• “sevgilim

    aldım haberlerini iyiymişsin. seneler sonra ilk kez birinin elini tutmuşsun, sarılmışsın ona, aşık olmuşsun, gördüm resmiyetteki delilleri.

    belki bana ulaşacağını bilerek, belki de umursamaz bir hevesle attığın fotoğrafı gördüm. yanındaki o güzelim gözleri inan bende çok beğendim, kadın zevkini her daim beğenmişimdir, zevkli oluşunun en büyük kanıtı ben değil miyim?

    biraz da üzüldüm açıkçası, yoo kendime değil yanındakine, nasıl bir vurgun yiyeceğinin henüz farkında değil zannımca.

    kendime üzülmedim sevgili, kırıldım saygısızlığına. bak onca sene geçti üzerinden ilk fireyi veren yine sen oldun, işte tam olarak bunun için gittim. hoş yanındayken de görmediğim şey değildi.. belki şimdi bile sorsalar sana beni, yine suçlu ilan edersin..

    üzülmedim sevgili, yaralandı geçmişim, emeklerim ah etti yaptıklarına. yanındaki ahu, gözlerindeki hüznü göremez.. lakin yorgunluğun sevgili; fotoğrafından bile işliyor ruhuma.

    ahım silinmez bir çehre gibi işlemiş yüzündeki çizgilere, peşini bırakmayacak ahım; yanındaki kadından, kundaktaki kızına kadar korkaklığının acısı sinecek kaderlerine. anlamayacaklar, anlamasınlar da. işte o bunların farkında değil bu yüzden kederim. şimdi onunla mutlusun sanmaya devam etsin, nasılsa ben içinde ateş yanan o gözlerin; bensiz artık tek bir uçkun saçmayacağını biliyorum.. sansın da, bazı bilinmeyişler ödüldür insana.. insan her şeyi de bilmemeli mutlu kandırmacalar için. benim sevgi için uzunca bir süre yaptığım gibi.

    temiz yaşamak, yaralı yerlerinden öpmek bir kalbin, gözlerle yaşamak günahı, tutmak sıkı sıkı hiç tutulmamış gibi.. ne güzel kandırmacadır değil mi! bilirim. keşke bilmemiş olsaydım, lanet olası bilişler, biliyorum sevgili, ne yazık ki tüm gerçekleri artık inkâr edemeyeceğimi de biliyorum.

    neyse ki birimiz kara dehlizdeki ışığı bulmuş, atmış kendini uçsuz bucaksız ihtimallere. ben yapamadım, demiştim ya ben sevince yok olanlardanım, yapma demiştim. senden sonra gördüğüm her şey yalan geldi, eksik kaldım, tutunamadım ellerine. birinin varlığıyla güzelleşecek hayatımın ortasına bir bomba da ben koydum, saçıldı her bir yana kırmızı gelinciklerim. toplamaya bile yeltenmedim..

    inan bana kolay olmadı.

    kendimi yaratmak , keşke dememek için yaşamak, taş gibi sağlam bir karakter, daha büyük bedeller ödememek için vazgeçişlerim, gençliğim..ah ne güzellerdi.

    tenimdeki her bir zerre gökteki hâreli güneş gibi yanardı, dolunayımdan yıldızlar saçılırdı, yürümezdim koşardım, bakmazdım görürdüm, sevişmezdim ruhuma katardım.

    hepsinden geriye yalnızca bakmadan görmek laneti kaldı, aldanamayışım bu yüzden. kandıramayışımın en büyük sebebi. özdeki gerçeği görmek. artık kendimi istesem de kandıramam ki.

    işime de geliyor bakma. yoo mutsuz değilim sadece farkındayım.

    lakin bilseydim ki

    yokuşların sonunda yok oluşlar varmış sevgili,
    nefes nefese koşmazdım.

    şimdi yaşa dilediğince sevdiğin kadınla,

    ama unutma, gideni gitmeye mecbur bırakanın arayışı
    hiçbir zaman bitmeyecek. bu da son sözüm sana.

    21.12.23
  • i. girdap

    “ölüler ülkesinde hareli bir güneş doğdu o gün. aydınlığın, karanlığın, bir karabasanın nefesinde esiyordu sanki rüzgar yazın son sıcağına inat.

    gerinerek doğrulmaya yeltendi yatağından; ani bir kararla gömüldü yastığına hemencecik. hareket ettirdiği omzu iç sıkıntısıyla ağrısını belli etmeye başlamıştı bile.

    derince bir nefes çekip “hayrola” diyebildi araladığı dudaklarından. sıcacıktı teni, gencecikti; simsiyah dalgalı uzun saçları yastıktan süzülürcesine akıyordu etrafına. uzun kirpiklerini kırpıştırarak düşündü son havadisleri.

