• ego ile arasında ince bir çizgi vardır
  • özgüven konusunda yapmak istediğim değerlendirmeye, çok sevdiğim bir filmin, çok sevdiğim bir sahnesinden bahsederek başlayacağım. bahsi geçen film, quentin tarantino efsanelerinden biri olan inglourious basterds. bahsi geçen sahne ise sergilenen performansların adeta karşılıklı şova dönüştüğü, unutulmaz bir sahnesi bu filmin. bu sahne hakkında değerlendirme yaparken, küçük de olsa spoiler bulaşabilir sözlerime. bilenler bilir bu filmde usta oyuncu christoph waltz albay hans landa karakterine, kendisine oscar kazandıracak seviyede iddialı bir performans sergileyerek hayat veriyor. brad pitt ise aldo raine adındaki amerika'lı bir subayı canlandırıyor. bu sahnede yüzbaşı aldo ve yanındaki iki askeri, gizli bir görevdeler. asıl kimliklerinin ortaya çıkması, her şeyin sonu anlamına geleceği için, neredeyse hiç italyanca bilmemelerine rağmen kendilerini bridget von hammersmark rolündeki diane kruger'in italyan misafirleri olarak tanıtıyorlar. fakat hiç hesapta olmayan bir gelişme yaşanıyor ve bu sahnede nazi albayının ileri seviyede italyanca bildiği ortaya çıkıyor. işte bu noktadan itibaren başta brad pitt olmak üzere bu üç amerikan askeri, "özgüven" nedir? her koşulda özgüvenli tavırlar sergileyebilmek, insana nasıl bir avantaj sağlar? başlıkları altında bir görsel ve işitsel şölen sunuyorlar izleyiciye.

    gerçekçi olmaktan uzak bu sıra dışı filmi bir kenara bırakacak olursak, ben genel olarak batı medeniyetlerine mensup insanların bize kıyasla özgüven konusunda daha iyi seviyede olduklarını düşünüyorum ve bunun yalnızca sahip oldukları refah seviyesi ve aldıkları eğitimle ilişkili olduğuna inanmıyorum. bunun olası sebeplerine dair düşüncelerimi ifade etmeden önce bu iddiamı biraz güçlendireceğim. mesela abd vatandaşlarını ele alalım. bizzat tanışmış olduğum amerikalıların, bugüne kadar üzerimde bıraktıkları intibadan bahsetmek yerine, herkes tarafından kolayca benimsenebilecek popüler örnekler üzerinden gitmekte fayda var, diye düşünüyorum. jimmy fallon gibi, conan o'brian gibi, jay leno gibi hostlar tarafından sunulan, popüler late night showları düşünelim. programların sunucuları üzerinden bir değerlendirme yapmak adil olmaz, biliyorum. bu nedenle amacım daha ziyade konuklardan bahsetmek. üzerinde çalışılmış konuşmalar seyrettiğimizi biliyor olsak da, herhangi bir konuğun, söz sırası kendisine gelince deyim yerindeyse nasıl döktürdüğünü, kendisine yöneltilen kısa bir soru üzerinden uzun uzun cevaplar verirken seyircinin bütün ilgisini üzerinde toplamayı nasıl başardığını ve şovun bir parçası haline gelme konusunda hiçbir şekilde zorlanmadığını eminim sizler de defalarca görmüşsünüzdür. hatta seyircilerden birine aniden uzatılan bir mikrofon bile, benzer örneklere tanıklık etmemizi sağlayabilir bu tür programlarda. kit harington'ın, jimmy fellon'a konuk olduğu late night show bölümünü seyredenler olmuştur. zaten game of thrones'un yarattığı ürkütücü boyuttaki popülizmin de etkisiyle çok fazla dolaşıma girdi bu bölüm internet üzerinde. burada kit harington'ı seyredecek olursak, anlattığı hikayede bahsi geçen polis memurunu zihnimizde canlandırırsak ve bu gibi örneklerin çok ama çok sayıda yaşandığını da hesaba katarsak, söylediklerim daha iyi anlaşılacaktır. ancak ülkemizdeki duruma bakınca, aradaki farkın abartılı boyutlarda olduğunu rahatlıkla görebiliriz. beyaz show'un en fazla izlendiği dönemde bile, programa konuk olarak katılanların büyük çoğunluğu, bırakın komik hikayeler anlatarak seyirciyi güldürebilmeyi, sırf beyazıt öztürk'ün harcadığı kayda değer çabaya karşılık vermek adına bile ağızlarını açıp bir iki kelam etmekten imtina ediyorlardı. yalnızca neyin tanıtımını yapmak istiyorlarsa (albüm, film vs) onlar hakkında konuşmak istiyorlardı.

