• bugün (bkz: lisedeyken okuldan kaçınca yapılanlar) başlığını gördüğümde tekrar hatırladığım ve artık içimde tutmaktansa yüzleşmeyi ve insanlarla paylaşmayı seçtiğim bir olayı anlatmak istiyorum.

    biraz uzun bir yazı olacak, uzun yazıları okumayı tercih etmeyenler okumayacaktır ama okumayı sevenlerin benim yaşadığım zulmü ve dramı hissedeceğinin aynı zamanda da çok değerli dersler çıkaracağının garantisini verebilirim.

    doğma büyüme sarıyer'liyim ve liseyi de sarıyer'de okudum. lise zamanlarında en yakın arkadaşım ve ben bilardo konusunda aynı tutkuyu paylaşırdık. arkadaşım sınıf başkanı olduğu için yoklama alır, ikimizi var yazardı ve okuldan kaçıp sabahtan akşama kadar üç bant bilardo oynardık. bu sayede sarıyer'deki tüm bilardo salonlarında ve istanbul genelindeki bir çok bilardo salonunda hatırı sayılır bir çevreye sahip olmuştuk.

    üç bant bilardo konusunda doğuştan gelen bir yeteneğe sahip olduğumu keşfetmem ve profesyonel/amatör bilardo camiasından da aynı yorumları sürekli duymaya başlamam çok uzun sürmedi. hatta bu süreçte yerel turnuvalarda birincilikler kazanmaya ve bilardo dünyasında kendi mirasımı yaratmak adına ilk adımları atmaya başladım.

    tabii bu yükseliş şan, şöhret, para, hızlı arabalar, lüks bir yaşam ve kadınlar gibi faktörleri de beraberinde getirdi. fakat bu süreçte de bu ışıltılı hayatın beni cezbetmesine izin vermeden, disiplinli bir şekilde çalışmaya devam ettim.

    günde 6 saatimi antrenmana ayırmaya başladım. ayrıca antrenmanlar sonrasında da dönemin en iyi bilardocularının müsabaka videolarını izleyerek kendimi sürekli geliştirmekteydim.

    böyle şeyleri anlatmayı sevmem ama motivasyonumu anlamanız için örnek olması açısından anlatmak gerekirse, o dönemde beraber olduğum kadınlar bilardoya ayırdığım vakitten şikayetçi olup ben antrenman yaparken ilgimi çekmek adına çıplak bir şekilde bilardo masasına uzanırlardı. bense dikkatimi asla dağıtmadan, topları masada uzanmakta olan kadına değdirmeden farklı şekillerde sayılar alarak bu durumu kendimi geliştirmek için bir fırsat olarak kullanırdım.

    bilardo dünyasında başarı merdivenlerini hızla çıkıyor olduğum bu süreçte her genç bilardo oyuncusunun rüyası olan bir olay gerçekleşti... ki hepiniz o rüyanın ne olduğunu az çok tahmin etmişsinizdir.

    evet bir şekilde semih saygıner'in de dikkatini çekmiştim ve semih saygıner'in sağ kolu olduğunu belirten bir kişi tarafından semih saygıner'in müsait olduğum bir tarihte beni özel aracı ile aldırıp kendi mekanında ağırlamak, hem tanışmak hem de bir bilardo maçı yaparken sohbet etmek istediğine dair bir telefon aldım.

    her ne kadar telefonda konuştuğum kişinin semih saygıner'den sürekli "semih reis" diye bahsetmesine anlam veremesem de, o anın heyecanı ile biraz da kekeleyerek bu durumdan onur duyduğumu ve semih saygıner için de uygunsa bu görüşmeyi hemen yarın gerçekleştirebileceğimizi söyledim.

    haliyle o gece heyecandan gözüme uyku girmedi. bütün gece, kafamda semih saygıner ile oynayacağım maçın simülasyonunu yapmakla ve semih saygıner'in takdirini kazanmak için hangi zor ve havalı atışları yapacağımı planlamakla geçti.

    tüm gece uyumamış olmama rağmen ertesi sabah inanılmaz bir coşku ve enerji ile yataktan fırladım. kahvaltı masasında yer alan portakal suyundan bir yudum aldım ve doğruca bilardo salonuna giderek akşam için antrenman yapmaya başladım. antrenmanda yaptığım her atışta, aldığım her sayıda, kafamda semih saygıner'in övgülerini duyduğumu hayal ediyordum. zamanın nasıl aktığının farkında olmadan akşam olmuştu ve sözleştiğimiz saat gelmişti bile.