    şüphenin zehirleyici gücü müydü onu hislendiren, yoksa bazı insanların yeteneği miydi gize ulaşmak? inkâr etmişti halbuki ilk duyduğunda; serin bir kahkaha patlatıp “delirdiniz siz iyice” derken. gerçek olabilir miydi tüm bu yaşananlar. “yok yok o değilse bile başka biri kesin ve fakat kim?”

    onu da mı katmışlardı deliliğe? o da mı delirmişti yani şimdi? herkes aynı anda delirmiş olamazdı ya. bulaşıcı mıydı bu delilik hadisesi? çok soru vardı kafasında ve emin olduğu tek bir şey; yalan.

    içi içini kemirirken başladı güne. sıradan hayatlar için rutin kolaydır bilirsiniz, kişisel bakımlar, kahvaltı faslı, günlük ev işleri, kısa sohbetler ve planlı ziyaretler..

    yemek vardı akşam funda'nın evinde, sohbet edip gülecekler, sigara üstüne sigara yapıp dedikodu yapıp eğleneceklerdi. hiç olmadı araya birkaç kadınsal muhabbet koyup, kakara kikiri son bulacaktı gece. rahatlayacaktı içini dökerken dostuna, akıl alacaktı ondan.. herkes birbirini yakından tanıdığından birkaç yanılgı cümlesi duyacak, dağılacaktı içinden kara bulutlar. kahveler içilirken “yapma be kızım buna mı takıldın gerçekten” diyecekti o ve iç huzurla koyacaktı sabah bir cehennemden kaldırdığı başını yastığa.

    ne olacaktı ki hem? başka ne olabilirdi. yanılgıydı işte, abartıyordu diğerleri, mümkün müydü ihanet. yok artık hele de babası ve senelerdir tanıdığı “kız kardeşim” dediği yengesi tarafından. hayal güçleri fazlaca çalışıyordu ona göre bu şüpheyi büyütenlerin ve şüphenin girdabına kapıldıklarından mantıklı hissetme yetilerini kaybetmişti kalpleri.

    tam da tahmin ettiği gibiydi her şey, yemekler yenmiş; tüm kalabalık içeri çekilip hararetli bir sohbete koyulmuşlardı bile. tatlılar hazırlanıyordu mutfakta. yengesi almış eline limonları rendeliyordu soluksuz. masaya oturup bir sigara yaktı arkasına rahat etmişçesine yaslanarak. bacak bacak üstünde üfledi dumanı boşluğa “yanıldın” derken iç sesi benliğine.

    funda ”durgunsun sanki bugün” dedi limonları ocağa koyup. işte sabahtan beri beklediği o an gelmişti, “bilmem tatsız uyandım bugün sadece” deyip “başka bir şey daha var ama..“ duraksadı iç çekerek, “saçmalık belki de..”

    söylese bir dert, söylemese gönül razı değil. bir zanlının karşısına geçip sen mi yaptın demek de aptallıktı, yoktu ki zaten böyle bir şey aklından dahi geçmiyordu belki de dillendirecekken; “babam” diyebildi araladığı dudaklarından, “biri var” biliyorum, “yalnız da değilim hem” döküldü sesinden.

    donakaldı bu birkaç kelimelik sözler karşısında, hemen oturup “nasıl yani” diyebildi.

    “bilemiyorum.. kimdir nedir, nedendir; emin olduğum tek şey varlığı” derken böldü sözlerini funda; “bir şey mi gördün ki anlat çabuk” derken bi sigara da o yaktı telaşla.

    “annem dışında biri var, sürekli telefonda gözü. kuytu kuytu gizliyor mesajlarını. daha sabah ben mutfakta su alırken mesajlarını okuyor muyum diye kontrol etti arkasını dönüp. ne işim varsa telefonuyla.. istesem alıp okuyamam mu sanki? bu hali uzun zamandır aklımı kurcalıyor, hande de benimle aynı fikirde hem..”

    durdu düşündü tüm bunları dinlerken sessiz sessiz, sonra sigarasının külünü silkeledi bir sıkıntıyı atarmışçasına. dikkatle bakıyordu her hareketine, gözlerinin devrildiği yere, parmaklarının hareketlerine, oturuşuna, bakışındaki tedirginliğe. şaşırdığını düşünüyorken “ allah allah emin misin? ben zannetmiyorum öyle bir şey olacağını, arkadaşı falandır bence..” dedi.

    bu konuyu derinleştirmeden kapatıp, sonra kalkıp içeri gitmeyi teklif etti; “hadi gidip biraz içeride oturalım çağıracaklar şimdi” derken bir anda irkildi iç sesi “eee biz hep mutfakta otururuz..” iyi ki sesli düşünme gafletine düşmemişti, lakin atmıştı heybeye.