    ödül törenleri üzerinden de örneklendirme yapılabilir pekala. oscar ödül törenleri ile ülkemizde yapılan ödül törenlerini kıyaslayalım. ödül alanların yaptıkları konuşmalar arasında abartılı seviyede bir kalite farkı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. yalnızca konuşmaların içeriğinden bahsetmiyorum. aynı zamanda konuşmacıların sahnede ne ölçüde rahat olduklarından ve sahip oldukları özgüven seviyesinden bahsediyorum.

    amerikan vatandaşları arasında iletişim becerilerinden yoksun, kendini ifade etmekte zorlanan insanların varlığını inkar edecek değilim. elbette çok sayıda asosyal insan da yaşıyor birleşik devletlerde. ancak bugüne kadar yaptığım gözleme göre, genel olarak abd'li insanlar, bu alanda çok daha iyi bir seviyedeler bize göre.

    şimdi bunun olası sebeplerine dair düşüncelerimi söylemeye geldi sıra. özgüvenli davranışlar sergileme yeteneğinin, kişinin topluluk karşısında konuşma yapmayı ne ölçüde deneyimlediğiyle yakından ilişkili olduğuna inanıyorum. batı medeniyetleri ile ülkemizdeki toplumsal yaşayışı kıyaslayacak olursak, hiç şüphe yok ki bu konuda çok ciddi farklılıklar çıkacak karşımıza. batı kültürü ile yetişen sıradan bir vatandaşın, hayatı boyunca birçok kere topluluk karşısında konuşma yapmak durumunda kaldığını görüyoruz. ailede başlıyor her şey. yemeklerde kendi dillerinde kendi cümleleri ile dua ediyorlar, doğum günleri, yıldönümleri gibi özel günlerde ve bazen hiç sebep aramadan konuşma yapıyorlar. düğünlerde çok sayıda konuşma yapılıyor. gelin, damat ve her ikisinin yakın arkadaşları konuşma yapıyorlar. hatta bunun için önceden hazırlık yapıyorlar. konuşmalarının aynı anda hem duygusal hem de güldüren bir içeriğe sahip olmasını hedefliyorlar. kendilerini bu konuda o kadar geliştiriyorlar ki, konuşmalarının tamamen hazırlıksız şekilde gerçekleştirildiğine ikna olmanızı sağlayabilecek ölçüde doğal görünmeyi bile başarıyorlar. cenazelerde bile konuşmalar yapılıyor. ben bunu çok anlamlı buluyorum. bir insan ölmüş. yakınlarının bu insan hakkında hissettiği çok güçlü duygular var. bu duyguları katılımcılarla paylaşmaları, ölen kişi hakkındaki düşüncelerini ve hatta bazı anılarını yüksek sesle dile getirmeleri bence çok hoş. bizim cenaze törenlerimizin çok önemli bir kısmı, başka bir dilde yapılan dualar ve söylenen sözler eşliğinde geçtiği için kim ne ölçüde yaşanan o önemli anın parçası haline gelebiliyor gerçekten bilmiyorum. dua etmek, bütünüyle kalp eksenli, his odaklı gerçekleşmesi gereken bir eylem olduğu için, söylenenleri anlamak biraz olmazsa olmazı gibi bu işin. dünyada arap olmayan müslüman ülkeler haricinde bunu yaşayan başka ülke yok bildiğim kadarıyla. herkes kendi dilinde dua ediyor. olması gerektiği gibi, tanrıyla konuşurken, ona ne söylediğini bilerek konuşuyor. fakat bizler, dini nikah kıyılırken, cenaze töreni icra ederken, yemek duası yaparken, gece uyumadan önce tanrıyla konuşup taleplerimizi dile getirirken ve hatalarımız için ondan af dilerken ne dediğimizi bilmeden konuşuyoruz. evet istemsizce konu dışına çıkmış oldum ama meselenin dini yönünün de ortaya çıkan sonuca ciddi etki ettiğine inanıyorum.

