• naomi shihab nye, 1952 yılında st. louis, missouri’de, filistinli bir baba ile, amerikalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. yedi yaşındayken ilk şiirini yayınlandı. on dört yaşına geldiğinde ailesinin kudüs’e taşınması nedeniyle bir yıl kudüs’te kaldı. şiirlerinde yalnızca ortadoğunun değil, abd’ye göçeden tüm diğer altkültürlerin de sesini dillendirmiştir.

    san antonio, texas’daki trinity university’de öğrenim gördü. dört kez pushcart şiir ödülü, academy of american poets tarafından verilen lavan şiir ödülü, jane addams çocuk kitapları ödülü, paterson şiir ödülü texas institute of letters’ün verdiği carity randall ödülü kazanmış, kitapları çoğu kez american library association tarafından en iyi kitap olarak ödüllendirilmiştir. akademisyen olarak guggenheim fellowship (1997-1998) ve library of congress tarafından wittner bynner fellowship (2000) ile onurlandırılan nye’ın sanatı ve yaşamı, bill moyers’in sunduğu the language of life ve the united states of poetry gibi televizyon belgesellerinde konu edilmiştir.

    çağdaş amerikan şiirinde kadınların azımsanmayacak önemli bir yeri vardır. louise glück gibi anne breadstreet ekolünün izini süren nye, kendi kültürel geçmişini, yaşadığı ortamı, yakın çevresini şiirlerinde izlek olarak seçmiştir. nye’ın şiirleri sıradan olaylara, sıradan insanlara ve nesnelere yepyeni bir kimilik kazandırmasıyla belirgindir. “benim için şiirde birincil kaynak yerel yaşamlar, sokakta karşılaştığım insanlar, gündeliğin içinde küçücük ayrıntılarla kendisini ele veren kişisel, tarihsel geçmiştir” der.

    ilk kitabı tapınmanın farklı yolları’nda farklı kültürlerden insanların paylaşılmış yaşantılarına ve ince farklılıklara göndermede bulunur. pikabı kucaklamak adlı ikinci kitabında da ötelerde yaşayanların perspektifleri egemendir. nye, benzerlikler kadar, farklılıklarımızı da konu alır. sarı eldiven adlı üçüncü kitabında bitip tükenmez trajedileriyle ortadoğu’ya yeni ve daha olgun bir bakış kendini ele verir. acı ve trajedinin yanına her zaman umudu koyar, “bizi öldürmeyen yaraların ancak güçlendireceğinden” sözeder.

    nye, çocuk kitapları da kaleme almış, antolojilere editörlük yapmış, şiir çevirileri yapmış, şiir okulamlarını kaydetmiştir. şiir sanatına ilişkin denemelerini asla acele değil adlı kitapta toplamıştır. bu aynı gökyüzü: dünya şiirinden derleme adlı eserinde 68 ülkeden 129 şaire yer vermiştir. nye’ın ayrıca 1970’lerde kudüs’e göçeden bir arab amerikalı gencin öyküsünü anlattığı sevgilim adlı bir romanı vardır.

    ceylanın 19 türü: ortadoğu şiirleri, benimle gel, bir polisi soymak, neyi kaybettin?, yakıt, ayak izlerimiz arasındaki boşluk: ortadoğu resimleri ve şiirleri, ninni salı, sevgilim, asla acele değil, benito’nun düş şişesi, sözcükler altında sözcükler: seçme şiirler, kırmızı çanta, sitti’nin sırları, nane,görünmez, sarı eldiven, pikabı kucaklamak ve tapınmanın farklı yolları gibi kitapları yayınlanmış başlıca eserleri arasındadır.

    zeytinler, sirke şişeleri, kekik kokuları, incir ağaçları, çam fıstıkları, humus, pirinçten dağlar, parıldayan lastik pabuçlar, keçiler, nane dalları, patlıcanlar, kabaklar, turplar, baklavalar, kuğular, ceylanlar, kehribarlar, çingeneler ve araplar arasında, turkuaz maviliğinde, indikçe derinlere inilen bir düş yolculuğuna çıkmak istiyorsanız, neruda’dan olofsson’a, mahmoud darwish’ten daud kamal’e esintiler içeren ceylanın 19 türü: ortadoğu şiirleri bir başucu şiir kitabı olmaya aday olarak okuyucusunu bekliyor.
  • tapınmanın farklı türleri

    diz çökmenin de bir şekli vardı,
    ince bir şekli, yaşadıysanız bir ülkede eğer
    taşların dümdüz olduğu.
    dizlerini kayalara sokacakları
    gizli köşeler düşleyen kadınların.
    duaları, yıpranmış kaburga kemikleri,
    ardı sıra dillendirilmiş mini kalsiyum sözcükleri,
    sanki hecelerin dökülmesi
    yapıştırırmışcasına o kadınları gökyüzüne.