    gecenin ilerleyen saatlerinde babasının telefonundan görüntülü görüşme yapıyorlardı ma aile; ondan onun eline geçmiş, en sonunda funda'nın elinde olduğunu görmüştü, sesten birbirlerini duyamayınca kimsenin olmadığı odaya geçişini dikkatle izliyordu. bir şahin gibi şüphe açlığını doyurmak için funda'nın arkasından koşmuştu dikkat çekmeden. telefonu alıp selma teyzeyle selamlaşıp daha henüz onlar konuşurken aniden aldı telefonu elinden.

    el çabukluğuyla sürekli gözünün çarptığı “arkadaş memo” diye kayıtlı o isme girip telefon numarasını kendi telefonuyla çekmeye yeltenmişti ki funda ne yapmaya çalıştığını anlayınca elinden almaya çalıştı telefonu, “dur dedi öğrenip de ne yapacaksın? boşver öğrenme” bile diyorken hala anlamıyordu olanı biteni.

    o kadar konduramamıştı ki karşısındaki insana; bu aleni hareketten bile çakmamıştı hala kıvılcım zihninde. aptal değil iyiydi, kurnaz değil temizdi.

    duyulmasın diye iri siyah gözlerini kocaman açıp fısıldayarak “anlattım ya hani o kişi için” dedi yalvarırcasına. aralarındaki itiş kakış esnasında fotoğrafladı numarayı, funda çekemediğini zannederken yan düğmeden ani bir manevrayla kilitledi telefonu. derdi neydi ki bu kadının? bu kadar anlattık diye bu mu yapılır insana? telefonu götürüp babasına verdi funda, “kilitlendi yanlışlıkla” diyerek.

    sonra mutfağa geçtiklerinde funda; “çektin mi” diye sıkıştırmaya başlamıştı onu. “ya kimse kim ne yapacaksın peşine mi düşeceksin? öğrenince ne olacak” diyordu öfke ve hayret arasına. “çekmedim ki zaten” dedi titreyen ellerine bakarken yengesinin. zangır zangır titriyordu parmakları, kullandığı panik atak ilaçlarının gergin anlarda onu böyle yaptığını anımsadı.

    bir yandan onu geçiştirmek için laf anlatırken, öbür taraftan numarayı notlara atmıştı bile. eve gidince bakacaktı kim olduğuna, gerekirse arayacaktı yanlış aramış gibi, bir kere koymuştu kafasına öğrenmeden bırakmazdı inadı peşini. fakat yengesini geçiştirmek için “of haklısın sanırım hiç de uğraşmak istemiyorum bunlarla ne halt ederlerse etsinler bana mı kaldı ya” dedi sıkıntıyla omuzlarını geriye atarak. “ha şöyle yola gel, gerdin beni de. kimse çıkar zaten ortaya elbet bir gün” dedi.

    onu almadığına ve umurunda olmadığına ikna etmişti artık. biraz zaman geçtikten sonra ve hala karşılıklı otuyorken hala aklı oradaydı ve funda'nın babasına söyleme ihtimaline karşın numaralara herhangi biri gibi kaydedip silecekti fotoğrafı, yazmaya başlayınca henüz beşinci rakamda bir isim çıktı önüne listeden.

    baktı, bir daha baktı. durdu, saniyeler seneler gibi ağırlaşmıştı şimdi, kafasını kaldırdı ve karşısındaki yüze bir daha baktı, boynu büküldü. nefesi kesik, nabzı duraksamış, karnında tuhaf bir ağrı hissetmeye başladı. saniyeler içinde o duygudan bu duyguya koşuyor, bir ekrandaki isme, bir kafasını kaldırıp ona bakıyor; yaşananları hızlıca zihninden geçiriyor, göğüs kafesinden iliklerine kadar üşümeye başlamıştı.

    kafasından parmak uçlarına kadar buz kesmişti tüm bedeni.

    aradığı o kişi, daha yarım saat önce dert yandığı dostu, teselli edeni, kuruntu ettiğini söyleyen ve daha beş dakika önce tüm bunları engellemeye çalışan o.

    hasbelkader bazı mesajlarını gördüğü, babasıyla gece gündüz mesajlaşan, kocasıyla arası bozulunca babasının gidip barıştırdığı, annesinin kardeşinin eşi, babasının gizli sevgilisi, onun ve kardeşinin dostu olan kişi. funda; yengesiydi o kişi.



    her kültür de olduğu gibi bu coğrafyanın da kendine hâs alışkanlıkları vardı. hele kadınlara sıra geldi mi garip bir hınç istenciyle değişirdi kurallar renge göre. siyahlar beyaz olur, beyazlar siyahlaşırdı kadınların üstünde. görünmez bir perdeyle kapatılırdı özgürlükleri. önce fırsat verilmezdi, zamanı geldiğindeyse “yapamadın ki” diye suçlanmaktı lanetleri.