    topluluk karşısına çıkmanın özgüven konusunda insana ne kattığını bizzat tecrübe etmiş biriyim. meramımı daha güzel ifade edebilmek adına biraz kendimden bahsedeyim. çocukluğum zor koşullar altında geçti. okula giderken bir yandan seyyar satıcılık gibi işlerde ve bazen de babamın ya da amcamın iş yerinde çalışmak zorundaydım. hatta bunu yapmaya ilkokulda başladım. bütün yakın akrabalarım arasında yüksek tahsil görmüş bir kişi dahi yoktu. okulda elde edilen başarıya pek önem vermiyordu akrabalarım. annem ve babam da ilkokul mezunu insanlardı. ama sahip oldukları koşullar göz önüne alındığında bana en iyi şekilde destek oldular diyebilirim. ilkokul 5. sınıfa geldiğim zaman sınıf öğretmenim, aileme beni dershaneye kaydettirmeleri için baskı yapmaya başladı. başarılı bir öğrenci olduğum için sonuç alana kadar bu işin peşini bırakmadı ve sonunda babamı buna ikna etti. o dönemde ilkokul 5. sınıftan sonra anadolu liseleri sınavına giriliyordu. anadolu liseleri bugünkünden farklı olarak az sayıdalardı ve değer görüyorlardı. kayıt için annemle dershaneye gittiğimiz günü dün gibi hatırlarım. dönüş yolunda annem bana motive etmek amaçlı, "ama bak sen de çok çalışacaksın." dediği zaman, ders çalışmaktan değil de, okul dışında yaptığım diğer işlerden bahsediyor zannetmiştim. bütün akrabalarımın belirli yaşa gelmiş çocukları, okula gitmek yerine babalarına yardım ettikleri ve işletme maliyetlerinin düşmesini sağladıkları için, babamın bu anlamda benden istifade etmek bir yana, üzerine bir de benim için harcama yapmak durumunda kalması akrabalar arasında dikkat çekiyor ve tepkiye yol açıyordu. neyse ki babam bunları fazla umursamadı ve ben dershaneye gitmeye devam ettim. üstelik herkesin emeği karşılık buldu ve yıl sonunda anadolu lisesi sınavını kazandım. burada öğrenim görmeye başladığım zaman, sınavla girilen bir okul olmasına rağmen, tuhaf bir biçimde herkesin maddi olarak çok iyi seviyede olduğunu gördüm. ya da biz çok yoksulduk o yıllarda, bilemiyorum. zamanla maddi durumumuz daha da kötüye gitti ve babam resmen iflas etti. tam da bu süreçte benim üzerimde ciddi travma yaratan tatsız bir olay yaşandı. öğretmenlerimin sürekli olarak beni ikaz ediyor olmaları sebebiyle artık kesin şekilde saçlarımı kestirmem gerekiyordu. okul müdürü bu şartlarda beni okula almayacağını söyledi. babam bu ihtiyacı sürekli olarak erteliyordu. ama ona okuldaki durumun ciddiyetini anlatınca bana, saçlarımı kendisinin