    uzaktan gelen siyah camlı, modifiyeli, lüks minibüsü ilk gördüğümde yaşadığım heyecanı ve "bu araç nasıl bir şekil ya? semih saygıner'in düşündüğümden farklı bir tarzı ve zevki var sanırım." diye içimden geçirdiğimi hala dün gibi hatırlarım.

    aracın yanıma yanaşması ile beraber sürgülü kapısı açıldı ve siyah takım elbiseli 4 adamdan biri adımı söylerek "l3ronson bey mi?" diye sordu ve benim onaylamamla beraber "semih reis sizi bekliyor, buyurun" diyerek beni araca davet etti. yolculuğa başlamamızın üzerinden 10 dakika geçmesine rağmen kimseden çıt çıkmaması ve arabada bulunan kişilerin arada yakaladığım sinirli ve sert bakışları ortamı ve beni hafiften germeye başlamıştı.

    bu gergin ortamı yumuşatmak ve ölüm sessizliğini bitirmek adına sorduğum "aracın yakıt tüketimi nasıl ya? biniciyi üzer mi?" sorumu, halinden, tavrından ve elinde sürekli oynadığı aşırı süslü tesbihinden diğerlerinin lideri veya aralarındaki en yetkili eleman olduğunu tahmin ettiğim kişinin sadece kafasını öne eğerek cevaplaması benim daha da fazla gerilmeme sebep olmuştu.

    tüm bunlar yetmezmiş gibi, neredeyse 1 saate yakın bir zamandır orman yolunda yolculuk ediyor olmamız da beni tedirgin ediyordu ama içimden "semih saygıner'in buralarda villası falan var herhalde, adam seni evine davet etmiş işte. saçmasapan triplere girme oğlum." diye telkinde bulunmaya devam ediyordum.

    1 saatlik bir yolculuktan sonra hasdal'da bulunan, eski ve artık kullanılmayan bir çimento fabrikasının önünde durduk. "hayırdır, tuvalet molası mı verdik?" soruma yine en yetkili olduğunu düşündüğüm kişiden donuk bir surat ifadesi ile "buyurun, semih reis sizi içeride bekliyor" cevabını almamın akabinde ters giden bir şeyler olduğunu ve soğukkanlı kalmam gerektiğini anlamaya başladım.

    muhtemelen bende oluşan şaşkınlığı ve tedirginliği farkeden diğer bir elemanın "semih reis bilhassa böyle otantik mekanları çok sever, özel maçlarını enerjisini absorbe ettiğini düşündüğü salonlarda değil de kendine has bir ambiyansı ve yaşanmışlığı olan mekanlarda gerçekleştirmeyi tercih eder. pek bilinmese de kendisi çok avangart bir ruha sahiptir." diyerek yapmış olduğu ekleme beni rahatlatmak yerine "bu tip, bu kelimeleri bir cümle içerisinde anlamlı olarak nasıl kullandı lan?" diye düşündürmekle beraber tedirginliğimi bir kat daha artırmaktan başka bir işe yaramamıştı.

    önde ben ve arkamda takım elbiseli adamlar olarak çimento fabrikasının içerisine doğru yürümeye başladık. yıkık duvarlar ve dökülmüş sıvalardan oluşan bir kaç koridor geçtikten sonra geniş bir avlu olarak tanımlanabilecek, muhtemelen fabrikanın ana bölgesi olan alana ulaştığımızda iki deri koltuk, bir sehpa, bir bilardo masası ve bilardo masası üzerinde elindeki çekiç ile kırdığı cevizleri yemekte olan semih saygıner ile karşılaştım. o anda paralize olmuş bir şekilde dururken, dilimin ucuna gelen "abi o iş bilardo masasının üstünde yapılır mı hiç, çatlattın hep mermeri." cümlesinin dudaklarımdan dökülmesine engel olmak için dilimi ısırmaktan başka bir şey yapamıyordum.