    küçücük bir dünyada, tıngır mıngır büyütürlerdi heveslerini. kimi mutfakta yemek yaparken göz yaşı döker, öbürü çocuğu azarlandı diye gizliden gizliye ağlardı kaderine. diğeri hiç görmediği sevgilisine yanar, başkası bastırmak zorunda olduğu mecburi özgürlüğüne. saygı erkeklere geldiğinde gösterilir; yemek sofrasında bile en uca otururdu kadınlar ve çocuklar.

    oysa ona göre kadın bereketti, sağlıktı, yaratımdı. ne diyeydi ki bunca saçma kurallar! “lanet olası bilişler, keşke bilmeseydim” dedi eve dönüş yolunda aklında bu cümbüş dans ederken.

    artık biliyordu, rahat mıydı içi? ön koltukta oturan babasını kesti gözleriyle dikiz aynasından. sahi ne yapacaktı şimdi? “nereye kaçmalı, nereye sığınmalı” diye iç geçirdi bir huzursuzlukla.

    mutfak masasında öğrendiği gerçek, eceli olmuştu o andan beri.. funda, gerçeği öğrendiği anlamış ikisi de tek kelime edememişti birbirlerinin gözlerinin içine bakarken. geçmişte şahit olduğu her hadise çorap söküğü gibi geliyordu ardı ardına. bakışlar, gülüşmeler, konduramadığı yakınlaşmalar, gördüğü mesajlar, annesine yapılan hakaret.. göz göre göre yalandan kurulmuş dünyaya aldanmıştı herkes, aldatılmıştılar.

    funda'nın dayanamayıp çıktığı mutfaktan o da attı kendini pencereye. hala hissetmeye çalıştığı parmaklarıyla arkadaşı eda'yı aradı. uzatmadan söze girdi “konuşulanlar gerçekmiş öğrendim. nefes.. nefes alamıyorum ölüyorum sanki. birine söylemezsem burada canımı teslim edeceğim..” dediğinde; “ya biliyordum ya” deyişiyle bölündü içinde olduğu an, yeryüzüne dönmeye başlamıştı; “şimdi kapat telefonu eve geçince tekrar arayacağım seni..” dedi ve biriyle paylaşmış olmanın verdiği anlık huzurla kapattı telefonu.

    tekrar telefon çalmaya başladı..

    arayan handeydi, açar açmaz “lanet olsun bu kadar çabuk mu” dedi ablasına. telefonun arkasındaki ses ağlıyordu, hırpalıyordu kendini. “sakın.. sakın ağlama” dedi hande kendi ağlayışına aldırmadan. “ağlayamam hala buradayım, kapat n'olur kapat. sakinleş, ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz, düşün” dedi ve kapattı telefonu yüzüne.

    gariptir böyle kriz anlarında hiç duygusal ve hassas değilmiş gibi bir güç kuşanırdı zihni. bir anda mantıklı düşünmeye başlar kaosu sakinlikle çözmeye yeltenirdi farkında olmadan. belki çok sonraları bu yaptığının sağlığına büyük zararlar verdiğini öğrenecek olsa da, bu otomatik davranışın en zayıf halkası olduğunu farkedecekti.

    iç sıkıntısıyla çıktığı evden, cehennem azabıyla dönmüştü geri. herkes odasına çekilmiş, babası sigara içiyordu balkonda. eline geçirdiği ilk çantanın içine evdeki tüm değerli eşyaları koydu, paraları, kimlikleri aldı. birkaç parça kıyafet bile koydu içine. durmadan akıyordu gözlerinden yaşlar boynuna.

    elinin tersiyle gözyaşlarını silip, açtığı dolabın önüne çöküp yeri yumruklamaya başladı, sesi çıkmasın diye elini ısırdı göğüs kafesindeki acıyı bastırmak istercesine. kararlıydı babasının karşısına çıkmaya bu gece, artık bu saygısızlığa daha fazla katlanmayacak, annesine yapılan bu hakarete izin vermeyecekti kendince.

    tüm yaşananlar hala zihnini işgal ediyor, silip atamıyordu birleşen parçaları içinden, susmuyordu, durmuyordu, artık geri dönüşü yoktu bu işin. handeyi arayıp “her şey hazır ben birazdan babamın yanına gideceğim. yirmi saniye sonra sen ara, ben karşısında oturuyor olacağım, tüm bunların hesabını verecek” dedi. artık ikisi de bir nebze olsun ilk şoku atlatmış ve aksiyon almaya koyulmuştu bile.
  • ne çok canlı cenaze var içimde.
    ölü ruhları taşırım ellerimle

    ah ne kalabalık ölüler ülkesidir yüreğim!
    gözlerin.
    gözlerin!

    bir umudu bağırıyor gözlerin!
    elimden tutuyor
    bileğimi sarıyor
    seviyor seni yüreğim!