    adamlar vardı yıllar boyu çobanlık yapan
    koyun gibi yürüyorlardı şimdi.
    altında zeytin ağaçlarının, kollarını kaldırıp-
    dinleyin bizi! acılarımız var yeryüzünde!
    öyle acılıyız ki kalmadı saklayacak yerimiz!
    ama zeytinler barış içinde sarkmış
    sirke ve kekik kokulu çanaklarda.
    geceleyin iştahla yerdi erkekler, pide ekmek
    ve beyaz peynir,
    ve mutluydular acılara rağmen,
    çünkü mutluluk vardı.

    kimisi hacca gitti,
    ak kumaşlara bürünerek
    binlerce mil çölü aştılar otobüslerle.
    ulaşınca mekke’ye
    tavaf ettiler kutsal mekanları,
    ayakta, tekrar tekrar,
    eğilip öptüler toprağı
    ve döndüler, incelmiş yüzlerinde barındırarak gizemler.

    kimi kuzen ve büyükanneler için
    hac her gün sürse de,
    kaynağından sular taşıyarak
    ya da üzüm sepetleri dererek.

    bunlardı doğumda varolanlar,
    terleyen annelere fısıldayanlar.
    girift örgüler işleyen
    giysilerine çocukların,
    unutarak nasıl da kolay kirlettiklerini onları.

    ceylanın 19 türü: ortadoğu şiirleri’nden
  • sözler altında sözler
    sitt khadra için, kudüs’ün kuzeyinde

    babaannemin elleri tanırdı üzümleri,
    nemli parlaklığını keçi postunun.
    hastalandığımda o eller izlerdi beni,
    ateşlendiğimde bulmak için uyanırdım
    başımı kaplayan sakinleştirici bir dua gibi elleri.

    babaannemin günleri ekmektendir,
    yassı bir vuruş ve ağır ağır pişirmedir.
    fırının yanında beklerdi, yabancı bir araba
    sokakta dolaşırken. belki de alıkoyuyordu oğlunu,
    amerika’ya gönderdiği. çoğu kez, gezginlerdi,
    diz çöküp ağlayan gizemli türbelerde.
    bilirdi hangi sıklıkta ulaştığını postanın,
    nasıl da enderdi bir mektubun gelişi.
    mektup gelirse eğer, bağırırdı, bu bir mucize diye,
    tekrar tekrar dinlerdi
    loş aydınlığında akşamın.

    babaannem derdi ki
    hiçbir şey onu şaşırtmaz.
    av tüfeği yarası ve kötürüm bebeği bile.
    gezip gördüğümüz yerleri bilirdi,
    gönderemediğimiz haberleri-sözlerimiz nasıl da kısadır
    ve kaybolurlar ya yolda.
    elveda eşinin paltosuna,
    sevdiği ve beslediklerine,
    derin gökyüzüne ondan tohum gibi saçılanlara.
    kendi kendilerine kök verecekler. hepimiz öleceğiz ya.

    babaannemin gözleri derdi ki allah her yerdedir,
    hatta ölüm de bile.
    meyve bahçelerinden sözderken
    ve yeni zeytin sıkıcıdan,
    joha’nin masallarını anlatırken
    ve acemice bilgeliklerini,
    ilk düşüncesidir o, düşündüğü neyse
    adıdır o’nun.

    yanıtla, duyarsan eğer sözler altında sözler-
    yoksa sadece bir dünyadır o
    kenarları pürtüklü,
    geçip gitmesi güç ve ceplerimiz
    doludur taşlarla.”

    ceylanın 19 türü: ortadoğu şiirleri’nden
  • eriha’dan arayan dajani bey

    dajanı bey, eriha’dan arar
    kitaplardan konuşmak ister.
    orada kitap bulmak öyle kolay değil
    o tarihi kentte, o deniz seviyesindeki kentte.
    kitap siparişi verirdi-bazıları eline geçmezdi.
    arkaplanda, ahenkli sesler,
    dajani beyin sesi patırtı arasında kaybolur.
    papağanları mı var?
    “hayır, kuğularım var benim! güzelim kuğularım
    sizin gelip görmenizi bekleyen!
    civcivli tavuklarımız var,
    epeyce de yumurtamız!”

