• yanında kendin gibi olduğun, rol yapmak zorunda hissetmediğin, beğenilme kaygısına kapılmadığın insan, seni olduğun gibi seven insandır.
    seni birinin olduğu gibi sevmesi için önce senin kendini olduğun gibi sevmen, kabul etmen gerekir.
    kendini olduğu haliyle seven kişi, olduğu haliyle sevilmeye değer hale gelir.
  • çalışmamı bitirdiğimde saat 11'e yaklaşmıştı. uyku çaylarımı alt katta bıraktığımı fark edip aşağı indim. fazla soğuk olduğu için üst katta uyuyan tek kişi bendim. kalan herkes alt kata doluşmuştu. hanımlar, erkeklere yatak odalarını bırakmış, salondaki çekyatları kapmışlardı. annem de anneannem de battaniyelerini suratlarına çekerek yattıkları için ışığı açmamdan etkilenmediler ama çaylarımın bulunduğu çantayı balkona koyduğumu fark ettiğimde uykularını kaçırmaktan başka bir çaremin de olmadığını anladım. balkon kapısı anneannemin kulağının dibiydi ve korkunç bir çocukluk geçirmiş bu yaşlı kadının iki gözü de kapalı, huzur içerisinde uyuduğunu hiç görmemiştim.

    ben balkon kapısına (ve haliyle anneanneme) doğru sessizce ilerliyordum ki dehşet içinde sıçrayarak uyandı.

    - hı?
    + çantalarım balkonda kalmış da.
    - aa doğru oradaydı.
    + onları alıp çıkarı...
    - evet balkon kapısını sert çekeceksin. (açılmıyor yoksa)

    çantalarımı alır içeri girerim.

    - kuruyemiş de al bak kaldırmışlar galiba dolaba.
    + tamam. (dolabı açıp galeta alırım)
    - yetecek mi o?
    + yeter yeter yatarım zaten.
    - tamam sen çık direkt; ben söndürürüm ışığı.
    + olur mu ya yat sen; ben söndürürüm.
    - aa hay allah.

    ışığı kapamadan önce salona bakarım. anneannem endişeli bir merhametle beni izliyordur. annem hala uykudadır. iyi geceler, derim ama iyi derken anneanneme, geceler derken anneme bakarım. annemden haliyle bir cevap gelmez ama ilginç bir şekilde anneannemden de bir süre cevap gelmez. gecikmeli olarak "allah rahatlık versin," dediğini duyarım. dönüp baktığımda ifadesine endişe ve merhametin yanında gücenme de karıştığını görürüm. ona allah'tan rahatlık dileyip çıkarım.

    ilk "anne" lafımı ona değil de anneanneme dediğim için onu kıskandığını söylemişti annem. anneannem, annelik işini anneme bırakmayacak kadar ciddiye alıyordu. anneme benden bahsederken "kardeşin," hitabını kullanır ve düzeltmezdi. bu rol dağılımına o da çok alışmış olacak ki, adımı kendi koyduğu ve tek çocuğu olduğum halde annem bana dayımın adıyla seslenir. dayımın adı bilgin diyelim, benim adım da yekta olsun; annem, "bilg... yekta," der bana ve buna canımın sıkıldığını ifade ettiğimde, "bana nasıl konuşmam gerektiğini öğretme yekta; ben istediğimi söylerim, sen gücenmemeyi öğren," demişti.

    "insan olgunluğa erene kadar bir şeyleri düzeltmek için çırpınır. en sonunda yorulup bırakır," derler. bir şeyler düzelmez; biz yoruluruz, sonra kabulleniriz. bunlar, bu disfonksiyonel aile rolleri, alınmayan sorumluluklar, en az yiyenlere kesilen kabarık faturalar, içinde yaşanılan kaosun bedenin ve ruhun her tarafından pırtlatıp durduğu egzamalar, siğiller, kaşıntılar, kurcalamalar; hiçbiri düzelmedi. ben yoruldum.

