ne uzamı, ne şekli ne de bölünebilmesi mümkündür. monadlar doğal olarak oluşup yok olmazlar ancak bileşik tözler doğal olarak oluşup yok olabilirler. monadlar ise tanrı’nın yaratımı ile başlarlar, yok edişi ile ise yok olurlar.

    içsel hareket olması için monadın parçaları arasında bir devinim olmalıdır ancak monadın parçaları olmadığı için bu mümkün değildir. aynı şekilde, monadların dışarıya açılan pencereleri olmadığı için dışarıdan itkili bir devinim mümkün değildir. her bir monad varlık olduğu için aynı zamanda niteliği de olmalıdır. monadlar niteliklerine göre birbirlerinden ayrılmazlarsa doğadaki/şeylerdeki devinim algılanamaz çünkü bütün bileşik tözler basit tözlerden meydana gelir. her monad birbirinden farklı olmalıdır çünkü iki varlığın doğası hiçbir zaman mükemmel olarak aynı olamaz.

    yaratılan her varlık değişime tabi olduğu gibi monadlar da yaratıldıkları için değişime tabidir. dışarıdan fiziksel olarak etkilenmeyen monadın doğal hareketi içsel bir prensipten kaynaklanmalıdır. değişen şeyi bireyselleştiren ve monadların çeşitliliğini sağlayan bir detay olmak zorundadır. bu detay, çokluğu tekte ya da basit olanda barındırmalıdır çünkü bütün doğal devinim derecelere göre gerçekleşir, bir şeyler değişirken diğerleri devinimsiz kalır. bu sebeple monadda parça olmadğı için eğilim ve ilişkiler çokluğu olması gerekir.

    bir birlikteki ya da monaddaki çokluğu içeren ve temsil eden geçici durum algıdır(perception). algı, kavrayıştan(aperception) ya da bilinçten(conscience) ayrı tutulmalıdır. kartezyen anlayış, farkına varmadığımız şeylere algı dememiştir. bu yüzden yalnız zihne/tine(esprit) sahip olanların monadlardan oluştuğunu düşünmüşlerdir.

    bir algıdan diğerine geçişi ve algının değişimini sağlayan içsel prensip istektir(appétition). istek her zaman tam algıya ulaşamasa da yeni algılara ulaşır. leibniz’e göre en ufak düşüncemizde bile çeşitllik vardır. bu yüzden ruhun bir monad olduğunu kabul eden monaddaki çeşitliliği kabul etmelidir. algı, mekanik nedenler açısından açıklanamaz. dolayısıyla, algı ve algının değişimleri monadın içinde aranmalıdır.

    leibniz, monadlara aynı zamanda entelekheia ismini verebileceğimizi söyler. çünkü monadlar belirli bir yetkinliğe(perfection) sahiptir ve onları cisimsiz otomat olarak adlandırmaya imkan veren iç etkinliklerinin kaynağı bir yeterliğe (autarkeia) sahiptir. ruh, algının daha belirgin olduğu ve belleğin(mémoire) eşlik ettiği basit tözlere verilen isimdir.

    baygınken bile farkına varmadığımız algılarımız vardır. bir hareket nasıl başka bir hareketten geliyorsa, bir algı da başka bir algıdan gelir. hiçbir boşluk ya da aralık söz konusu değildir. bellek, ruha bir çeşit algı temsili dizisi sağlar. ruh ve bellek insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da vardır. insanlar, algı dizilerini yalnız belleğe göre kurduklarında hayvanlardan farkı yoktur çünkü bu algı dizilerini teoriden bağımsız şekilde pratik, yani ampirik şekilde kurarlar. peki, leibniz’e göre insan ve hayvan hangi noktada ayrışır?

    zorunlu ve ebedi doğrulukların bilgisi (connaisance des vérités nécessaires et éternelles) sayesinde kendi kendimizi ve tanrı’nın bilgisine erişebiliriz. bu erişimi sağlayan bizdeki akıl (raison) yetisidir. bu aynı zamanda akıllı ruh (ame raisonnable) ya da tin (esprit) olarak da adlandırılır. bu yeti, bizi diğer tüm canlılardan ayıran yetidir.