    bu gece yirmiyedi yıllık ölüler ülkesinin en karanlık gecesi gibi sevgilim

    en zifiri de gece
    yatağım buz,
    yastığım bir deniz
    gözlerim ağlamaktan yoruldu.
    baktım daha biraz önce biliyor musun aynaya!
    yapma, yapma dedim yapma!
  • ii. yüzleşme

    bir sinek uçuyor, şimdi pencerede; tam çıkacakken geri döndü ve hızla masadaki tatlı tabağına kondu. bir parça atıp ağzına, kanat çırpmaya başladı ışığa doğru ürkekçe. “güneş mi sanıyorlardı bu aptal sinekler lambayı! zerre kadar yaklaşsa güneşe kül olurdu kanatları, aptallar işte. avutsundu sinek midesini şekerle, güneş zannettiği lambayla. bu aptallık yakışmıştı onlara..” diye düşünürken ellerini masanın üzerinde nereye koyacağını bilemiyor, sanki her uzvu ona ait değilmişçesine garipsiyordu bedenini.

    babası huzursuzluk içerisinde debelendiğinin farkındalığıyla, tam söze girecekken telefonun sesiyle duraksadı. arayan hande idi.

    hoş beş bile etmeden girdi söze, “nasıl yaptın bunu?”
    hiç susmadan ağlamaya başlamış, kardeşine hep tuhaf gelen, nasıl yaptığını anlamlandıramadığı üslubuyla hesap soruyordu karşısındakini incitmeden.

    inkar.. ölesiye inkar. saatler süren tartışmadan herkesin çıkarabileceği tek şey yalandı. bir yalan vardı gerçekliğin ortasında, onursuzluk sıfatını kimse sırtlanmak istemedi o gece. babası ona gözlerini dikip “kimin sözlerine inandınız? yalan bu” derken bile cevap veremedi, gözyaşları derin bir suskunlukta gerçeği haykırırcasına akıyordu babasının gözlerine.

    yolsuzluğun, şeref yoksunluğunun, bir gizin ortaya çıkışı mehmet'in üstüne çökmüş, andan ana bastırıyordu omuzlarını yerin en dibine…

    yeniden dünyaya dönmüş gibi derin bir nefes alarak konuşmaya karar verdi;

    “artık inkar edemezsin, buradan dönüş yok.”
  • ııı. sıfır noktası

    duvardaki saate takıldı gözü, tiktak tiktak tiktak.. günün yorgunluğuyla uyuşuyordu zihni bu sesle. gözünü bir an olsun kapatsa uyuyakalacağını hissederken cama baktı. eylülün serin rüzgarı akşamları dönmeye başlamıştı şehrine, bir an içi ürperdi.

    bir yabancıya bakar gibi inceliyordu üstündeki yeni üniformayı. lacivert kırmızı çizgiler, neredeyse ayak bileğine kadar uzanan pileli eteği, kırmızı üstü.. ve yazdan kalma son sıcakta boynunu kaşındıran tiksindiği polyester eşarbı. sahi kaç saattir başındaydı eşarp? sabah altı da mı uyanmıştı ilk derse yetişmek için? doktorun geciktiği her dakika daha da sıkışmaya başlamıştı göğüs kafesi. tekrar saate baktı akşam beş buçuk.. hım.. on iki saat.. “on iki saattir içindeyim yeni benin ve henüz on beş yaşındayım”. aylar önce başlattığı isyanın kaybıyla, önce kabule sonra derin yasa döndü; şimdi bu odada bulmuştu kendini.

    iki-üç hafta olmuştu liseye başlayalı. hiçkimseyle konuşmadan, yemek yemeden, belki sadece uyuyarak geçiyordu o günler. en sonunda birileri fark etmiş olacak ki bu kendinden vazgeçmiş halini “bir doktorla görüşse iyi olacak” demişti amcası annesiyle konuşurken.

    bunları düşünürken kapı açıldı. saçını başını düzelterek karşısına oturana kadar göz hapsine aldı doktoru. aşağı yukarı bir elli beş boylarındaki kısa kıvırcık saçlı kadın. alelade sürdüğü rujundan ağzının kenarlarına taşmış kırmızılığı telefonun yansımasından düzeltmeye çalışırken, sadece işini yapmak istercesine “hoşgeldiniz” dedi yüzünde sahte gülümsemesiyle.

    askeri okula yeni atanmış doktorun gecikmesinin sebebini, başına sanki bir el girmiş de, her biri ayrı yere savrulan saçlarından ve ilk üç düğmesi açık gömleğinden anlamıştı. yüzünde kinayeli gülümsemesiyle bakarken “siz de hoşgeldiniz, epey oldu gelelim..” dedi iğneleyici bir tavırla. onun nerede ne halde olduğuyla ilgilenmiyor, bekletilmiş olmaya kızıyordu.

    kahkaha atarak arkasına yaslandı doktor; “beni beklediğiniz için teşekkür ederim” dedi ve anlamamış görünerek söze girdi hemencecik; “bu görüşmemizde biraz sohbet edelim, birkaç test yapmamız gerek durumu değerlendirebilmek için, amcanızla biraz sohbet etme fırsatım oldu liseye yeni başlamışsın” dedi.