    öte yandan hepsi düzeldi çünkü sorun etmeyi bıraktım. gerçekten de meseleleri mesele etmeyi bıraktığınızda mesele olmaktan çıkıyorlar. tamam işte annem o yataktan çıkmaz. anneannemi de yatağına zor sokarız. ben o kata inmem. dedemle dayım o odaları bırakmaz. olması gerekenden azımsanmayacak kadar uzakta her şey ve ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın yine de uzakta kalacak.

    benim ayak yapmaya da niyetim yok; onları oldukları gibi seviyorum. sadece keşke işte oldukları gibi olmasalar da olmalarını istediğim gibi olsalar. o zaman sevilirlerdi biraz daha fazla ei?

    kendime yönelik başlattığım radikal kabulleniş ve bilakaydüşart sevgi bana dediler ki "yok öyle rabbena hep bana yekta, sen kendini kabullenmek ve sevmek istiyorsan herkesi kabullenecek ve seveceksin," ben de öyle yapmaya çalışıyorum.

    kimseye benim için doğru insana dönüşsün diye işkence etmek istemiyorum. kimseye bu dönüşümü gerçekleştirmedi diye kin güdesim de gelmiyor. doğru insan değilmiş, başkasının doğru insanıdır belki diyip yola devam ediyorum. ya kimseyi gerçekten hiç ama hiç sevmiyorum ya da herkesi gerçekten çok ama çok seviyorum. bu tamamen semantik bir problem artık. herkes farklı bir şey söyleyebilir.

    aksini söylemeyeceğiniz tek şey ise oldukça saygılı bir kişi olduğum
  • aslında doğru başlık olduğu gibi sevilmek fakat şiirlere yönlendirildiği için buraya yazmak durumundayım.

    benim olduğum gibi halim pek de iyi değildir. yani tüm hayatım boyunca yaşadığım her şey, son yıllardaki bütün o çabalar, nevrozların üzerine öyle şeyler inşa etti ki, uzaklarda, bir kalede, tek başına yaşıyor gibi hissediyorum. etrafımı öyle bir koruyorum ki, aksine ben bile engel olamıyorum.
    sürekli bir şey söylüyorum sevgi, insanlar, ilişkiler hakkında. bana bıraksanız bu konularda saatlerce boş boş konuşabilirim. tek tek sayıyorum istediğim şeyleri, bazen istemediklerimi: şöyle olsun, böyle olmasın.
    sonra birisi çıkıyor, bu zamana kadar ezberlediğin, kafana çakılı olan bütün o düşünceleri silip atıyor. aslında benim değerli gördüğüm etiketlerle beğenilmek, kabul edilmek falan değilmiş benim arzum. ne kadar önemli veya başka bir şey olduğumu ispat etmek değilmiş...
    tamamen olduğum gibi sevilmekmiş.
    böyle bir şeyi deneyimledikten sonra, insan geçmişi için üzülüyor. geleceği için de kaygılanıyor; ya tekrar böyle birisine denk gelemezsem ya bir daha olduğum gibi sevilmezsem diye.
  • istediğim fakat; insanlandan o kadar uzak durdum ki sanki koca dünyada bir adada tek başıma yaşıyormuşum ve kimse yanıma yaklaşamıyormuş gibi hissediyorm
  • nerede kendin olabiliyorsan oraya sarıl. çünkü evin orasıdır. dünya olduğumuz gibi sevildiğimizde evimiz olur. 'her birimizin içinde bir ev özlemi var, kendimiz olarak gidebileceğimiz ve sorgu sual edilmeyeceğimiz o güvenli yer' diyor m.angelou. insan ilişkilerinde de başkası olmaya zorlanmadan, olduğumuz gibi sevilebildiğimizde kendimizi evimizde gibi hissederiz. çünkü dünya olduğumuz gibi sevildiğimizde evimiz olur.
  • bununla ilgili bi sorun var.

    ben sadece birilerine kanıtlanacak bir şey varsa orayı yuva belliyorum.

    eğer kendini kanıtlaman gerekiyorsa orası senin yuvan olabilir gibi hissediyorum.

    olduğum gibi sevileceğim yerlere ihtiyaç duymuyorum. bu yerler bana hep değersiz göründü.

    ama eğer kendimi kanıtlarsam, o yuvaya yakın olmak istemiyorum.