    arkamda duran dörtlüden en yetkili olduğunu düşündüğüm kişinin sert ve gür bir sesle "reis, misafirinizi getirdik" demesi üzerine semih saygıner kafasını kaldırıp, elindeki ceviz parçasını ağzına attıktan sonra, tutuyor olduğu çekici etrafında bulunan takım elbiseli diğer 6 kişiden birine verip, kollarını açarak bana doğru yürümeye başladı.

    semih saygıner kolları açık bir şekilde bana doğru yürürken bir yandan da yüzünde keskin bir gülümseme ile "demek o herkesin bahsettiği harika çocuk sensin." dedi ve elini omzuma koyup, beni deri koltuklara doğru yönlendirdi. ben koltuğa oturduktan sonra önce ceketini çıkartıp, yanındaki adamlardan birine verdi ve karşıma oturup gömleğinin kollarını kıvırırken bana "ne içersin aslan parçası?" sorusunu sordu.

    normalde böyle durumlarda kararsız kalan ve alternatifleri görmeden cevap vermek içine sinmeyen bir insan olarak "neler var abi? ne içebiliyoruz?" diye sormak istesem de iç sesimin "uzatma oğlum, başlatma lan alternatiflerine." uyarısı ile "sen ne içiyorsan aynısından içerim abi, maksat sana eşlik etmek." cevabını vermemle beraber, ortamda bulunan takım elbiseli adamlardan biri, bana ve semih saygıner'e şemsiyeli, pipetli iki pina colada getirdi.

    her ne kadar içimden "her şey tamdı, bir şemsiyemiz eksikti. acaba çıkartıp sehpaya koysam ayıp olur mu?" diye geçirsem de semih saygıner'in şemsiyeyi burnuyla kenara itip pina coladasını pipetle içtiğini görünce ben de ortama ayak uydurmak ve saygısızlık olarak anlaşılabilecek bir harekette bulunmamak adına aynı şekilde içkimi pipetlemeye başladım.

    karşılıklı olarak içkilerimizi pipetlerken semih saygıner'in yavaşça arkasına yaslanarak, suratındaki o keskin gülümsemesi ile sorduğu "bir kaç maçını izledim, çok yeteneklisin ama yetenek bazen hayatın paha biçilemez bir hediyesi bazen de insanın en büyük laneti olabilir. hayat sürprizlerle dolu değil mi aslan?" sorusuna "çok haklısın abi. ama sadece hayat değil, sen de sürprizlerle dolusun gördüğüm kadarıyla. bilardo maçı için böyle bir mekan seçmen falan bayağı bir sürpriz oldu benim açımdan da, ehi ehi" diyerek alttan alttan vermeye çalıştığı gözdağına karşılık olarak geri adım atmadığımı gösteren sert bir cevap verdim.

    verdiğim cevap üzerine yüzündeki keskin gülümsemesi daha da keskin bir hal almaya başladı ve "sürprizlerle dolu olduğumu anladın demek. yetenekli olduğun kadar zekisin de, ben zeki adamları severim." dedikten sonra kocaman bir gülümseme ile önce etrafımızda dizilmiş olan takım elbiseli adamlarına, sonrasında da bana dönerek kurmuş olduğu "bende daha ne sürprizler var, daha hiçbir şey görmedin aslan!" cümlesine eşlik eden takım elbiseli adamlarının acı gülümsemeleri ile zaten soğuk olan ortam birden buz kesmişti.

    son yaşananlardan sonra, olağanüstü sezgilerim ve en küçük detayları bile çok hızlı ve doğru bir şekilde okuyabilen zihnim sayesinde bu davetin masum bir bilardo maçı daveti olmadığını anlamaya başlamıştım.

    hem semih saygıner ve adamlarının niyetlerini çözmek hem de olası bir kötü durum senaryosuna karşın işe yarar bir strateji geliştirmek adına semih saygıner’e “abi ne dersin, oyuna geçelim mi artık?” sorusunu sormam üzerine semih saygıner oturduğu koltuktan yavaşça kalkarak, o keskin gülümsemesi ile “geçelim tabii aslan, oyun başlasın artık.” cevabını vererek eliyle bilardo masasına doğru bir buyur işareti yaptı ve ikimiz beraber bilardo masasına doğru yürümeye başladık.

