• bakışlarıyla bana pek sevimlilik ve güven hissi vermeyen hayvan. ne zaman bir tanesiyle göz göze gelsem acaba şu an benim hakkımda ne düşünüyor, arkamı dönsem bana saldırıp üstümü başımı cırmalar mı düşüncesiyle başbaşa kalırım. zararsız olduğunu bildiğim halde korkar oldum bu hayvandan, ne bileyim, bana biraz sinsi geliyor.
  • bazıları çok muhtaç ve tatlıdırlar. işte onlardan biri ve çok tatlı. durumun da biraz aciliyeti var. bu minnoşa ankara'da bir yuva olmak ister misin?
    http://kedilibirhayat.com/…il-ankarada-yuva-ariyor/
  • trafo düşmanı, dört ayaklı dokuz şanslı kıl yumağı tatlı pisicik.
  • zeytoşumun patoloji sonuçlarını dün almıştık. kitlenin içinde çok az da olsa kötü huylur şeylere rastlamışlar ve doktorumuz "hoca"sına danışarak bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecekti. evet, dün nasıl kahrolduğumu beni azcık tanıyan herkes şu an tahmin etmiş olmalıdır eminim.

    az önce gelen bir bilgiye göre, zeytinimizin kemoterapi vb. bir şeye ihtiyacı yokmuş ilerisi için. çok şükür. yalnız ayda bir kontrole gitmemiz, elle vücudunu sürekli olarak kontrol etmemiz gerekiyormuş şişlik falan var mı diye. zaten benim mıncırmamdan sebep minik şişliği bulmuştuk. demek ki ben iyi bir şey yapıyorum -_- bunun dışında yediğine içtiğine dikkat edeceğiz. zati proplandan başka bir şey yedirmiyoruz. alerjisi var evladımın. ve sürekli mutlu edecekmişiz, üzülmeyecekmiş. allahım, yarattın madem devamında da bak bakalım neler yapıyoruz. bir kediyi nasıl mutlu edebiliriz? gece kalkıp oyun oynarız artık :) ya da her gün yaş mama veririz. ya da dışarıdaki bebelerin sosislerini, pudinglerimizi, sucuğumuzu peynirimizi, aktivya kayısılı yoğurdumuzu falan veririz. adam bunlarla mutlu oluyor. her şey iyi tamam da burası fena işte. kendileri dün çiğ pırasa yiyordu. pırasa verince mutlu mu olacak? zeytini mutlu etmek midesini hoş tutmaktan geçiyor anladığınız üzre.

    bari yanında bunlardan bahsetmeyelim de bize mutsuzum ayağı yapmasın. ya da bunu bana demeyeceklerdi. oğlum mutsuz olacak diye kahrımdan vefat edebilirim.
  • dünyanın en güzel ve özel yaratıkları olan bu tipitoşlar bakınız huzur islamda mottosunu nasıl gerçekleştirmişler :)

    http://www.radikal.com.tr/…imini-tamamliyor-1503865

    caminin imamı dünyaca bilinen bir imam olmuş durumda şu an. dünyayı keşke kediler yönetse dediğim bir gün daha.
  • dışarda havai fişek patlatıyorlar. gürültüden korktu ama merak da ediyor. bi bana bi cama baktı, napim dayanamadım.
    aldık kucağımıza havai fişek izletiyoruz bebeye.
  • döve döve sevdiğim yaratıklar. hiç böyle nazik nazik okşamak gelmiyor içimden bunları. suratlarına tokat atasım, patileriyle oynayasım, bıyıklarını çekesim geliyor. tabii her kedi hadi beni mundar et demiyor. bu uğurda az mı kedi tarafından tırmalandım sözlük, anlatmayayım şimdi..
  • bunlardan birini uyurken izlemesi dünyanın en güzel şeysi. kizim suan yanımda kıvrılmıs öyle naif öyle tatlı öyle bidibidi uyuyo ki falan dicektim ki simdi mahmut amca gibi horlamaya basladı diyemiyom tabi. olsun yine güzel çok gülüyom
  • tanım: sabahtan akşama kadar dışarıda bin bir türlü iş ile muhatap olurken "eve gitsem de bizimkileri bir pofidiklesem." dediklerim. içimin yağını eritenler.