    öğretmen mi o?
    “hayır, eriha’nın meteroloj uzmanıyım!”
    eriha’nın havası her zaman
    buğulu değil midir?
    eriha’ya yolumuz düşse ve onun adını versek,
    herkes yolu gösterirdi bize,
    kuğular evi gösterirlerdi.

    “hanımefendi, buralarda azıcık sıkıntılıyız
    biz.”
    azımsama kralı mıydı aynı zamanda?
    “bu yüzden makale yazıyorum.
    yazmaya çalışıyorum, en iyisini yapmaya.
    hatırlarsan demiştin ya ‘onlar kuzen, düşman değil’-
    katılıyorum buna, ama buna sarılmak biraz zor
    bu günlerde.
    bana mektup yazar, daha fazla anlatır mısın?
    bu mümkün olsun isterdim.”

    bu adama kim direnir?
    ona kitaplar gönderirim,
    sayfalar dolusu bohçalar.
    geceyarısı yazılmış notlar.
    telefona not bırakır,
    can alıcı sayılar sayarak.
    telefonumda artık kuğular.

    en kötü haberlerin olduğu günlerde yine arar.
    “hey, şimdi bizi bombalıyorlar
    amerikan uçaklarıyla.
    ama kitaplar geldi ya! bilmeni istedim
    asla sarılmayı bırakmayacağız zeytin dalına
    nasıl da küçük mü küçük bir dal olsa da.
    istediğimiz tek şey azıcık saygıydı.
    onur ve saygı taneleri.
    çok mu umut ettik?
    işte dünyanın en yeşil kentinde,
    çiçekler, limonlar, karpuzlar, sebzeler,
    yuvarlak masa ve barış görüşmelerine gereksinim var.
    ölen kimse için keyiflenmiyoruz.
    lütfen hatırlayın bizi!
    sizi bekleyeceğiz burada, kuğular ve ben.
    kitaplar ve sayfalar,
    yürekler arasında bağlantılar.
    bu bağı asla kesmeyeceğiz.”

    temmuz 2001
  • kan

    “gerçek bir arap bilir elleriyle nasıl tutulacağını sineğin”,
    derdi babam. kanıtlardı da,
    anında yakalayarak elleriyle
    sineklik elinde evin sahibi bakınıp dururken.

    baharda avuçlarımız soyulurdu yılan derisi gibi.
    gerçek bir arap bilirdi karpuzun
    elli çeşit yararı olduğunu.
    değiştirdim bunları duruma uysun diye.

    yıllar önce, bir kız kapıyı çaldı,
    bir araptı görmek istediği.
    dedim ki bizde yok.
    sonra babam bana masallar anlattı,
    "shihab"-"kayan yıldız"-
    ne güzel isim bu, gökten borç alınmış.
    dedim ki bir zamanlar, “ölünce, geri mi vereceğiz?”
    dedi ki bunu ancak gerçek bir arap söyler.

    bugün başlıklar kanımda pıhtılanıyor.
    minik bir filistinli bir kamyonetten sarkmış ilk sayfada.
    evsiz bir incir, berbat köklü bu trajedi
    çok fazla bizim için. hangi bayrağı dalgalandırabiliriz?
    taş ve çekirdekten bir bayrak dalgalandırıyorum,
    mavi ilmikli bir masa örtüsü.

    babamı ararım, haberlerden konuşuruz.
    bunlar çok fazla onun için,
    ulaşmaz ki iki dili de ona.
    taşraya giderim koyun, inek bulmak
    hava almak için:
    kim çağırırır birisini uygar diye?
    ağlayan bir yürek nerede berelenir?
    gerçek bir arap şimdi neyi bilebilir?

    ceylanın 19 türü: ortadoğu şiirleri’nden
  • 11 eylül trajedisi sonrasında yaşanılanları anlamlandırma açısından önemli mesajlar içeren manifestosu:

    “birbirinden kopmuş toz taneleri olarak başlarız.
    yok, kuşlar olarak başlarız. şanslıysak yuvası olan kuşlar.
    beslenmiş, özenilmiş kuşlar.
    kendi dallarına konuşlanmış daha nice kuşların olduğunu bilmeyiz.
    sonra, yakın bir anda, hem de çok yakın, yuvalarımızdan alaşağı ediliriz, tür değiştiririz, hem artık kuş da değilizdir, şimdi artık ufka doğru sıçrayıp duran ve içimizde bizi ötelere iten bir umudu barındıran bir tür ceylanızdır. . . .
    bu da nereden çıktı? sorumlusu biz değiliz. ceylanı biz icat etmedik ki.