    çünkü o yerin gerekliliği, bu. kendini kanıtlamak. ben sürekli bir şey yapabilirmişim gibi hissediyorum ve bu beni değerli hissettiriyor.

    ama bu da gerçek değil. insan sürekli kendini kanıtlıyorsa melankoliye batar.

    hissettiğim bu şeyin yanlış olduğunu savunmazdım. eğer oranın bi yuva olduğundan emin olsaydım.

    ama önceden bunu yaptım ve artık oranın bi yuva olmadığına kanaat getirmiştim, sıkıcıydı.

    kendini kanıtlamak olmadan kabul görüldüğün yerler var. ama orada da sen kendini değerli bulmuyorsun.

    bu tür sorunlara tersinden bakmak yararlı olabilir.

    kabul gördüğün her yer değersizse ve kabul görülmediğin her yer değerliyse; sorun yuvalarda mı?

    tam tersinde kabul gördüğü yerleri değerli gören kişi ve kabul görmediğin her yer değersizse; değerliliği kim belirliyor?

    en çirkin huyum dönüşmek istediğim şeyi bi hedef haline getirmek için sorun çıkarmam. onu çözmek için de başkalarını sorumlu tutmam.

    hep bana burda ne denilmeye çalışılıyor demem. varmak istediğim noktaya nasıl bakıldığını anlamaya çalışıp onu çarpıtmaya yönelmem. istediğim sonuca ulaşana kadar da diretmek.

    en sonunda o duymak istediğim şeyi duyunca da bundan mutlu olamamam.

    kanıtlanacak yeni şeyler aramam kendimde. sıradaki, sıradaki ve sıradaki.

    sadece nefes alabilirim. sevdiğim şeyleri yapıp gittiğim yere ait olup olmak istemediğime karar verebilirim.

    bir yer için, biri için, bi şey için kendini kanıtlamak yerine; olduğun halini sunmak daha keyifli olmalı.

    ve bu kabul edilmediğinde neye karar vereceksin? yuvaların niteliklerini mi değiştireceksin? kendini mi?

    insanın kendisinde bir şeyi beğenmemeyi ya da beğenmeyi başaracak kadar kendisine değer vermesi gerekir.

    bi yuva için şekil değiştirmemeliyiz. yok oluruz yoksa.

    o yuvaya değer olmak istiyorsak, belirli bi niteliğini seçmeli ve o niteliği kendimizde bulmak istediğimiz için değişmeyi tercih etmeliyiz.

    sırf bizi kabul görmüyor diye o yuvanın daha bi ulaşılmaz olduğunu düşünmemiz, kendimizi neye göre yargılayacağımızı da bilmediğimizi gösteriyor.

    sadece ulaşılır ve ulaşılmaz olanla hareket ediyor, fazla edilgenleşiyor, anlamsız olan bu hayatın edilgenliğini canlılıkta bi iğne deliği olan bilinçlerimize aktarıyoruz demek bu.

    ama biz değer ve kıymet biçmekte bu denli kısır bi matematik yaratırsak kendi doğamızda bile anlam bulamayan bi deliye döneriz.

    bunun diğer kutbu da her şeyin bi anlamı olduğunu düşünen ben :) kesinlikle yok! her şeyin de bi anlamı yok... ama doğanın kendisinde bir şeyin nedenini bulma arzusu var sanki. şöyle olduğu için böyle oldu deme gereksinimi. kendini kontrol edebilir bi şeye çevirmek için mi.. bilemiyorum çok aptalca şeyler söylemeye başladım dmdmmse

    bazen anlamla anlamsızlık iç içe örülüyor. hangisinin hangi urgan olduğunu göremiyorsun. o zamanlarda sadece örülü urganın güzelliğine bakmalı. bazen olduğu gibi kabul etmeli, bazen sadece meraktan, daha sık örmeliyiz.
  • sizi siz yapan her türlü fikirden partnerinizin gıcık kapmaya başlaması ile sizden uzaklaşması ve kaybolan şey
hesabın var mı? giriş yap