    “neden burada olduğumu bilmiyorum, kendi isteğimle burada değilim” dedi katre, “iyi değilmişim öyle dediler” derken gözlerini devirdi. kime göreydi bu iyi olmama hali? sadece istemediği bir yolda yürümek zorunda bırakıldığını söylese ileri mi gitmiş olurdu? aylar öncesinde babasından dayak yiyerek, annesinin de babasının ardını tutup zorla kapatıldığını söylese? hatta bir hevesle başlaması gerektiği liseye şimdi zoraki gidip geldiğini dillendirse neyi değiştirebilirdi şimdi bu kişi? yıkılan yapılabilir miydi? yapılsa da aynı olacak mıydı?

    sözlerini yineledi “onlara göre iyi değilim ama iyiyim ben” diyebildi. doktor ellerini göğsünde hizalayıp derin bakışıyla onayladı gözlerini kırpıştırarak. “evet anlıyorum seni, iyi olduğunu duymak güzel” deyip, bir dizi soru sordu. “bugün günlerden ne, saat kaçta yatıp kalkıyorsun, ne seversin, ne yersin.. hatta sevdiğin renk ne.. babanla ilişkin nasıl, bana ailenden bahset.. yeni başladığın okulu seviyor musun.. arkadaşların nasıl, soruları ve daha bir sürü psikolojik analiz testi. olabildiğince doğru ve yargılanmayacak biçimde verdi cevapları. oysa kendisi de anlayacak durumda değildi olanları. en sert düşüşü değildi belki ama ilk kez bu kadar uçurumun kenarında hissediyordu.

    bir an önce kalkıp gitmek için saate durmadan baktığını farkeden doktor, sıkıldığını anlayarak “burada bitirelim ve haftaya yine görüşelim, test sonuçlarını incelemem gerek” dedi ve ondan yapmasını istediklerini hatırlatarak görüşmeyi sonlandırdı.

    doktor not tutmasını istemişti ondan; “soru sor hissettiklerine dair ve cevabı bulmak için kendine baskı kurma. soru sormak başlangıçta amacımıza ulaştırmaz bizi lakin bir adım daha yaklaştırır ” demişti ve eklemişti; “soru sormak çok şey fakat yazmak seni rahatlatacak. bu yüzden yazmanı istiyorum senden” demişti. yabancı değildi ona yazmak, seneler öncesinden başlamıştı bunu yapmaya. bazen öfkesini hafifletmek için, bazen umudunu yitirdiğinde vardığı sığınak belleyerek karalıyordu kendince bir şeyler.

    ev yolunda aldı kalemi eline;

    “iyi değilmişim. nasıl iyi olabilirim? sağır, kör ve dilsiz bırakıldım, bastırıldım. o doktor ne anlar halimden? dilsiz biri nasıl iyi olabilir söylesene bana? aynaya bakmak bile gelmiyor içimden, kendimden bile nefret ediyorum deseydim “deli mi bu kız” der miydi ki bana?

    söylesene kim bu aynadaki yabancı? benmişim. bu üstümdeki kıyafet, yeni okul, bir sürü yabancı insan. bana kimse sen bunu yapmak istiyor musun diye sormadı ama. zorunda bırakıldım. zorlamayla ömür geçer mi? geçmek zorundaymış, memnun olmalıymışım, abartıyormuşum,

    şükretmeliymişim halime, öyle diyor hande. o okula bile gidememiş. babam zorla onu okuldan çıkarıp, şimdi beni gönderiyor diye mutlu mu oldum sanki. kötünün iyisine bir cehennemi yaşarken nasıl şükredebilir insan? hem kötüye tamah iyiliğe ihanet değil midir?

    anlamıyor beni. insan evladına bunu yapar mı? nefret etmekten başkası gelmiyor içimden..” yazarken bile kendine kızdı .. annesinin her seferinde onu arsızlıkla suçladığını hatırlayarak; “sorun bende mi? ben miyim yani şimdi bütün bu olanların sebebi, ben mi kendime yaptım bunca kötülüğü?” yazabildi titreyen elleriyle. boğazında düğüm düğümdü kelimeler, akıp giden yola bakarken uzaklara daldı.

    kalbinde haksız suçluluğu, defterde yarım kelimeler, boğazında söze dökülmeyen öfkesi, susmayan acabaları ve devam etmek zorunda olduğu kötünün iyisi hayatı.

    eve girer girmez kimseyle konuşmadan girdi odasına. bir hiçliğe uyuyor, bir hiçliğe uyanıyordu artık, kafasındaki tek şey -ona layık görülen- istemediği bu hayattı. azap günleri geceleri, yabacılaştığı bedeni ve bambaşka insanlar.