    bütün hayvanları çok seviyorum, hayvanları seviyorum yani. fakat lisede ve ertesinde sürekli köpek edinmek istiyorum. yaşadığım yörenin iklimine uyum sağlayabilecek, kendisi ile birlikte yaşamamın ona da bana da zulmomayacağı bir köpek cinsi bakıyorum. köpek eğitimi videoları izliyorum, "onunla en arkadaşça nasıl vakit geçirebilirim?" vesaire. tabii o zamanlar hayvan sahiplenme/sahiplendirme ağından çok da haberim yok. yani sokaktan köpek sahiplenebileceğimi bilmiyorum falan.

    sonra bir gün canım canım delirmek uzere olan kimse ile tanışıyorum. konuşuyoruz, kaynaşıyoruz gün geçtikçe. bir gün kendisi facebook'taki bir kedi sahiplendirme sayfasında, yaşadığı ildeki bir mezarlıkta ölmek üzere iken bulunan bir minnoşun ilanı ile karşılaşıp onu sahipleniyor. minik bir tuxedo bu. aynı yaz da bize gelip kalıyorlar ikisi, üç gün falan. bu fıstık şapşiriği ile o zamanlar hemhal oluyoruz. benim ailem alışkın değil evde hayvan beslemeye (o zamanlar tabii), annem sever ama çok korkar hayvanlardan falan. fıstıkito'ya alışıyor o da bayağı. tabii dokunamıyor falan daha ama evde tıpış tıpış gezinen iki-üç aylık bir kedi yavrusu onun da hoşuna gidiyor.

    ben o zamanlar "fıstık aşağı fıstık yukarı" modundayım. evet, bir kedici oluyorum. kedi fotoğraflarına bakıyor, teker teker hayvan/kedi sahiplendirme gruplarına üye oluyor, sayfaları beğeniyorum. eminim, bir kedicik sahiplenmek istiyorum. artık sahiplenme kültüründen haberdarım.

    o dönemde, üniversite hayatıma ikinci kez başlıyorum. anneannemle yaşıyoruz, canımla. ikinci dönemin başlarında benim kedi sahiplenme isteğim ayyuka çıkıyor. okulda, yolda sokakta kedileri hep sıkıştırmaktayım; evin önündekilerle sürekli muhatabım zaten. sayfalardan birinde bir ilan görüyorum: üç aylık sarman bir kız (tabii o zamanlar sıkı araştırmalara girdiğimden literatürü öğrenmeye başlıyorum; sarmanlar genellikle erkek oluyor mesela, sonradan öğreniyorum cidden de erkekmiş). yazıyorum ilan sahibine, sahiplenildiğini ama başka bir kediyi bana sahiplendirebileceğini, kendisinde bir tekir olduğunu söylüyor. tahmini beş aylık falan. fark etmez, tekir olsun. fark etmez, biraz daha büyük olsun. hepsi can değil mi? "tamam." diyorum; fotoğrafını dahi görmeden anneannemle bakmaya gidiyoruz tarif edilen adrese.

    sahiplendiren hanımefendi (sonradan ablam oluyor) kalorifer dairesinde bakıyor bazılarına, bazılarına site bahçesinde. kendi evinde de mevcut tabii. bizim tekiri bir türlü yakalayamıyoruz. tam yakalamış götürecekken anneannem bir şey görüyor: köşede, yığılmış eşyaların üstünde uslu uslu oturan bir başka tekir. sarışın bir şey. "nikhilen, uslu uslu oturuyor; sarı sarı bir de, bunu alalım mı?" bana fark etmiyor zaten, alalım. anneannem de dünya tatlısıdır. öyle der ama "sen istiyor musun?", "ona göre bak." falanlar gırla. "yoo istiyorum tabii anneanne, alalım birini; fark etmez. hadi onu alalım."