    akıl yürütmelerimiz iki prensip üzerine kurulmuştur. ilki, çelişmezlik ilkesidir. bu ilkeye göre çelişki içeren ifadeye yanlış, yanlış olanın karşıtına da doğru hükmü veririz. ikinci ilke ise yeter-sebep ilkesidir(la raison suffisante). bu ilkeye göre, bir olgunun doğru ve var olduğunu ancak onun yeter sebep ilkesine sahip olduğu yani, neden bu şekilde olup da başka şekilde olmadığı üzerinden görebiliriz. leibniz’e göre genelde bu gerekçeleri insan aklı kavrayamaz.

    iki tür doğruluk vardır. ilki, akıl yürütmenin doğrularıdır (vérité de raisonnement). bu doğrular zorunludur ve karşıtları olanaksızdır. ikincisi, olgunun doğrularıdır (vérité de fait). bu doğrular olumsaldır ve karşıtları olanaklıdır. yeter-sebep ilkesi, olumsal ya da olgunun doğrularında da bulunmak zorundadır. örneğin, şu an yazı yazmamın etken sebebini oluşturan sonsuz sayıda şimdiden ve geçmişten gelen şekil ve devinim vardır. diğer yandan, ruhumun da şu an yazı yazmamın erek nedenini oluşturmak üzere şimdiyle geçmişten gelen sonsuz sayıda eğilimi ve niyeti var. bütün bu detaylar başka önsel ve detaylı olumsallıklar içerir. bu detayların hepsinin analizi insan aklının sınırını aşar. bu yüzden bu olumsallıkların detayının dışında bir yeter sebep ilkesi olmalıdır. sonuç olarak, şeylerin yeter sebebi zorunlu bir tözde var olmalıdır. bu değişimlerin detayı bu varlıkta üstün bir biçimde var olmalıdır. bu varlığa tanrı diyoruz.

    bütün detayların yeter sebep ilkesi tanrı’dır. yalnız bir tanrı vardır ve bu tanrı kendine yeterdir. bu en üstün töz emsalsizdir, evrenseldir ve zorunludur. yetkinliği kesinlikle sonsuzdur. yaratıklar yetkinliklerini tanrı’dan alırken, yetersizliklerinin sebebi kendi sınırlı doğalarıdır. zorunlu ve ebedi doğrulukların yeri tanrı’nın müdrikesidir. tözlerde ve olanaklarda bir gerçeklik olacaksa, bunun kaynağı zorunlu varlığın varoluşu olmalıdır. bu zorunlu varlıkta töz, varoluşu içinde taşır ve bu varlığın fiil(actuel) olabilmesi için kuvve(possible) olması yeterlidir.

    eibniz’e göre tanrı’nın varoluşu iki yolla kanıtlanır. ilkine göre; hiçbir sınırı, hiçbir olumsuzlaması, hiçbir çelişki içermeyenin, olanağını(possibilité) hiçbir şey yok edemeyeceğinden tanrı’nın varoluşu a priori olarak bilinir.ikincisine göre; a posteriori olarak olumsal varlıklar yeter sebeplerini zorunlu varlıktan almalıdırlar.

    leibniz’e göre isteme için öncelikle anlama yetisi gerekir. bu yüzden, ebedi doğruluklar tanrı’ya bağımlı oldukları için keyfi oldukları ya da tanrı’nın istemesine bağımlı oldukları sanılmamalıdır. bu noktada descartes’ a karşı çıkar çünkü descartes’a göre tanrı’nın istemesi her şeyi önceler. leibniz ise, ebedi doğrulukları tanrı’nın anlama yetisi ile ilişkilendirirken, en iyinin seçimini (choix du meilleur) tanrı’nın istemesiyle ilişkilendirir. tanrı’da kudret vardır, her şeyin kaynağıdır; bilgi vardır, bütün idelerin detaylarını içerir; isteme vardır, en iyi prensibine göre devinim ve yaratıma sebep olur.