    ….

    “ne çok gülmüşümdür, içinde binlerce kötülük bulunan ve kendini iyi biri zanneden zayıflara..”
    nietzsche

    aylar geçmişti liseye başlamasının üstünden, yavaş yavaş yeni hayatına alışmaya başlamış görünüyordu. doktorun görüşmesi onun hayatında hiçbir şey değiştirmemiş, hissettiklerini anlatamamış, anlatmaya bir adım bile yaklaşmak istemiyordu. bu ruhani kötürüm hali onun bile umurunda değildi artık, uyum sağlamalı diretmemeliydi aynalara, emrolunana.

    uyum sağlamak değildi bu; mecburiyetle nefes almaya devam etmekti yaptığı. annesinden ve babasından nefret ediyor olmak çocuk sayılabilecek bir yaşta ağır gelmişti bedenine, hatalı olduğu düşüncesi uyumlu gösteriyordu onu şimdi.

    çocukluğundan beri emredilen tek bir şey vardı “asi olma uyum sağla” .

    her sabah okula girişlerinde rutin kontrollerden birinde beklerken arkadaşına dönüp “içindeki tişörtü görünüyor düzelt çabuk belalı yine kapıda” dedi. babasının çizdiği sert sınırlara alışık oluşu esasında zorlamamıştı onu katı kuralların olduğu okula. kendince buldukları yöntemlerle makyaj yapmayı başarıp, üniforma dışında farklı kıyafetin yasak olduğu okula girmeyi başarıyordu öğrenciler.

    yasaklar, sınırlar, katı kurallar ve baskı.. damlanın denize akmasını engelleme çabası akıllı geçinen zavallılar içindir yalnızca.

    aşağı yukarı otuz kişilik sınıfta, erkekler ilk günden ön sıralara oturtulmuş, kızlar genellikle en arkada tutulmuştu. derse giren her öğretmen önce haramdan ve zinadan bahsediyor, sonra “ağaç yaşken eğilir, hem allah ibadet eden gençleri sever” öğütlerini verirken, koca göbekleriyle ne de mutlulardı!

    bazı öğretmenlere kendini yakın hissetse bile ait olmadığını biliyordu buraya, bile isteye göndermişti babası onu bu okula. arada bir gelip hocalarla sohbet eder, kontrolü elden bırakmamaları için epeyce cömert davranırdı. birgün müdürün odasında kapıda babasını beklerken birbirlerine çok doğru bir şey yapıyorlarmışçasına vaaz verdiklerini duyup “hocam allah'ın kuralları zamana göre değişmez, kızlar buradaysa yatsın kalksın sizin gibilere dua etsinler” deyişinden iyiden iyiye tiksinti duyuyordu olanlardan.

    kafasına denk birkaç arkadaşı olmasa bu kadar bile katlanılacak yer değildi. sürekli derslere girip, mütemadiyen dini vaazlar dinlemek zorunda olduğunda başını sıraya koyup hayaller kursa da, evde saklanacak yer bulamayışı uyum çabasını zayıflatmaktan başka şey değildi.

  • “aç bırak itaat etsin, cahil bırak biat etsin”
    aziz nesin

    sabah okul yolunda bu satırlara takıldı gözü, bir kıyametin ortasında nasıl çaresiz kalırsa insan aynı hissi yaşadı tekrar tekrar okuduğunda. okulda yaşanan son olay unutmaya çalıştığı duygularını ortaya çıkarmıştı. “itaat” dedi.. durdu “cahillik..işte yapılan bu..” dedi. defterini çıkarıp şu satırları yazmaya başladı;

    “sevgili hayat;

    uyumsuz olduğumu kabul etmek üzereyim..hiç sevmedim burayı. yeni arkadaşlarımla bazen mutlu olsam bile hiçbiri kafama göre değil, çok aptallar, diğerleri de sıkıcı.

    kuran okumayı öğrenmezsem sınıfta kalacakmışım öyle dedi hadis hocası geçen gün. hatta ikinci sınıfa geçince dua ezberlememiz gerekmiş istemiyorum ki. burada olmamalıydım biliyorum.. başka çare bırakmadılar bana. hatırlıyor musun yazın olanları? herkes unutmuş olsa da ben unutmadım bazı geceler hala rüyalarımda.

    cemaat evine gidecektik o gün, her zamanki eşarbını yanıma alıp onlara göre giyinmiştim halbuki. arabaya binene kadar elimde tuttum eşarbı, hande çıkarken “ört başını” dediyse de dinlememiştim, ah ne salağım!