    sarı tekiri alıyoruz. ilk iş veterinere götürüyoruz, bakımı falan hemen yapılsın. doktor hanım bakıyor, pire damlasını yapıyor. bizimki upuslu duruyor. sonra doktor, elleriyle bir şey yoklamaya başlıyor ve o cümleyi söylüyor: "yalnız... yalnız hamile bu!"
    "anneanne duydun mu? ahaha!" anneannem söylüyor, ben de katılıyorum: "ne yapalım, kısmetimizmiş." bize kediyi sahiplendiren abla bunu öğrenince (kendi de bilmiyormuş) "bak getir bana geri, diğerini al. öğrencisin, zor olur sana." yok, kısmetimiz. bakacağız.

    neşe yabani bir kedi. biz hep sokakta şiddet gördüğünü düşünüyoruz. çünkü hem çok masum hem çok mazlum, sevilmek istiyor ama bir türlü cesaret edemiyor. oynatabiliyorum ama sevemiyorum. veterinerde çok usluydu evet ama muhtemelen korkudandı, yavrum. onu kucağıma aldığım tek gün, eve geldiği ikinci gün yatağın üzerine getirip çok az bir süre başını okşayabildiğim gün oluyor. nasıl olduysa, durmuştu. kendi isteğiyle azar azar dokunabildiğim tek gün de, doğumdan önceki gün sancısı tuttuğunda, ekstra sevgiye ihtiyacı olduğu gün oluyor.

    eve geldikten yaklaşık bir buçuk ay sonra doğum gerçekleşiyor. beş zıbış geliyor dünyaya. ikisi gözlerinden hasta oluyor. birinin tek gözü perdeli, diğerinin ise gözü enfeksiyon kapıyor. iki-üç gün içinde kaybediyor tek gözünü. diğer gözü duruyor ama muhtemelen çok çok az görüyor. o dönemler, o iki ay; bize kedi101 dersinin ilk imtihanlarından. araştırıyorum, stalkluyorum, yazıyorum. neşe bu miniği emzirmiyor, dışlıyor. minik aç kalıyor, anne sütünden başka hiçbir şeyi de kabul etmiyor. dolayısıyla süt tozu da almıyor, bebek maması da. diğerleri büyüyor, bu mazlum minicik kalıyor. iki ay kadar sonra ameliyat oluyorlar gözünde perde olan diğer minişimizle veteriner göz merkezi'nde. doktor yüzde otuz gördüğünü söylüyor tek gözünün ama bilmiyoruz tabii. çok şükür yaşıyor, hatta tombik oluyor! zamanında yiyemediklerinin acısını çıkarırcasına, diğerlerinin seçtiği yemekleri o seçmiyor. büyüyor.

    o sıralar dört kızımız, iki oğlumuz var. "sahiplendiririz, narin de (göz sorunlu ufaklığımız) bizde kalır, zaten ikinciyi istiyorduk." diyoruz ama hiçbirini sahiplendiremiyoruz. yani ilan açamıyoruz, onlardan ayrılamıyoruz. birlikte büyüyoruz. artık sekiz kişilik bir aileyiz. derken, bizimkiler ergenliğe giriyorlar. ne zaman geleceğini bekliyoruz zaten ve o dönemler geliyor. veterinerimiz sürekli uyardığı halde gönlümüz razı olmuyor, ameliyata içimiz elvermiyor. biliyorum, onların iyiliği için diyeceksiniz. hepsini biliyorum, biliyordum da, öğrenmiştim yani. ama yapamıyoruz işte. peşlerinde kıvranıyoruz kızgınlık dönemlerinde, ne olur ne olmaz diye. neredeyse nöbetleşe yapıyoruz bu işi de bazen. bu arada hayvanlara dokunamayan annem gelip gittikçe onları mıncıktıran biri olup çıkıyor. "anne rahat bırakır mısın?" modundayım falan. * anneannem. öyle özverili davranıyor ki, ben evde yokken hep o ilgileniyor. gün boyu evde olmayabiliyorum, akşam geç gelebiliyorum. kumları, mamaları, çiftleşme durumları; hepsi onda. yetmiş yaşında. canım diyorum ya, nasıl can olmasın.