kesebileceğini söyledi. önce şaka yapıyor zannettim. ama bu konuda kendine çok güveniyordu. "göreceksin hiçbir fark olmayacak berberin yaptığı kesimle benimki arasında." diyordu. ben de çaresiz kabul ettim babamın bu teklifini. sonuç tahmin ettiğinizden çok daha kötü oldu. saçlarım kat kat kesilmişti ve gerçekten çok kötü görünüyordu. bu şekilde okula gittiğim zaman başta en samimi olduklarımdan biri olmak üzere çok sayıda arkadaşım benimle dalga geçtiler. ama ergenlik çağındaki bir çocuk olarak, benim açımdan asıl önemli olan, sınıftaki karşı cinsten herkese rezil olduğum gerçeğiydi. şimdi de öyle mi bilmiyorum ama o dönemde şu an bana çok tuhaf gelen bazı uygulamalar vardı. mesela hemen her öğrencinin sahip olduğu bir tür anket defterinde yer alan sorulara, defter sahibinin istediği kişiler, yazılı olarak cevap verirlerdi. diğer sorular aklımda kalmamış ama bu defterlerde yer alan bir soruyu hiç unutmadım: "sınıftaki en yakışıklı 3 erkeği yazınız." bir şekilde bazı erkekler çok havalıydılar ve bu defterlerin tümünde kendilerine kesin şekilde yer bulabiliyorlardı. sevgili olma kavramı yeni yeni girmeye başlamıştı hayatımıza. "çıkma teklif etmek" oldukça popüler bir söylemdi. işte dış görünüşün böylesine önemsendiği bir ortamda yaşadım bu travmayı. maddi koşullar kişinin özgüveni üzerinde çok ciddi tesir icra edebiliyor o yaşlarda. okul dışı zamanlarda başka işlerde çalışırken, okuldan bir arkadaşımın beni görmesinden fena halde çekiniyor, bu sebeple ciddi bir gerginlik yaşıyordum. bir gün satış yapmak amacıyla girdiğim kahvehanelerden birinde tarih öğretmenimi görmüş ve o beni görmeden hemen orayı terk etmiştim. neme lazım, şimdi okulda iyi niyetle de olsa benden bahseder, beni diğer öğrencilere öveceğim derken bütün okula rezil eder, diye düşünmüştüm. şimdiki aklımla bakınca nasıl da sağlıksız bir düşünce yapısına sahip olduğumu görebiliyorum o yaşlarda ama işte bütün bunlar aslında özgüven eksikliğinden kaynaklanıyordu. maddi koşullar sebebiyle bir insanın gerçek değerinin asla belirlenemeyeceğini maalesef bilmiyordum. o kadar kötü durumdaydım ki, olur da alakasız bir şey sormak adına bile olsa, güzel bir kız benimle konuşmaya kalkarsa, elim ayağıma dolaşır, nefes alış verişim değişirdi. ne yazık ki küçük emrah filmi tadında anlatmış oldum başımdan geçenleri ama bunları anlatma sebebim ergenlik çağındaki bir genç olarak, o yıllarda özgüvenimin ne seviyede yara aldığının iyi anlaşılmasıydı.