    tanrı’nın idelerinde sonsuz sayıda olanaklı evren vardır. bunlardan yalnız birisi var olabileceği için tanrı’nın bu evreni seçmesinin bir yeter sebebi olmalıdır. bu neden yalnızca olanaklı evrenlerin içerdiği yeterlikte ve uygunlukta/uyumda (convenance) bulunabilir. en iyinin varoluşunun sebebi budur. tanrı’nın bilgeliği en iyiyi tanrı’ya bildirir, tanrı’nın iyiliği onu seçtirir ve tanrı’nın kudreti onu üretir.

    yaratılmış her şey birbirine bağlıdır. her monadın diğer monadları belli eden ilişkileri vardır. bu sebeple, her bir monad evrenin kalıcı ve canlı aynasıdır. monadlar nesnede değil, nesneye dair bilginin değişiminde sınırlandırılmıştır. hepsi karışık şekilde sonsuza ve bütüne giderler ancak seçik algıların derecesine göre sınırlandırılmış ve ayrılmışlardır.

    bileşik tözler bakımından evren doludur, dolayısıyla bir hareket tüm evreni etkiler. evren tamamiyle birbirine bağlanmış olduğu için, her şeyi gören bir varlık geçmiş ve geleceği de okuyabilirdi. ruh ise, yalnızca seçik şekilde temsil edilmiş şeyleri okuyabilir.

    her monadın bağlandığı özel bir gövde vardır. bu gövde, doluluktaki bütün maddenin bağlantısı aracılığıyla tüm evreni temsil eder. bu gövdeye özel bir şekilde bağlı olan ruh da, gövdeyi temsil ederken evreni temsil etmiş olur.

    özdeğin (matiere) her bölümü sonsuza kadar bölünmekle kalmaz, aynı zamanda her parçası sonsuza değin alt parçalara bölünebilir. bu parçaların hepsinin kendine özgü hareketi vardır, aksi takdirde her parça tüm evreni temsil edemezdi. leibniz, alt parça teorisini daha iyi anlatabilmek için bir metafor kullanıyor. özdeğin her parçasını bitkilerle dolu bir bahçe gibi düşünebiliriz. ancak her bitkinin dalı da yine bir bahçedir. dolayısıyla, evrende görünüşün dışında kaos ya da karışıklık yoktur.

    bedenden ayrı ruh evrende yoktur. ruhtaki değişim bedendekine karşılık gelir ancak ruhun algıları bedendekinden daha açık seçik olduğundan ruhtaki değişimler bedendeki değişimlere neden olur ya da onları açıklar. kendini bilen ruhun ayrıca bir de kişisel ya da ahlaksal (moral) özdeşliği vardır. bu sayede ölümsüzdür. bu ahlaksal özdeşliğin korunması bakımından ne bilincin sürekliliği, ne de bellek özce önemlidir. hiç gövdesi olmayan yalnızca tanrı’dır.

    ruh ve beden kendine özgü yasaları izlerler. ikisi de aynı evrenin temsilleri olduğu için bütün tözler gibi önceden kurulmuş uyum sayesinde birbirleriyle anlaşırlar. ruh, erek nedenin (cause finale) yasalarına göre istekler , amaçlar ve araçlar aracılığıyla eylemde bulunur. cisimler ise etken neden (cause efficiente) ya da devinimlerin yasaları ile eylemde bulunur. bu iki alem, erek neden ve etken neden alemleri, birbirleriyle uyumludur.

    tinler (esprit) tanrı ile politik ve ailesel bir ilişki içindedir. bütün tinler bir araya gelerek tanrı şehri (la cité de dieu) kurmalıdır. bu evrensel monarşi, doğal dünyadaki bir ahlaksal dünyadır (monde moral). bu şehir, tanrı’nın işlerinin en yücesi ve en tanrısal olanıdır. bu şehir dolayımsız olarak o’nun iyiliği ile bağlıdır.