    bilardo masasının başına geldiğimizde semih saygıner’in adamlarının sağımda ve solumda birer yarım çember oluşturacak şekilde pozisyon aldıklarını farkettim. hislerim doğru gitmeyen bir şeyler olduğunu söylüyordu. çok hızlı bir şekilde yaptığım durum analizi sonucunda hemen olayı çözdüm, bu turan taktiği olmalıydı. amaçları beni ortalarına alıp her iki taraftan eş zamanlı bir saldırı gerçekleştirmekten başka bir şey olamazdı.

    ama semih saygıner ve adamlarının hesaba katmadığı bir şey vardı... karşılarında sadece bilardo camiasının altın çocuğu değil aynı zamanda da bir boğaz çocuğu duruyordu. boğaz kıyısında doğup büyüyen çocuklar, doğdukları andan itibaren denizle haşır neşir olmalarından ve çetin şartlarla mücadele etmelerinden mütevellit sert çocuklardır.

    an itibariyle bilardo masasına gelmemizin üzerinden geçen 23 saniyede kafamda olası bir saldırı durumundaki hareket planımı en ince ayrıntısına kadar tasarlamış ve reaksiyon vermek için karşı taraftan gelecek hamleyi beklemeye koyulmuşken semih saygıner’in bilardo masasının üzerinde duran cevizlerden birini eline alarak “ceviz sever misin bilmiyorum ama ceviz yemeyi seven adam, ceviz kırmayı göze alan adamdır.” cümlesi ile bana gözdağı vermeye çalışması üzerine ben de çok derin bir manası olan ve gidere gider anlamı taşıyan “ben ceviz yemeyi değil ceviz kırmayı severim. kırdığım cevizleri de kim yemiş, pek umursamam.” cevabını vermemin akabinde semih saygıner’in adamları düşündüğüm gibi iki yandan saldırıya başlamıştı.

    tahminlerimin aksine semih saygıner’in adamları birebir mücadele ve organize saldırı konusunda çok başarılı ve tecrübeli değillerdi. ilk saldırıyı gerçekleştiren iki adamını elimine etmem çok hızlı ve kolay olmuştu. ilk saldıranların akıbetini gören diğerleri de saldırıya devam etme noktasında şüpheye düşmeye başlamışlardı ve tüm bunların üstüne bir de benim “yetti zulmünüz!” naralarımla psikolojik üstünlük bana geçmişti.

    sparta’lı çocukların aksine sarıyer’li çocuklara doğdukları ilk andan itibaren yunuslarla güreşmek dışında tek bir şey öğretilir, o da herhangi bir kavga sırasında sırtını duvara vermektir. ben de bir yandan semih saygıner’in adamlarının cılız ve kararsız ataklarına karşılık verirken bir yandan da sırtımı duvara vereceğim bir pozisyona geçmeye çalışıyordum.

    tüm bunlar yaşanırken bilardo masasının üstüne yarım bir şekilde oturup, şemsiyeli pina coladasını pipetleyen semih saygıner ile bir anlığına gözgöze geldiğimde, gözlerinde arenada gladyatörlerinin mücadelesini izleyen imparator commodus’un aldığı vahşi hazzı ve kan arzusunu görüyordum. bu adam benim tanıdığım, bilardo sayesinde bir çok zorluğun üstesinden gelebilmiş, tüm dünyanın hayran olduğu, rakiplerine saygılı, mütevazı ve örnek karakterli o bilardo ustası olamazdı.

    beynimi ele geçirmeye başlayan bu düşüncelerden ve hayal kırıklıklarından hızlıca sıyrılarak çevremi analiz etmeye başladığımda karşımda ayakta kalmış olan 2 adam ve yerde yatmakta olan 7 adam sayıyordum. oysa ki mekana girdiğim andan itibaren semih saygıner hariç 10 adam saydığımı hatırlıyordum, yoksa zihnim bana bir oyun mu oynuyordu?

    sorumun cevabını almam çok uzun sürmedi, bir şekilde arkama geçmeyi başaran, eksik olan onuncu kişinin elindeki ıstaka ile kafama vurmuş olduğu sert darbe ile bir anda her yer kararmıştı. kafamdan aşağı dökülen buz gibi su eşliğinde kendime geldiğimde, karşımda elindeki çekici ile ceviz kıran semih saygıner’i ve bileklerimden masaya bağlanmış olan ellerimden başka hiçbir şey göremiyordum.