    geçen gün de söylemişti “artık zamanı geldi büyüdün” diye, ciddiye almak istememiştim, yaptığım olacak olandan kaçmaktan başkası değildi. arabaya yaklaşınca gördü babam açık olduğumu, elindeki eşyaları bagaja koyup bana döndü “ne bu halin” diyerek, sustum konuşamadım.

    bir tokat patlattı suratıma sokağın herkesin ortasında, arkadaşlarım vardı, insanlar vardı, hala acısı şuramda şoka girmiştim, balkondan eda'nın annesi görmüş olacak ki “aaa ne yapıyorsun kıza” diye bağırdığını duydum ben ağlarken. kolumdan tutup zorla bindirdi arabaya fırlattı eşarbı kucağıma “seni arsız köpek söz dinlemezsin ha, eşşek kadar oldun her yerin belli oluyor haram” diyorken dönüp bir daha vurdu.. bir daha.. öfkesini alamamış direksiyonu yumruklamaya başlamıştı, annem araya girip durdurmaya çalışsa da, söz dinlememiş olmamın hatasını dik bakışlarıyla ödetiyordu. bakkşlarında gördüğüm tek bir şey vardı “asisin söz dinlemezsin”. neden sustum ki o gün? hoş ne zaman konuştum da o gün sustum?

    çocukluğumuzdan beri aynı değil miydi her şey de, şimdi ağır geliyordu bana olanlar? sanki kızım diye hiç pantolon ve kısa kollu tişört giydirmeyen, beden eğitimi derslerine bile eşofman giydirmemek için o gün okula göndermeyen o değil miydi? nasıl sevebilirim bu insanı söylesene? suçluysam da günahsa da yok muydu başka yolu? illa dövmeli miydi? bu mu sevgisi? baba olmak bu demek mi? sevmiyor işte, ona göre bende ablam da tehlikeliyiz artık, kapatılması gereken bir şeyiz, haramız zinayız, günah varlığımız.

    ağlaya ağlaya gittim o gün cemaat evine. kimse farketmedi olanları, onların tek derdi allah yolu insan değil ki. sorsan herkesten müslümanlar ama. desem ki “allah niye yarattı bizi” iman etmemiz için diyecekler, kime neyi sorayım?

    yemekler yendi dualar okundu, olduğu gibi devam etti o gün herkes için. işte ben istemeye istemeye ilk o gün resmi olarak kapatıldım. ertesi gün aynanın karşısına geçip kapalı halime baktığımda bir yabancıyı gördüm aynada, ben değildim, istenmeyendim.

    kapalı olmak ilk o gün hiçmişim gibi hissettirmişti bana ve her kapandığımda aynı duyguyu yaşıyorum hala. ben yokum, emir var, ben yokum itaat var, ben yokum acıyan yüzüm var, ben yokum din için beni döven babam var, ben yokum beni suçlayan annem var, ben yokum, yanımda bana sarılıp ağlayan ve aynı şeyleri yaşayan ablam var, ben yokum kanayan ruhum var. ben yokum tesettür var.

    kadın desen değilim, çocuk desen değilim, cinsiyetsiz öyle yavan kötü hiç kimseyim, işte emir bu, itaatim bu..bana yapılan bu..” derin bir nefes aldı kaçarcasına, okula varmıştı.

    uzun sayılabilecek yolculukta düşünecek çok vakti oluşu ona bazı farkındalıklar yaşatsa bile geçmişteki kötü olayları tekrar tekrar düşünmesi, ona fayda vermediği gibi, değiştiremediği şartlar mutsuzluk olarak dönüyordu.

    benzer ailelerde, hemen hemen aynı öğretilerle büyümüştü bu okuldaki çocuklar. türkiye'nin doğusu kadınlar için yasak öğretilerle bezeliyken, kendi kaderlerinden şikayet eden anneler -birçoğu- “el alem” korkusundan aynı yolu reva görürler kızlarına. oğullara gelince aynı sert sınırlar onlar için çizilmez fakat gelenekselin makus kaderinden kaçacakları çok bir yer yoktur onlar için de bu coğrafyada.

    derslere girip çıkıyor, önüne konulanı istemese de yapıyor, bazen gülüp eğlense de mecburiyetin baskısıyla durup durup dibe çöküyordu. pes etmişti artık. derslerine çalışmadan sadece okula gidip gelmek, uyumak, nefes almak, ölmemek için yemek.

    direnmeyen bu haliyle bile faydasızdı annesine göre, arada bir annesiyle olan kavgaların çok artması yalnızlaştırıyordu iyiysen iyiye. temizliğe yardım etmiyormuş, sürekli uyuyormuş, ne işe yararmış! bir okula gidip geliyormuş, ölü gibi yatıyormuş! yaşıtları evlenmeye başlamış, görücüleri geliyormuş da, acaba ne mal olduğunu bilseler gelirler miymiş!
hesabın var mı? giriş yap