    *
    yaşamım boyunca orta doğu’yu düşündüm, onu yazdım, onun için meraklandım, onu içimde yaşadım, ziyaret ettim, onun için endişelendim, onu sevdim. hem kutsanmış, hem de yazgılanmışız işte.

    amerika’da dünyaya geldim, ama babam dışarıya çıktığında yüzünü hep orta doğu’ya dönerdi. mutfağımız orta doğu kokardı-zeytin yağında cazırdayan çamfıstığı ve sarımsak, kızarmış patlıcan, sıcak pide ekmeği. babam çay yaparken demliğin içine nane taneleri koyardı. kudüs’in tarihi yakasında filistinli, yunanlı, musevi ve ermeni komşularıyla mutlu bir gençlik sürmüştü. 1948’in acılı günleri sonrasında, ailesi, evini, herşeyini yitirdiğinde uzaklaşıp gitmek istemişti. 1950’lerde kansas’taki az sayıda yabancı öğrencilerden birisi ve kasabadaki bir büfenin düzenli müşterisi olmuştu. yirmibeş yıl sonra büfeci ile konuştuğumda, “bana her zaman hayal aleminde yaşıyor gibi gelirdi, her zaman kaygılıydı, sanki başkalarının göremediklerini görüyor gibiydi” demişti. evet dedim kendi kendime, göçmenler böyle olmalıydı, her zaman zihinlerinde öteki dünyalar olmalıydı.

    babam ve amerikalı annem orta doğu mutfağından yepyeni yemekler icat etmişlerdi. onlarla gurur duyardık. evimizin arka bahçesini halka halinde oturan, incir ve şeftali yiyen, arapça konuşan orta doğulu misafirler doldururdu. içerde arap musikisi çalardı. babam kimsenin babasının anlatmadığı halk masalları anlatırdı-tatlı bir ruh hali vardı ve asla öfkelenmezdi. mahallenin çocukları evimizin verandasında kamp kurar, babamdan eğlenceli masallar anlatmasını beklerlerdı. parayla ve politikayla ilgisi olmayan çok görkemli bir dünyaydı bu.

    başından beri küçük ayrıntıları yazdım durdum-hani sadace başkalarının “küçük ayrıntıları”ndan daha ilginç olmayan, aynı zamanda kendimin de düşünebileceği şeylerdi bunlar. yirmili yaşlarda diğer arap amerikalı yazarlarla tanıştığımda, hepimizin aslında aynı hazinenin imgelerini kullanarak dev bir kolektif şiir yazdığımızın farkına vardım (içimizde şiirinde incirden sözetmeyen var mıydı acaba?)
    kökenleri olmak, bağlantılı olmak beni her zaman mutlu etti, ancak arkaplanda ağır bir yük olarak taşıdığımız acılar da vardı: filistin’in insanın içini burkan işgali, lübnan’daki savaş, suriye’de yaşanan trajedi, çoğu beldede kadınların baskılanması (babam sürekli “ne denli şanslı olduğunun farkında mısın?” diye sorardı ve tabi ki değildim), araplara yönelik ve arapların yaptığı terör eylemleri, köktenciliğin yükselişi, mısır’daki şiddet olayları, ayaklanmalar ve en son olarak körfez savaşı . . . bitmek tükenmek bilmez sorunlar.

    arap amerikalılar ayrıca abd medyasında haberlerin dengeli yer almayışının sancısını da yaşıyorlardı. çoğumuzun süregelen çekişmelerde acılarımızı paylaşan musevi dostları vardı. acaba sorunlar çözülemez miydi?

    daima aile sevgisi, zorluklara direnme gücü ve bitip tükenmez bir mizah duygusu ile büyüdük. görkemli bir musikiye kulak verdik, ud ve flüt dinledik, yemeklerin en güzelini tattık. giysilerimizi en girift süslerle süsledik. şiirler okuduk, onları yüreklerimize bastırdık. yıllar geçtikçe, seeds of peace gibi her iki taraf gençlerini bir araya getirmeye çalışan grupların varlığından haberdar olduk. arap ve musevilerin dengeli yerleştiği neve shalom/wahat-al-salaam gibi köylerin varlığından haberdar olduk. her iki tarafın çocukları için düzenlenmiş susam sokağı programlarıyla sevindik.
    haberlerin insana iyimserlik veren her parçasına sıkıca tutunduk. dikiş atmayı ve yaraları sarmayı öğrendik.