    kendime geldiğimi farkeden semih saygıner’in ceviz kırmayı bırakarak “uyandın mı prenses?” sorusunu sorduktan sonra cevap beklemeden, elindeki çekicini sallayarak masanın etrafında yürüyerek yaptığı “bak aslanım! ben bu ülkede bilardonun vücut bulmuş haliyim ama sanıyor musun ki benden daha iyisi hiç olmadı? oldu, hem de çok daha iyi oyuncular oldu. evet sen bugüne kadar gördüklerimin en iyisisin, hatta benim hayal bile edemeyeceğim bir yeteneğe sahipsin ama kimsenin gelip de ünvanımı elimden almasına izin vermedim, vermem ulan! ben bilardonun mafyasıyım!” konuşmasının üzerine masanın başına gelip parmaklarımı adamlarına zorla açtırmaya başlamasıyla “dur, önce konuşmama izin ver!” diye haykırdım.

    semih saygıner bir anda elleriyle adamlarına durun işareti yaparak “konuş bakalım aslan, ne diyeceksin merak ettim” diyerek masada bulunan kırılmış cevizlerden bir parça alarak ağzına attı. o anda söyleyeceğim hiçbir şeyin durumu değiştirmeyeceğinin, yalvarmamın veya semih saygıner’in suyuna gitmeye çalışmamın hiçbir anlam ifade etmeyeceğinin farkına varmış olmanın getirdiği kabullenmişlikle “bak abi, sana iki çift lafım var. koskoca adamsın. paran var, pulun var, her şeyin var, onlarca kişi çalışıyor emrinde. yakışır mı sana ekmekle oynamak? yakışır mı insanların ellerinden hayatını almak, aç bırakmak? ama nasıl yakışmasın! sen değil misin asillerin oyunu bilardoyu mafyacılık oyunlarına alet eden. anlamıyor musun abi, bu insanlar bilardoyu tutkuyla seviyor. ama ben boşuna konuşuyorum. sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. hıh, sen, büyük bilardocu, milyoner, bilardo salonları sahibi semih bey! sen mi büyüksün? hayır, ben büyüğüm! ben, altın çocuk! sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! gözümde tükenmiş bir ıstaka ucu kadar bile değerin yok. ama şunu iyi bil, ne bana ne de bilardoya tutkuyla bağlı diğer yetenekli insanlara hiçbir şey yapamayacaksın. yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. çünkü biz bilardoya parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. bizler bilardoyu seviyoruz. biz bir aileyiz. biz güzel bir aileyiz. bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? dokunma artık aileme! dokunma masama! dokunma ıstakama! dokunma tebeşirime! eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, altın çocuk, hiç düşünmeden tüm salonlarında pike çekerek çuhalarını delerim! anlıyor musun, çuhalarını deler ve dönüp arkama bakmam bile!” cümleleri dilimden döküldü.

    konuşmamın bitmesi ile semih saygıner elindeki çekici masaya bırakıp alaycı bir şekilde alkışlamaya başladı ve “kes lan gudik, yeşilçam mı bura? ben de ne diyecek diye bekliyorum.” dedikten sonra adamlarına hadi anlamına gelen bir kafa işareti yapmasıyla beraber adamları parmaklarımı zorla açmaya başladı. semih saygıner yavaş adımlarla masaya gelerek masaya bıraktığı çekicini eline aldı ve önce teker teker parmaklarımı, sonra da ellerimi çekiçle vurarak kırmaya başladı.

    semih saygıner’in gözlerinde, yapmakta olduğu şeyden aldığı zevk açıkça görülebiliyordu. yaşadığım fiziksel acının tarifi yoktu ama bu fiziksel acı, tutkuyla bağlı olduğum bilardoyu bir daha oynayamayacak olmamın, bilardo üzerine kurmuş olduğum hayatımın yıkılışının verdiği manevi acının yanında hiçbir şeydi.

    o günden sonra bir daha asla eskisi gibi bilardo oynayamadım, hatta ıstakayı bile zar zor tutabiliyordum. hayatımın ta kendisi olan bilardo artık benim için acı bir hatıraya dönüşmüştü. yaşadığım yıkım sebebi ile kendimi alkole verdim ve hayatım sürekli yıkık meyhanelerde içmekle geçerken günlerden bir gün bulunduğum meyhaneye halinden, tavrından ve giyiminden oraya ait olmadığı belli olan bir adam girdi. bir anda ortamdaki herkesin dikkatini çeken bu adam bana da tanıdık geliyordu ama sarhoşluğun etkisi ile pek de umursamıyordum.