    tabii en sonunda, tahmin edebileceğiniz gibi, dört kız da hamile! hiç haberimiz olmuyor ama hamile kaldıklarından. neredeyse son ana kadar da inanamıyoruz; artık karınlar şişmeye, hamile olduklarına dair emareler görülmeye (artık tecrübeliyiz) başladığında anlıyoruz. doğum sonrası dönemi, bize ikinci büyük imtihan oluyor. dört kızın aynı evde doğum yapması birçok sıkıntıyı beraberinde getiriyor. neşe yine ilk doğumu yapan oluyor, diğer kızlardan ikisi onun bebeklerini sahiplenip bakmak istiyorlar. bir yastığa sığmaya çalışan üç popo ve bebişler! canımız narinimiz aynı annesi gibi çok iyi bir anne oluyor. öyle anaç ki, yaklaşmakta olan doğumun da etkisiyle bebekleri bir an bırakmıyor neredeyse. aslında dışarıdan bakılınca "kıyak durum". neşe arada gidip soluklanıyor başka odada, kızlar bebeklere bakıyor. ama maalesef bu durum böyle sürmüyor. bir gün, bebeklerden birini peluş kedi evinin içinde hareketsiz buluyoruz. annelik içgüdüleri yüklenen ama henüz tamamlanmayan diğer kızlar onları ısıtma içgüdüsüyle yanlarına oturdukları bebekleri nefessiz bırakıyorlar istemeden muhtemelen. şok bir. minicik bir beden, daha yeni kurumuş. ne yapacağız? zaten sürekli ne yapacağını düşünen pimpirikli tipleriz. yerlerinden oynatamayız çok acil durumlar dışında, annelere belli olmaz; bırakabilirler. oynatmasak da olmaz. çok fazla dokunmadan güvenliği sağlamaya çalışıyoruz ama olmuyor. ikinci bebeği de bir gün sonra hareketsiz buluyoruz. bu nefessiz kalma olayı mıydı, bilemiyorum. direncimiz düşüyor. neşe'nin iki yavrusu kalıyor. neyse ki artık koltuğun üzerindeler.

    diğer kızlar teker teker doğumlarını yapıyorlar. koltuğun arkasında, bazada, diğer bazada. belki böylesi daha iyidir, en azından bir süreye kadar taşımak durumunda kalmazlar. kızlardan -yani neşe dışında, neşe'nin kızlarından- ilk doğum yapanın sarman oğullarından biri paytak paytak emeklemeye çalışırken, bir gün yürüyemez oluyor. arka ayaklarında sıkıntı var. birden ama. yine şok oluyoruz. nasıl oldu bu? bir darbe mi geldi, nasıl gelebilir, hep buradaydık? bu sırada araştırıyorum tabii. fip ile karşılaşıyorum. bir şekilde bu hastalık olduğuna kanaat getiriyorum ama cidden aniden mi olur? içselleştiremiyorum. yüzde yüz teşhisi olmayan bu hastalık hakkında veteriner de aynı düşüncede. avuç içi kadar minik acı çekiyor, nefes problemi var; arka ayakları sıkıntılı, karnında su toplanıyor. ama mücadeleyi hiç bırakmıyor. o yusyuvarlak, masmavi gözleriyle hep keşfediyor etrafı. sürünerek yürüyor yürümeye başladıklarında. ama miyavlaması da az değil, acısı ağrısı var. ilaçlarını veriyoruz, verebildiğimiz kadar. o kadar küçük ki, elimiz kolumuz bağlı. önce gaz ilacı. değilmiş gaz falan. sonra fip. vitamin macunu. şu kadar yalayacak.

    direniyor ufaklık. bu sırada neşe'nin kalan iki yavrusundan biri bir sabah aniden hastalanıveriyor. bitkin bitkin yatıyor. derse gidip geliyorum, kaybetmişiz. nasıl? gitmiş. bir şeyi yoktu? çok küçüktü, bilemiyoruz. fip'li küçük oğluşum uzun, ama o acıya göre cidden uzun, bir müddet dayanıyor. birkaç kere gidecek zannediyoruz, battaniyelere sarıyoruz; tekrar tutunuyor. fakat bir sabah, artık beceremiyor. o battaniyede minicik kafasını tutuyorum, minicik ama. minicik, sarı. ağzını kapatıyorum. çok zor son nefesleri, öyle zor ki.