    nasıl ki etken neden ile nihai neden ilişki içindeyse, doğanın fiziksel alanıyla kayranın(grace) ahlaksal alanı arasında da uyum vardır. ilkinde tanrı evren makinesinin mimarı olarak, ikincisindeyse tinlerin kutsal şehrinin monarkı olarak görülmelidir. bu uyum şeyleri doğal yollar aracılığıyla tanrı’nın kayrasına yönlendirir. gerekli görüldüğünde cezalandırma ve ödüllendirme doğa aracılığıyla yapılır. bu mükemmel hükümdarlık altında iyi eylemler ödülsüz, kötü eylemler ise cezasız kalmaz.

    biz doğa düzenini yeterince anlayabilseydik onun en bilge kişilerin isteklerini aştığını; onu, olduğundan daha iyi kılmanın, bütün bakımında olanaksız olduğunu görürdük.
  • etrafınıza bir bakın. çevredeki maddelere. hiçbir şeyde kendiliğinden olan bir şey göremeyiz. herşeyin bir nedeni vardır. ama direnç de bulunur maddede. bir eylemsizlik isteği. yine de, bu madde sadece bir soyutlama, yani nominal bir tanımdır leibniz'e göre. direnç de öyle. çünkü tüm maddelerin cevheri birdir ve o cevhere monad adını verir leibniz.

    monadların toplamı ancak önceden tesis edilmiş harmoni ile beraber düşünülebilir. parçalı her şey, en ufak bir toz zerresi bile tüm evreni kuşatır ve canlıdır. yaşam maddede değil, cevherdedir. o yüzden, leibniz’e göre entelekya olarak cevherden bahsetmek, descartes öncesi skolastik açıklamalara bir geri dönüş değil, maddeye dair mekanik açıklamalar ile canlılığı uzlaştırmaktır. zira descartes canlılığı düşüncede bulmuştu. ona göre; taş, toprak gibi cansız maddelerin yanında kedi, köpek gibi canlı varlıklar da insan olmadıkları için tamamen doğanın mekanik yasalarına tabiydiler. yani ruhları yoktu ve bir şey hissetmeleri de mümkün değildi. leibniz ise, tam tersi biçimde, taşa toprağa bile can atfetmiş, her maddenin kuşattığı birlikten bahsetmiştir. o birliğe leibniz monad der.

    tekrar bir gözden geçirelim o halde. monad nedir? madde değildir kesinlikle. yani gördüklerin, dokundukların, en nihayetinde duyu organlarınla edindiğin ve karşına koyarak baktığın hiçbir şey değildir. madde parçalıdır çünkü. sürekli bölebilirsin onu. oysa monad parçasızdır. meta-fiziksel karakteri de bu parçasızlıktan ileri gelir.
    fiziğin altında yatan meta-fiziksel öğe de fizikteki gibi parçalı olsaydı, zaten fizik içerisinde ortaya koyulabilirdi. fizik temelini meta-fizikte bulmak zorundadır.
    peki böyle bir zorunluluğun sebebi ne? leibniz’in neden “hiçbir şey yok da bir şeyler var?” sorusunu sorması ona, maddenin altında yatan metafiziksel bir unsurun olması gerektiğini göstermiştir. sahiden de neden madde var? bu sorunun cevabını düşünen leibniz’e göre, önce şunu ortaya koymamız gerekir. bu sorunun cevabına gidiş yolu fizikle, doğa bilimleriyle mümkün olamaz. çünkü doğa bilimleri bize “neden?” sorusunun cevabını vermez de o yüzden. o, daha ziyade bize “nasıl” sorusunun cevabını verir. evren nasıl oluştu? big bang ile. bir suyun buhar olup havaya karışmasını nasıl açıklayabilirim?

    peki “neden, niçin” sorusunun cevabını nasıl vereceğim o halde? leibniz şöyle düşünür: öyle bir ilke bulayım ki, bu soruya cevap verebilsin. bu sorusuna yanıt veren bir ilke üretir ve ona yeter sebep ilkesi adı verir.