    o anda farketmesem de kapıdan giren o adam bir bilardo efsanesi olan raymond ceulemans’dan başkası değildi. önce şöyle bir etrafa baktıktan sonra beni görüp, hızlı ve kendinden emin adımlarla masama gelip, karşımdaki sandalyeyi eliyle çekerken oturabilir miyim anlamında bir kafa işareti yaptı, benim de kafamla onaylamam sonrasında karşıma oturdu ve “selam l3ronson, başına gelenleri duydum ama bilardonun altın çocuğunu böyle bir mekanda görmek yine de benim için çok şaşırtıcı.” dedi.

    o kadar sarhoştum ki söylediklerini dikkate almak bir yana karşımdaki kişi gerçekten de raymond ceulemans mı ondan bile emin değildim. içkimden bir yudum alarak, kayıtsız bir şekilde “benden ne istiyorsun?” sorusunu sormamın ardından raymond ceulemans, küresel elitlerin ve dünya düzenini şekillendiren asillerin kapalı kapılar ardında gerçekleştirdikleri çok büyük bir ödülün mevzu bahis olduğu gizli bir bilardo turnuvasının olduğunu, kendisinin de bu turnuvada yer alacak yetenekleri seçmekle görevlendirildiğini ve benim de o turnuvada yer almamı istediğini söyledi.

    raymond ceulemans sözlerini bitirdikten sonra meraklı gözlerle cevabımı beklerken bir yandan da masadaki mezelerden tırtıklıyordu. içki masasında, içmeyip de mezeleri tırtıklayan insanlardan oldum olası haz etmemişimdir ama bana yapmış olduğu teklifin şoku, o an kendisine olan sinirimin önüne geçmişti.

    hayatım boyunca hayalini kurduğum şey, hayatım bittikten sonra ayağıma kadar gelmişti ve bu canımı daha da çok acıtıyordu. kafamı yavaşça kaldırıp, barbunya pilakisine ekmek banan raymond ceulemans’la göz göze geldiğimde, içimden “hele raymond’a bak sen, direkt en sevdiğim mezeye çöktü.” diye geçirdikten sonra kendisine titreyen ellerimi gösterip "hangi ellerle oynayacağım raymond bu titreyen ellerle mi?" diye sorup sonrasında da "git buradan, beni yalnız bırak. ben artık yaşayan bir ölüyüm!" diye bağırdım.

    bunun üzerine raymond ceulemans, ağzına doldurduğu pilakiyi hızlıca yutarak “yeter altın çocuk! kendine acımayı ve gölgelere sığınarak kaderinden saklanmaya çalışmayı bırak!” dedikten sonra garsona ekstra bir bardak daha getirmesini belirten bir el hareketi yaptı. içimden, bir yandan her ne kadar kabul edemesem de söylediklerinin doğru olduğu bir yandan da “mezelere çökmesi yetmedi içkimize de ortak çıkacak iyi mi?” düşünceleri geçerken raymond ceulemans bir anda ellerini masaya vurarak “get up, stand up, don’t give up the fight!” diye bağırdı.

    bunun üzerine alkolün de etkisi ile “yok no woman no cry ali sami, ne anlatıyon sen dayı?” diyerek yaptığım ani çıkış sonrası ikimiz de sakinleşmemiz gerektiğinin farkına vararak, arkamıza yaslandık. raymond ceulemans saatler sonra haydarinin dibinde kalan kısmı ekmekle sıyırıp, şişede kalan son içkiyi ikimize “bu da yolluk olsun.” diyerek paylaştırdığında beni turnuvaya katılmaya çoktan ikna etmişti.