    bu okulda bir senesi ingilizce hazırlık olmak üzere toplam dört yıl öğrenim gördükten sonra, sınavla başka bir okula geçtim ve lise hayatım başlamış oldu. henüz lise birinci sınıftayken edebiyat öğretmenimiz, ders kitabında yer alan bir şiiri öğrencilerden birine okutmak istedi ve tamamen tesadüf eseri beni seçti. şiiri okudum ve bana dedi ki, "şiir okuma yarışmasına katılacaksın. bir hafta içerisinde kendine bir şiir seç." okulda bu tür etkinliklere çok sayıda insan tarafından önem veriliyordu. özellikle son sınıf öğrencileri şiir okuma yarışmasına aktif katılım sağlıyorlardı. yarışmaya katılma fikrinden zerre kadar hazzetmedim. topluluk karşısına çıkıp kürsüde şiir okumak benim için kabus gibiydi. çaresiz seçtim şiirimi. cahit sıtkı tarancı'nın "desem ki" adlı şiirini okumaya karar verdim. o gün gelip çattı ve ben henüz salona girer girmez düşüp bayılacak gibi oldum. çok ama çok kalabalıktı. herkes oradaydı. okuldaki bütün öğrenciler, bütün öğretmenler ve bütün yöneticiler oradalardı. sıra bana gelip adım okununca, oturduğum yerden kalkıp kürsüye doğru yürümeye başladım. koca salonda çıt çıkmıyordu. yalnızca benim ayak seslerim duyuluyordu. kürsüye ulaşıp yüzümü seyirciye dönünce adeta kör oldum. ciddi ciddi kürsünün altına girmek ve gözden kaybolmak istedim. neyse ki şuurumu tümden kaybetmemiştim ve çaresizce şiirimi okumaya başladım. kürsüye çıkmadan önce o gün için büyük bir hazırlık yapmıştım. şiirimi rahatlıkla ezberden okuyabilecek seviyedeydim. bunun bana çok yardımı oldu kürsüde. çünkü neredeyse kendimi tamamen kaybetme seviyesine gelmiştim heyecandan. bir an evvel bu işi bitirip yerime oturmalıydım artık. şiirimi bitirince hiç beklenmedik bir gelişme yaşandı. neredeyse bütün salon beni ayakta alkışladı. lise birinci sınıfta olanlar için bu yaşanan şeyin ayrı bir anlamı vardı. çünkü bu tür etkinliklerde birinci sınıf öğrencileri genelde başarı elde edemezlerdi. olup bitenlere en fazla şaşıran kuşkusuz bendim. o günden sonra çok şey değişti benim için. ilk olarak şöyle bir tuhaflık yaşandı. fizik öğretmenimiz yarışmadan sonraki ilk derste bana, sözlü notu olarak 100 tam puan verdi. bir fizik öğretmeni, sayısal derslerin abartılı seviyede zor geçildiği bir okulda, şiir okuduğum için bana 100 verdi. bir diğer ilginç olay matematik dersinde yaşandı. dersin öğretmeni, "bundan sonra her dersin sonunda bir şiir okuyacaksın." dedi. ben önceleri bu isteği yerine getirmek istemedim ve derse hazırlıklı gitmedim. ancak hem öğretmenimiz hem de arkadaşlarım ısrar edince ben artık her matematik dersinin sonunda şiir okumaya başladım. dahası bütün özel günlerde okul çapında gerçekleştirilen faaliyetlere öncülük etmeye başladım. bu işlere ilgi duyan başka arkadaşlarımla birlikte ve tamamen gönüllü olarak çok sayıda faaliyet organize ettik. o güne kadar eldeki metinler üzerinden okuma yapılarak adeta geçiştirilen oratoryo tadındaki etkinlikler yerine, ezberden yapılan teatral uygulamalar sahnelemeye başladık. artık kürsüde ya da kürsüsüz şekilde sahnede, tarifsiz bir rahatlık içerisinde hareket edebilir hale gelmiştim. istersem konuşurken ya da şiir okurken yürüyor, eğer ihtiyaç duyarsam ellerimi ve kollarımı kullanarak izleyici üzerinde daha büyük bir etki oluşturmayı kolayca başarıyordum. her etkinlikten sonra çevremdeki insanlardan duyduğum övgü dolu sözler sayesinde de ciddi şekilde özgüven depoluyordum. bu gelişmelerin etkisi bu etkinliklerle sınırlı kalmadı. yaşananlar kişiliğim üzerinde büyük değişikliklere de yol açtı. artık karşı cinsten herhangi biriyle kolaylıkla iletişim ve dolayısıyla ilişki kurabilir hale gelmiştim. konuştuğum kişi kim olursa olsun kendimi en güzel şekilde ifade edebiliyor ve bütün bu olumlu değişiklikler sebebiyle tarifsiz bir memnuniyet duyuyordum. şiirin gücü bütün benliğimi sarmış ve hayatımın önemli bir parçası haline gelmişti.