    yeter sebep ilkesine göre gerçek olan her şeyin, bugün burada bu yazıyı okumanın, bilmem kaç yıl önce doğmuş olmanın ve hatta yarın yapacaklarının bir sebebi bulunmalıdır. peki bu basit bir deyişle “şimdi x oldu, o yüzden bu x yarın olacak y’nin sebebidir.” mi demektir? kesinlikle değil. leibniz’e göre bu bir madde başka bir maddenin sebebi olmaz. bir şey, başka bir şeyin sebebi olacaksa, bu bağlantı tecrübe nesnesi olan iki şey, iki madde arasında olmaz. çünkü bu yine fizik alanına girmek olurdu ve bizi yine “nasıl” sorusunun tuzağına iterdi. leibniz’e göre, descartes’ın düştüğü tuzak buydu. descartes’ta böyle bir nedensellik, etkin nedene (causa efficient) tekabül ediyordu ve kinematik doğa yasaları tam anlamıyla böyle bir nedene bağlıydı. ateş, bal mumunun erimesinin nedenidir. ama descartes şunu tamamen reddetmiş ve skolastik devri bir anlamda kapatan hamleyi de yapmıştır: ateş balmumunun erimesinin nedenidir evet ama bu balmumunda daha önceden potansiyel olarak ateş karşısında erime “kudreti” (potentia, energeia, enthelekia, erek, amaç, causa finalis vs…) yoktur. böyle bir şey aristo’nun zırvasıydı. tüm skolastik dönem de bu zırvanın üzerine kuruludur. descartes bu zırvayı, artık eskisine dönülmeyecek şekilde ortadan kaldırıyorum şekilde der. ne yani, bir taşın düşme amacı mı olurmuş? güldürmeyin adamı der.

    leibniz çok ince bir çizgide yürür bu noktada. zira descartes’ın olağanüstü başarısının, devrim niteliğindeki hamlesinin farkındadır. doğa, doğa yasalarıyla işler. o kadar! ama nereye kadar ilerleyeceğiz? bu düşüncenin sınırları nerede bulunur? doğanın doğa yasalarıyla işlemesi ne anlama gelir? bunları sormaktan da geri durmaz leibniz.

    evet der leibniz, doğada aristo’cu anlamıyla bir erek yok. kafasına saksı düşene, o saksıda senin kafana düşme amacı vardı dememeliyiz. bak artık o saksı yok, parçalandı, demek ki bu saksının nihai hedefi (causa finalis) senin kafanda parçalanmaktı dersek hem karşımızdakine, hem doğa kurallarına, hem de saksıya ayıp etmiş oluruz. çünkü;

    1saksının böyle bir amacı olamaz. zira her şey başka türlü de olabilirdi. zaten öyle olmasaydı değişim de mümkün olmazdı.
    2 doğa kuralları böyle bir amacı saksıya yükleyemez. çünkü doğa kuralları amaçsız bir ideal düzlemde işler. madde aktif değil, en başta yukarıda da belirttiğimiz gibi pasiftir. kendiliğinden bir aktivite içerisine giremez. bir başka madde ona etkide bulunur ve o da başka bir maddeye tepkisini verir.
    3karşımızdaki insan leibniz ise, bu ayıbı bir kat daha arttırmış oluruz, çünkü leibniz’in savunduğu bir şeyi manipüle ediyormuşuz gibi gözükürüz. çünkü leibniz der ki, evet doğada skolastiklerin söylediğine benzer enthelekia’ya benzer bir şey var. ama bu kesinlikle skolastiklerdeki gibi değil.

    3’üncü maddenin üzerine gidelim ve bu işi çözelim. leibniz der ki, enthelekia var saksıda. ama bu enthelekia bir amaç, bir nihai neden değil. daha ziyade onun canlılığının göstergesi.

    haydaaaa! leibniz, şu son söylediğiyle aristo’dan ve skolastiklerden bile daha uçuk bir şeyler söylüyor gibi duruyor değil mi?
    ne yazık ki, uçuk bir şey söylüyorum der leibniz! şunu da ekler: “ya hiçbir şey mucize değildir, ya da her şey mucizedir.”