    son içkileri de yuvarladıktan sonra raymond ceulemans ile beraber hafif sallanarak da olsa meyhanenin kapısından dışarı çıktığımızda, yüzümüze vuran soğuk ve ciğerlerimize çektiğimiz temiz hava bizi bir nebze de olsa ayıltmıştı. raymond ceulemans, cebimden içmek için çıkarmış olduğum ve içerisinde 2 dal kalmış sigara paketimden bir dalı benimle göz teması kurmamaya dikkat ederek alıp kulağının arkasına koydu ve 3 ay sonra gerçekleşecek olan gizli turnuvayla alakalı detayları bana 1 hafta öncesinde ileteceğini söyledikten sonra birden “helal et!” diyerek gözlerimin içine bakmaya başladı, ben “saçmalama raymond, helallik bir durum yok. ne varsa, olduğu kadar yedik, içtik işte...” desem de sesinin tonunu yükselterek “helal et!” cümlesini tekrarladıktan sonra “iyi tamam helal olsun, maksat gönlün olsun.” dememin üzerine, sanki 40 yıllık iki dostmuşçasına sarılarak ayrıldık.

    turnuvayla ilgili çok fazla detay ve bilgi veremeyecek olmamı anlayacağınızı düşünüyorum ama 3 ay boyunca gerçekleştirdiğim yoğun antrenmanlar ve zorlu hazırlık süreci sonrasında katılmış olduğum gizli turnuvada rakiplerime sayı bile vermeden, tüm rakiplerimi tek ıstakada yenerek turnuvayı kazandığımı söyleyebilirim sadece.

    turnuva sonrasında ödül olarak verilen hatırı sayılır miktardaki parayla hayatımı biraz da olsa rayına sokabildim ve şu anda sizlere bu gerçekleri açıklayabilecek duruma gelebildim ama bilardo oynarken yaşıyor olduğum fiziksel acı ve semih saygıner tarafından uğradığım zulmün yeteneğimden alıp götürdükleri sebebi ile artık bilardo konusunda süreklilik sağlamam ne yazık ki imkansız. velhasıl kelam semih saygıner'in bana bir hayat ve bir üç bant bilardo maçı borcu var. bu saatten sonra tek yaşama sebebim, bir gün semih saygıner'i yenip, gözlerinin içine bakarak "senin yüzünden bir ömür kaybettim ama kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu artık sen de biliyorsun... bana yaşattıklarının bir tesellisi olmasa da en azından gözüm açık gitmeyeceğim." diyeceğim o anı görebilmek sadece.

    edit : semih saygıner'i itham eden bir başlık olabileceğini belirten bazı yazarlar olduğu için bir edit yapmak istedim. yazmış olduğum baştan sona absürd, eğlence amaçlı ve kurgusal entry'yi okuyup da bir tek uzaylılar tarafından kaçırılmamın eksik olduğu bu hikayenin gerçek olduğunu ve/veya semih saygıner'in böyle bir şeyi gerçekten yapmış olabileceğini düşünmek nasıl mümkün olabilir bilemiyorum. semih saygıner'i şahsen tanımıyorum ama türkiye'de bilardo ile ucundan kıyısından bile haşır neşir olmuş herkes gibi kendisini çok seven ve uzun zamandır takip eden biriyim.

    dediğim gibi kendisini şahsen tanımıyorum ama kendisini çok uzun zamandır takip eden biri olarak böyle bir şeyi ciddiye alacak ve/veya eğlence amaçlı yazılmış kurgusal bir hikayeden dolayı gücenecek veya kendisinin itham edildiğini düşünecek bir insan olduğunu sanmıyorum. lakin kendisinin bu eğlence amaçlı yazılmış kurgusal hikayeyle alakalı en ufak bir rahatsızlığı olması durumunda entry'mi seve seve silebilirim.
  • (bkz: işten çıkarken adama ingilizce am günü yağ)

    edit: entryi okumamıştım ve başlığı da anlamamıştım ama anladım şimdi. semih saygıner bunun bilardo hayatını bitirmiş. neyse açacağın başlığı si...

    edit2: entrymi favlayanların yarısı kadın düşmanı ve faşist. lan favlamayın cinsiyetçi faşistler.
  • seni hiç dinlemedim ama bence haksızsın ya.
  • üşenmemiş; paragraf paragraf entry girmiş. okuyanı sksnler.

    tanım: wooow çok şaşırdığım bir olay.
  • karbonmonoksit zehirlenmesi bu
  • hiç okumadım ama bence haklısın.
  • semih s. çekiç ve gül

    hikayesi.
  • öncesinde daha saçma yerler olsada dikkatini çekmek için bilardo masasına uzanan çıplak kadınlardan sonrasını okumadım.

    pezevenge bak wall street analisti sanki.
hesabın var mı? giriş yap