    sonuç olarak bir insanın gündelik yaşamında özgüvenli tavırlar sergileyebilmesi için, insanlarla olan ilişkilerine, kendini değersiz hissederek hatalı şekilde yön vermemesi için, başkalarını hiç gereği yokken kendinden üstün saymaması için, topluluk karşısında konuşma yapmayı belirli seviyede deneyimlemesi büyük bir önem arz ediyor. özgüven konusundaki düşüncelerimi ifade etmeye çalışırken, bu kadar detaylı bir biçimde kendimden bahsetmek istemezdim. ancak bizzat kendi başımdan geçen örnek olaylar üzerinden bu konuyu daha güzel şekilde ele alabilirim diye düşündüm. umarım başarabilmişimdir. özgüven konusu insan yaşamında öyle büyük bir öneme sahiptir ki, yeterince özgüvenli görünmeyi başarması durumunda, dünyaya cüce olarak gelen bir insan, dünyanın en fazla seyredilen dizilerinin birinde karizmatik bir başrol oyuncusu olarak kendine yer bulabilir.

    (bkz: peter dinklage)

    edit: imla.
  • her yere, her konuya atlamak, önüne geleni aşağılamak/ezmek değildir.

    bu kavramı çok yanlış biliyor bunu yapanlar. özgüvenin bununla alakası yok.

    özgüvenin temeli sağlam olur. iyi bir aile eğitimi ile başlar, üstüne zihinsel gücünü ekleyerek gidersin.

    güzellikten, okuduğun bölümden/okuldan, yaptığın işten gelen özgüvenin içi boştur.

    her şeyden önce temeli sağlam olacak ki iç huzurunuz olsun. gerisi boş.
  • ayarlamasını bilmeyenlerin bünyesinde şişkinlik, baş dönmesi, halüsinasyon gibi yan etkileri olan sosyal rahatsızlık.
  • bizim gibi toplumlarda bilgiden, erdemden, mütevazilikten ziyade maddiyat ile ilişkilidir. özgüvenli olmak = maddi durumun iyi olması. patavatsızlık getirisi. artık maalesef demiyorum.
  • ayrı yazılmaktadır. (bkz: öz güven)
  • bir işi doğru yapamazsam rezil olursam diye düşünen insan özgüvensizdir .insanların ne düşündüğünü önemsemeyen hata yapınca kendini aptal değersiz hissetmeyen gerekirse yaptığı yanlışı kabul eden insan özgüvenlidir
    yanlış yaparsam rezil olurum düşüncesiyle heycanlanan telaşa kapılan insan dışardan bakılınca zavallı görünüyor başkasının size vediği değere göre belirlemeyin değerinizi

    diyelim bi konuşma yapıyorsunuz saçma bişey söylediniz herkes gülüyo karşınızda sizde gülmelisiniz evet saçmaladım demelisiniz saçmalamadığınızı düşünüyorsanız o karşınızdaki belki 10000 kişiye ben böyle düşünüyorum demelisiniz kendinizden emin olarak yaptığınız hiçbir şey dışarıdan zavallıca görünmez tam tersine insanları düşündürür.mesala beş kişi oturuyorsunuz dördünün ortak bir ilgi alanları var sizin en ufak bilginizin olmadığı bi konuda konuşuyolar özgüvensiz insan burdada kendini değersiz hisseder.hepimiz zaman zaman özgüvensiz hissederiz çözümü tecrübesiz olduğunuz konuda yani muhtemelen yanlış yapacağınız bir işi yapmak zorunda kalırsanız just do it

    herkesin hayattaki imkanları farklı ailesinin eğitimi yaşadığı çevre tüm tecrübeleri şekillendirir insanı. bu yüzden saygı duymadığımız insanlara bile saygı göstermeliyiz mesala einstein anadolunun bi köyünde doğmuş olsaydı dünya bugün bambaşka biyer olurdu yani insan olmak bakımından hepimiz eşitiz
  • opsiyonlardan ve bu opsiyonlar üzerinden kurulan başarılardan gelir.
  • tüm korkakların suratlarına geçirdikleri maskedir.

    şimdi efendim, bildiğiniz üzere, person kelimesi kökenini latincedeki persona'dan alır. bu da "maske" demektir özünde ve tiyatrodaki karakterlere gönderme yapar. kent toplumunun oluşmasıyla birlikte bir kamusal hayat/özel hayat ikiliği doğmuştur ki; bu konuyla hannah arendt hanımefendi insanlık durumu adlı eserinde özenle ilgilenmiştir.

    kamusal hayata karışan birey, kendine bir kişilik seçmek zorundadır; zira kamusal alan aynı zamanda yabancılaşmanın alanıdır. iktisadi ve siyasi ilişkiler üzerine bina edilip tüm kültürel üst yapı da bunun üzerinden şekillendirilir. çok kısaca, insan, kamusal olanda "kendi" olanı bulamaz; yüzüne bir maske geçirmek zorundadır ki karşılacağı olası durumlara karşı maskenin, yani kabuğun altındaki hassas ve yumuşak dokuyu; fakat aynı zamanda girift ve düzenden yoksun özü koruyabilsin.