    enthelekia’ya benzer bu şey nedir peki? leibniz’e göre bu şey monadın ta kendisidir. taşta da canlı olan taşı oluşturan madde değildir zaten. taşı ve taşın içindeki birçok parçayı “bir” yapan, onu fert, birey, bir şey kılan monaddır. çünkü sadece monad içerdiği tüm çeşitliliği birlik olarak kuşatır. senin algı dediğin şey, ne psikolojik, ne fizyolojik, ne ampirik, ne de matematikseldir. algı metafizikseldir. çünkü algı monadın karakteridir. monad algısal yapıdadır. algı da çeşitliliği birlik olarak kuşatabilmek, çeşitlilikteki birliği yakalamak demektir. bu bağlamda, senin etine, kemiğine ne olursa olsun, sen sen olmaktan çıkmazsın. tam da sen aslında parçasın olan o monad olduğun için. senin monadın, senin başına gelen tüm olayları (doğmak ve ölmek buna dahil olmak üzere) kuşattığı için…

    şimdi “neden hiçbir şey yok da, bir şeyler var?” sorusuna tekrar dönelim. bunun gerektirdiği yeter sebep ilkesine tekrar dönelim.

    her şeyin bir sebebi var demek aslında şöyle bir şey söylemektir: başına gelen tüm olaylar senin mefhumunda var. mefhum? leibniz mefhum (notion) kavramını çok özel bir anlamda kullanır. mefhum aslında kavramdır, ama kavramın öyle bir özelleşmiş biçimidir ki, kavramdan pek çok konuda ayrılır. çünkü kavram aslında genellikler ile iş görür. “kedi” derim. kedi genel bir kavramdır. “şuradaki kedi” değildir. “kedi” kavramı felix domesticus olarak verilir biyolojide. bu tanım tamamen aristo’cu bir tanımdır. felix cins olup domesticus türdür. cins bize genelliği verir. öyle bir genelliktir ki bu, domesticus ve tigris arasındaki fark ancak ikisinin de bağlandığı böyle bir genel, soyut bir payanda vesilesiyle mümkündür. kavramlar aslında parçalıdırlar. yani şeyleri parçasından tutarak incelerler. parçalar, özelliklerdir. (4 ayaklı, 2 gözlü, bıyıkları olan, tırnaklarını çıkaran, … böyle uzar gider bu liste) ama asla bir “kedi” kavramı “işte şuradaki kedi!” değildir. şuradaki kedi de bir kedidir, çünkü ondaki özellikler kedi kavramının içerdiği özelliklerin altına düşer. leibniz’in tuhaflığı, “şuradaki kedi” bir kavramdır demesidir. işte artık bunu söyledikten sonra bu kavram leibniz’in mefhum dediği şey oluyor. sen de bir mefhumsun. senin bir mefhumun var. bu ikisi aynı şeye gönderir aslında. kavramın tanımına dair bu olağanüstü büyük değişimi fark edebiliyorsunuzdur umarım? leibniz’in dehasının sırrı, canını sıkan “neden hiçbir şey yok da bir şeyler var?” sorusuna cevap bulabilmek için idrakın sınırlarını zorlamasında yatar. çok zorlar leibniz. kavramı sınırlarına götürür. kavramın soyutluğunu ve genelliğini aşmak ister.