    *
    11 eylül, 2001 dünyanın en ürkünç günlerinden ilki değildi ama çoğu amerikalının yaşadığı en korkunç gündü. belki de benzerini asla yaşamayız. orta doğu’ya gönül veren ve kültürlerarası anlayışa inanan insanlar için o gün pek çok açıdan son derece trajikti. köklü bir kültürün onuruna, binlerce masum insanın yaşamları üzerine kocaman bir gölge düşmüştü.
    bu facianın ertesinde yaşanan uçsuz bucaksız üzüntü içinde yüzeyde kalabilmek için ayrıntılara tutunduk.

    nedendir bilmem, kahire sokaklarında sepet satan bir mısırlı ince adam aklıma düştü, kudüs’ün tarihi kesiminde her zaman verdiğimiz paranın iki misli fazlası kumaş veren yaşlı bir kumaş ustası aklıma düştü.

    sade kahvaltılarımız aklıma düştü, kaymaklar, ince ince doğranmış salatalıklar ve kekik kokuları . . . ve nedendir menüde olmadığı halde oğluma sırf sevdiği için mercimek çorbası pişiren restoran sahibi waleed düştü.

    aklımdan bir türlü çıkmayan bir düşünce zihnimin içinde kıvrandı durdu: araplar tarih boyunca cömertlikleriyle ün yapmışlardır.
    çağlayanlar gibi mesajlar yağdı, ülkenin her yerinden, bir ülkeden diğerine. iyi misiniz?

    milyonlarca diğer insan gibi ben de düşündüm durdum, ne yapabiliriz diye. yazarlar, sözcüklere inananlar, işler ters gittiğinde yine sözcüklerden vazgeçemezlerdi. milyonlarcası gibi kendimi şiire yönelmiş buldum. insanların bu en içten edebiyat türünde asudelik bulmalarına neden şaşırmalıydım ki? şiirdir bizi teskin eden, küçücük ayrıtıları besleyen. büyük felaketler işte o ayrıntıları siler süpürürler. beslenmek için şiire gereksinimimiz var, farkına varmak için, çünkü dil ve imgenin yoludur hiç bir haber kanalının ulaşamadığı yere ulaştıran ve bağlayan.

    belki de arap amerikalılar açık ve net bir şekilde, orta doğu’lu insanların neden olduğu bu inanılmaz acıdan üzüntü duyduklarını başkalarından iki kez fazla haykırmalılar. kaybedilenleri ölçmek kolay değil. bu kayıplar önümüzdeki yıllarda yankılanıp duracaktır.

    aynı zamanda başkalarına orta doğu’lu olup asla suça bulaşmamış olan binlerce masum insanın varlığını da hatırlatmalıyız. sahici ve incelikli, çoğu kez de zor koşullarda hayatlar yaşayan insanların-özellikle içlerindeki o güzelim umudu korumaya çalışan çocukların varlığını hatırlatmalıyız.

    ve yaşlılarımız, zaten başlarından binlerce çile geçmiş olanlar. 106 yaşına dek yaşamış olan filistinli babaannem düşer aklıma. “sevmediği herkes ölünceye değin ölmeyeceğini” söyleyen babaannem. bunu başardı da. gerçekten de çok sevilen birisiydi. okuması yazması yoktu ama olağanüstü masalları, nükteli sözleri ve bilgeliği ile göz kamaştırırdı. onun kitabında politika sıkıcı, fanatizm ise maskaralıktı.

    filistin dışında bulunduğu tek yer mekke idi. hacı olarak adlandırılmaktan gurur duyardı, hac sonrası beyazlara bürünmekten de. başkalarının giysilerindeki lekeleri çıkarmaya çalışırdı. sanırım son trajediyi kendi dini üzerine düşen felaket ötesi bir leke olarak kabul ederdi. ağlardı bundan eminim. insanların nasıl hissediyorlarsa öylece tapınmalarından yanaydı. birbirine saygılı olmak, badem çatırdatan ateşin çevresinde oturmak, çay içmek, gülmeyi asla her ne olursa olsun bırakmamak. tüm bu adamların çözemedikleri bilgeliği neydi acaba?

    onu incelemelerimde, şiirlerimde, resimli kitaplarımda, romanımda anlattıktan sonra huzur içinde yatmasına izin vermiştim. sekiz yıl olmuştu onu kaybedeli. 11 eylül’den sonra yeniden bilincime akın etti, uykularımdan uyandırdı, “bu senin görevin. benim için de konuşmalısın. bundan ne denli nefret duyduğumu anlat. bunun biz olmadığımızı anlat” diyordu hep.

    bu şiirleri bilge babaanneme ve her zaman güven duyduğum genç okuyuculara adıyorum. büyükanneler ve çocukların egemen olduğu bir dünyada asla savaşlar olmazdı. barış, dostlarım. asla barışa inanmayı bırakmayın.”
hesabın var mı? giriş yap