    antik yunan felsefesinden, antik roma'ya; oradan bizans ve islam kültürüne, persona'nın ne olması gerektiği; kamusal/özel ikiliğinin nerede başlayıp nerede biteceği hep konuşuldu, tartışıldı. devlet kapitalizmlerinin uygulandığı fordist dönemde de, süreç pek farklı değildi açıkçası. lakin ne zamanki uluslararası şirket kapitalizmleri* gemi azıya aldı; işler o noktada değişmeye başladı. kamusal ve özel alan arasındaki sınırlar müphemleşti, hatta birbirine karıştı. birey, persona'nın ardındakini koruma noktasında daha güvencesiz hale geldi. bu noktada geriye yapılacak tek bir şey kalıyordu;

    ya herro ya merro

    "özgüven" dediğimiz şey, işte yukarıdaki deyişteki herro'dur. merro olup kamusal hayatta incitilmek istenmeyen birey, herro olup, başkaları onu yargılamadan ve ezmeden önce önlemini almak zorundadır. tabi bu zorunluluk, devasa bir uzmanlar sektörüne de yolu açmıştır; psikologlar, kişisel gelişim uzmanları, yazarlar, youtuberlar vs. herkes bireye nasıl özgüvenli olacağını ve kendisini nasıl koruyacağını anlatmaya başlamıştır. hayatta karşılaşılabilecek tüm koşullara karşı tek bir "özgüven tipolojisi" geliştirilmiştir, ve beklentiye göre bu tipoloji bireyi koruyacaktır. lakin yaşamdaki belirsizliklerin sayısı sınırsızken, maskenin kapsam alanı kısıtlıdır. birey, kapsam alanı dışına çıkıp belirsizlik ve yenilgiler ile karşılaştığında; bilgisizliğinden ötürü maskenin amacını değil, niteliğini sorgulamaya başlar. "şöyle yapsaydım" der, "burada böyle davranmak lazım" der; tüm olasılıkları kapsayacak bir meta maske geliştirmeye çabalar, fakat bunu yaparken psikolojik anlamda kendini tükettiğinin farkında değildir.

    bu noktada şu soruyu soruyorum kendime. nedir bu özgüven? kişinin özüne güvenmesi mi? eğer öyleyse hangi özden bahsediyoruz peki, insan karakteri bu derece girift ve tabakalıyken? olmakta olan şu; neoliberal dünyaya adım atan insan, kişiliğini mümkün mertebe yontup tek tipleştiriyor ve diyor ki işte bu benim özüm ve ben buna güveniyorum. buradaki sıkıntı ise, sadece kişiliğin tep tipleşmesi değil; her koşulda, yaratılan bu tek tip öze güven duyacak olmak. böyle bir şey mümkün değil. kendime neden her koşulda güven duyayım ki? bu çok yorucu değil mi? insanın bildiği ve bilmediği şeyler vardır. bildiğim şeyler hakkında konuşma hakkımı kullanırım. bilmediğim şeyler hakkında ise ya izleyip nasıl yapıldığını öğrenir, ya da susarım. bunun aksi, insanın psikolojik manada yıpranmasına ve karakterin derinlik algısının yoksunlaşmasına yol açar. ki zannediyorum ki, günümüz insanının bu derece yüzeysel ve bomboş olmasının sebeplerinden biri de budur.

    bir korkak değilseniz eğer, suratınıza özgüven maskesini geçirmeye ihtiyacınız yok. kontrol altına almaya çalışan insan, kendi kurduğu sistem tarafından kontrol altına alınacaktır; o artık özgür değildir. yaşamın tüm olasılık ve belirsizliklerine açık olan insan ise gerçek anlamda özgürlüğü tadabilecek olandır. burada, kamusal/özel alan kaynaşmasına karşı alınabilecek önlemler de söz konusu tabi ki. mümkün mertebe, neoliberal kitle sosyolojisinin beklenti ve şiddete varan baskısından uzakta kalmayı seçebilir birey. bunu yapmak için de, özgün bir etik anlayışı geliştirip o felsefe ile hayata karışabilir. elbette tek bir doğru felsefeden bahsedilemeyeceği için, bu herkes için farklı olacaktır.
  • eksikliği, kendine olmayan ve dar gelen bir kıyafeti hergün giymek gibidir. anne babanın çocuğuna kazandırması gereken en önemli şeylerden biridir.
hesabın var mı? giriş yap