    leibniz der ki, her tekil şey mefhumdur. mefhum olarak da monaddır. “her şeyin bir sebebi vardır.” ifadesi anlamını burada bulmak zorundadır. bir mefhumun başına gelen her şey, ama her şey o mefhumda zaten çoktan içerilir. meşhur bir örnek: sezar rubicon’u geçti. geçecekti zaten! “geçecekti zaten” diyebilmemiz o kadar önemlidir ki! bunu nasıl diyebiliriz? çünkü fiziksel olgular matematiksel olgular değildir. üstelik bunu en iyi bilen kişilerden biri de zaten leibniz’in kendisidir. matematiksel olgular zorunludur. fiziksel olgular başka türlü de olabilirler. fiziksel olgulara zorunluluk atfeden şey matematiksel olguların fiziksel olguların üzerine bir giysi olarak giydirilmesidir. sezar, rubicon’u geçmeyebilirdi. leibniz der ki, sezar’ın rubicon’u geçmesini sağlayacak zorunlu sebepler varsa bile sonsuz sayıdadır. matematikte ise böyle değildir. sonlu sayıda analiz yaparak zorunlu sonuçlara ulaşırız. matematikteki analitik çözümler böyledir. 5 işlemde kanıtlanır. problem çözülür. “a=a”nın sırrını matematik nesnelerinde ve olgularında çok rahat gözlemleriz. çünkü “a = a değilmiş gibi gözüken şey” sonlu işlem sonucunda “a=a” olarak karşımıza çıkar. sonlu işlemle zorunluluğa ulaşabilmek müthiş bir şey. çünkü biz de sonluyuz arkadaşlar. sonsuz sayıda veriyi işleme şansımız yok. oysa sezar’ın rubicon’u geçmesi veya geçmemesi sonsuz sayıda veriyi içerir. çünkü sonsuzluğu kuşatmak monadın özelliğidir. matematik nesneler ise ancak ideal bir düzeyde bulunur. ide-al. yani bize, monadımıza en başından verili olarak bulunan (idée innée) bir ide sayesindedir. bu, verili idealar teoremini ilk olarak platon ortaya atmış olsa da, descartes da bu fikri benimsemiş ve hatta tanrı kanıtlarında kullanmıştır. descartes’ın kendi sözlerinden alıntılayalım:

    “doğuştan gelen gerçekleri zekâmızın gücüyle, hiçbir duyusal deneyimim olmadan öğrenmeyi öğrenebiliriz. tüm geometrik gerçekler bu türdendir - ve yalnızca en açık olanları değil, karmaşık olanları da böyledir. bu yüzden socrates genç bir köleyi geometri unsurları hakkında sorgular ve böylelikle çocuğun varlığını bilmediği halde belirli gerçekleri kendi zihninden çıkarmasını mümkün kılar, böylece hatırlama doktrinini oluşturmaya çalışır. tanrı hakkındaki bilgimiz bu türden »

    bu paragrafta çok tuhaf iki şey bulunur. birincisi, çocuğun köle olmasındaki normallik. (belki de kölelik hâlâ normal olarak kabul görendir, orası ayrı bir konu…) ikincisi ise, varlığını bilmediği gerçekleri rastgele birinin zihninden çıkarabiliyor oluşu. descartes bunun tanrı’nın kanıtlarından biri olduğunu söyler. çünkü bu hakikatlere ancak bize zaten baştan verili olan (déjà-là) idea’larla ulaşabiliriz. tecrübeyle edinilmeyen bir karakteri olan idea’nın baştan verili olması ise ancak, günümüz terimleriyle analoji kurarak ifade edersek bizim yazılımımıza onu gömen (embed eden) bir yazılımcı ile mümkündür. bu yazılımcıya descartes tanrı diyordu. o yüzden, günümüzde hepimiz simülasyonuz, aslında her şey bir yazılım diyen ateist tayfa ya en az descartes kadar dindar olduğunu bilmeli, ya da, ateizm düşüncesini daha sağlam temeller üzerine kurmalı.

    bu verili idealar (les idées innées) parantezini kapattıktan sonra leibniz’in bitirici vuruşuna geçip yazıya nokta koyayım.

    leibniz en nihayetinde der ki, “sezar rubicon’u geçti.” ifadesi en az “2x2=4” ifadesi kadar analitiktir. yani, nasıl ki “2x2” öznesi “4” yüklemini içeriyorsa, “sezar” öznesi de “rubicon’u geçmek” yüklemini öznesinde içerir. özetlersek, leibniz bu sonuca şöyle varır. önce kavramı genel değil tekili ifade eden bir mefhum olarak ortaya koyar, sonra sezar’ı –ve her tekil özeneyi- böyle bir kavram olarak ortaya koyar, ardından o meşhur varlık sorusuna aradığı cevapta yeter sebep ilkesini var sayması ve argümanın devamında önceki üç ifadeden zorunlu olarak çıkacak “’sezar rubicon ırmağını geçti.’ ifadesi analitiktir.” sonucu ile argümanı tamamına erdirir.