    bir kez daha yıkılıyoruz. bu mücadeleci, çelimsiz oğlanın gidişi darbelerden bir darbe daha beğendiriyor bize. koridorda bir yerden çıkıverecek gibi, masmavi gözleriyle bizi markaja almış gibi geliyor hep bir müddet. cılız sesi duyuluverecek gibi. ardından onun kardeşlerinden birinin vücudunda yaralar çıkmaya başlıyor. kaşınıyor deli gibi. cin gibi bir kızdı oysa ki. ne oldu? egzama diyor doktor. birkaç fasıl veterinerde yıkanıyor ilaçlarla, sularla. geçti gibi oluyor, geçmiyor. o sırada diğer kardeşi ishal oluyor, deli gibi bir ishal. kakasını tutamaz, sırf bu yüzden yürüyemez oluyor. mama tedavisine gidiyor, düzelir gibi oluyor. tekrar ediyor. kızın egzaması düzeldi gibi oluyor, tekrar başlıyor. ishal olan oğlan günden güne eriyor. gözlerinin ışığı azalıyor. insanın suratına merakla, binbir anlamla bakan gri-yeşil gözleri günden güne fersizleşiyor. kızın cildini batticonla temizliyoruz, kız yıkanıyor. olmuyor, çenesinin altında delikler açılıyor, acı acı miyavlıyor sürekli. oğlanın ishali berbat, ishal denmez ona. arkasında bir musluk varmış da su akıtıyormuş gibi durduğu, geçtiği her yerde. eriyip bitiyor, sıcak tutmaya çalışıyoruz son anlarında yine. veremiyor son nefesini, acı çekiyor. derin nefes alıyor, döndü diyoruz; olmuyor. bir mayıs günü, sabahleyin uyandığımda birlikte yattığımız küçük kızımı da yanımda can çekişirken buluyorum. kakasını zor yapmış, yine miyavlıyor. cildi berbat olmuş, yüzü neredeyse tanınmayacak artık. gidiyor. aynı şekilde; veterinerin alıp tedavi edeceği, çenesinde tek bir yarası bulunan başka bir oğlumuzu iki gün içinde kaybediyoruz. konferanstayım, veteriner arıyor. tahmin ediyorum. gidip alıyorum minik cansız bedenini. nasıl oldu, tek bir yaraydı? -hemen kana karışıyor bu enfeksiyonlar nikhilen hanım.

    bu oğluşun kardeşini de yine ishalden kaybediyoruz. çok uzun sürüyor son nefesini vermesi, belki en uzunu. inlemeler, minik miyavlar. beklemeler, ağlamalar... bizim parka, uzak bir ağaç dibine gömüyoruz anneannemle. gömdüğümüz kum küreğini banyoda görünce bakamayacak oluyorum. bakıyorum, ne yapabilirim.

    ---

    hiçbirinin fotoğraflarını silmedim. ilk kaybettiğimizde silerim diye düşünmüştüm, bakınca çok kötü olacağım çünkü. ama silmedim, silemedim. onların yüzü aklımdan uçsun istemedim. ama başka bir şeyi istedim: ölümü hatırlamak, hatırlamak ve tefekkür etmek. fazlasıyla bakıyorum şimdi, anneanneme gösteriyorum; ağlıyoruz. kimi komikliklerini hatırlayıp gülüyor, direnişlerini hatırlayıp buruluyoruz. küçücükken, o ilk birkaç günlerinde gidenler hariç hepsinin adı vardı. adlarıyla anıyoruz.