    tüm bunların sonucu olarak artık doğa veya evren diye bahsettiğimiz şey; işleyen, canlı ve faâl yapıdaki makineler topluluğudur. her monad bir makinedir. çünkü işler. fakat yapay makine değillerdir, doğal makinelerdir. çünkü bir düğmeyle aktive edilmeye ihtiyaç duymazlar. tanrı ve doğa ilişkisindeki incelik de burada yatar. tanrı tanımı gereği mükemmel olan olduğu için, mükemmelliğinden taşan monadları yaratmış, -ki tanrı’nın mükemmelliğinden taştıkları ölçüde her monad da belli bir mükemmellik derecesine sahiptir- ve sonsuz monadı öylece bırakmıştır. onlar arasındaki ilişki tanrı dolayımıyla olur. yoksa hiçbir monad bir diğeriyle ilişkiye girmez aslında. bu iki cep telefonu arasındaki ilişkiye benzer. bir cep telefonu diğerini aradığında ne kadar ona mekânsal bir yakınlık içinde de olsa, uydu vasıtasıyla bağlanır. tanrı leibniz felsefesinde bu uydu görevini görür işte. her monad ilahi bir üründür ve doğal makinedir. bu doğal makinelerin arasındaki uyumu ise bu makineler belirlemez. zira her bir monad tüm evreni kuşatan algısal bir yapıya sahiptir. yani ben burada şu açık ve seçik algıya sahip olacağım ve şu bakış açısından evrene bakacağım ki, başka bir monad diğer bir açıdan bakıp, benim açık ve seçik algısına sahip olamadığım yerin açık ve seçik bir algısına sahip olsun. çünkü evrende birbiriyle aynı olan hiçbir şey yoktur. bu da bizi diğer ilkeye götürür. ayırt edilemezlerin aynılığı ilkesi. gerçekten ayırt edilemez olan, ayırt edilmesi mümkün olmayan iki şey, aynıdır. yani doğada aynı şeyden iki tane bulunmaz. oysa descartes’a göre böyle bir şey mümkündü. çünkü “şey” ancak uzamın (étendue) bir moduydu ve aynı iki şey uzamın aynı bölgesindeyse iki “şey olurlardı işte. sadece birbirlerinden ayırt edilemeyen ve birbirlerine özdeş olan iki şey olurlardı. bu doğrultuda descartes, leibniz’in şu son bahsettiğimiz tersten çevrilmiş hâline uyar: “özdeş olanların ayırtedilemezliği” evet, hakikaten de özdeş olanlar ayırt edilemezler. ama leibniz’e göre bu ilke madalyonun ancak bir yüzünü gösterir ve sadece bu ilkeyle yetinmek bizi sayısal eşitliklerin ve farkların düzeyinde bırakır. oysa bu yukarıda söylediğimiz gibi ideal bir düzlemdi. gerçek (réel) olanı tam olarak ortaya koyabilmemiz içinse, “ayırt edilemezlerin aynılığı” ilkesini öne sürmemiz şarttır. çünkü bu ilkede ortaya koyduğumuz koşullu ifade özdeşlikten değil, özelliklerden başlar. buna göre eğer iki şey aynı özelliklere sahipse, bu iki şey özdeştir. işte yeter sebep ilkesinde ortaya koyulan var olma sebebine (ratio existendi) bir de bilme sebebi (ratio cognoscendi) ekliyor leibniz böylece. işte bu bilme sebebi de, sadece insana özgüdür. tanrı ile zihinler arasındaki özel bağlantılara işaret eden lütuf âlemi olarak doğa âlemini kuşatır.

    işte böylece iki krallık birbirine bağlanır. yani, doğa (natüre) lütuf (grace)

    bresson’un journal d’un cure du campagne filminde başroldeki rahibin ölmeden önce günah çıkarmaya gittiği diğer rahibin yanında kurduğu son cümle ile yazıyı sona erdireyim. “qu’est-ce que cela fait? tout est grace.” “ne önemi var? her şey tanrı’nın lütfu.”
  • newton'ın kendisine, kendisinin de herkese gıcık davrandığı zor bilim insanı. (bkz: bilim magazini)
  • "algıyı aramamız gereken yer bir bileşim ya da bir makine değil, yalın tözdür."
hesabın var mı? giriş yap