    şimdi kalanlar ile birlikte hayatımızı sürdürüyoruz. anneannem, ben ve canlarımız. anneannem. yetmiş iki yaşında, gece gündüz onlarla. sayıları fazla olduğundan tuvalet temizliği seanslarımız ortalamanın üzerinde, mama ve su da. ben yine gündüz evde olmuyorum derslerde ama mümkün olduğunca evdeyim. biz onlarla birlikte birbirimize desteğiz. ikimize kimse yardım etmedi, maddi mevzulardan bahsetmiyorum; daha çok manevi olarak. ruhen çöktüğümüzde, istenmediklerinde, tartışma çıktığında, ağladığımızda birbirimize destek olmaya çalıştık bana yıllarca bakıp beni büyüten bu kadınla. yine bu durumlarda, bizim zıbışlar komiklikleriyle güldürdüler bizi, çok güldürdüler. ağlarken durup, gülmekten ağlamaya başladık. ya da gelip "ağlama." dediler bir şekilde, bilen bilir. ev sahibi evden çıkarmak istedi, "ya nasip." dedik. "bakacağız çaresine." her an çıkmamız gerekebilir. aslında gerekmiyor biliyorum ama insanın tadı kaçınca olmuyor, bilirsiniz.

    şimdi kardeşim tatilde, yanımızda. onu çok seviyorlar, peşinde fareli köyün kavalcısının peşindeymiş gibi koşup oynuyorlar. bir kulaklık kablosuna tav olurlar genelde, yine öyle. eve misafir gelince şımaran ufaklıklar gibiler. birçoğu adını bilir, biri direkt "gel"den anlar, gelir. genel olarak "hal"den anlarlar, kederlenir ya da sevinirler.

    her ne ise, iyi ki neşemi sahiplenmişiz; iyi ki onu alalım, demişsin anneanne. sen ne kadar "hep benim yüzümden, ben onu alalım demeseydim belki kimse ölmeyecekti!"leri sarf etsen de, takdir bu. şimdi iki tane hastamız var, inşallah güzel bakabiliyoruzdur onlara da. ne kadar kaliteli yaşarlarsa o kadar iyi.

    yaradan onlara sağlık sıhhat versin.

    biz mi? bizim için ise bu vakalar, "ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi"

    galiba tıkandım, çok saçma ve sıkıcı anlatmış da olabilirim. ama boğazın düğümlenmesi gibi klavye de düğümlenebiliyormuş.

    yine de burada kalsın böyle.
  • kendisi evimizin erkeğidir, saf siyam cinsi olmasından dolayı kedi sevimliliğinde değil, kaplan vahşiliğinde dolanır ortalarda.

    kapımızda üç tane de köpeğimiz var, bizim beyefendi eros camın arkasından sürekli kendilerini uyuz eder, bizimkiler havlar, hırlar, arada cam varken geçinir giderler. sabahları bahçe kapısını açarım, sen eros bir sabah kapı açık diye fırsattan istifade çık dışarı, bir hırlama, bir havlama bir de baktım ki üçü geçmiş bizimkinin karşısına kendini paralıyor, biri hamle yaptı, eros doğrudan gözüne pati atınca kaçtı, onlar havlıyor erospıhlıyor ama yanaşamıyorlar, kuru gürültü, hemen çıktım aldım bunu içeri, oturdu kucağıma kalbi küt küt, kendisi yusuf yusuf ama verdiği mücadeleden memnun, yüzünden belli.

    neyse bir kaç hafta geçti, üst katın camını açık bırakıyorum ki balkon, pencere dolansın, hava alsın diye, çıktım gittim, akşam üzeri bir geldim köpeklerden en yaramaz olanı hırlıyor, havlıyor, çam ağacının etrafında dolanıyor ama uzaktan uzağa, 'aha dedim bir şey sıkıştırmış, tırsaryum yanaşamıyor da', kapıyı açtım, içeri girdim, kapıyı kapatırken eros'la gözgöze geldim, ne zamandır orada bilemiyorum ama yine tepesinde iki köpek, ikisi de yanaşamıyor, ne yaptıysa hayvanlara manyak, oturmuş ağacın altına, bu sefer pıhlamıyor bile, tey allaaammm dedim, gittim yanlarına, köpekler kaçıştı, eros'u çağırıyorum, gelmiyor, kapıyı açık bıraktım girdim içeri, bir kaç dakika sonra salına salına geldi erkek, kuruldu battaniyenin üzerine gayet sakin vaziyette, daha köpek filan vız gelir gibime geliyor ya bakalım hayırlısı.
hesabın var mı? giriş yap