• içinde pek çok alt metin barındıran ancak özellikle ilk 30 dakikası klasik müziğe aşina olmayanlar için zor olan bir film. iki temel sorusu var bence.

    bir sanatçıyı verdiği/ürettiği eserler ile mi değerlendirmeliyiz yoksa özel yaşamıyla mı? çetrefilli bir soru bu. sanatçı, içine doğduğu ve havasında suyunda şekillendiği toplumdan ne kadar farklı aslında? türk sinemasının mihenk taşı filmlerine (bkz: sürü), (bkz: yol) imza atmış olan yılmaz güney'in özel yaşamı bizi onun filmlerinden uzaklaştırmalı mı? filmlerini izlemekten çoğunluğumuzun keyif aldığı kevin spacey ve woody allen' i ne yapacağız? fransız düşünür, oyun yazarı, şair, müzisyen ve aktivist jean genet'in kitaplarını , kendisi hırsız ve dolandırıcı olduğu için yakmalı mıyız? pek çok düşünürü etkilemiş olan arthur schopenhauer aslında bir kadın düşmanı ve genelev müdavimi midir? örnekler çoğaltılabilir. benim bu sorulara net bir cevabım yok. ama kurbanına geri dönüşsüz travmalar yaşatmaması koşuluyla, sanatçıyla özel yaşamını ayırt etmek tarafına daha yakınım; aksi takdirde okuyacak kitap, izlenecek film, dinlenecek müzik kalmayacak:))

    güç, her türlü iktidar, ego bize ne yapar? gücünün doruğundaki, alanındaki başarılarıyla otorite kabul edilen maestronun empatiden uzaklaşması, robotlaşması, sadece kendisini ve kariyerini düşünmesi, genç bir kızken onu müziğe yönelten ulvi duygulara körleşmesi ve kusursuz orkestra yöneten ancak güç zehirlenmesi yaşayan birine dönüşmesi yolculuğu cate blanchett'in kusursuz oyunculuğuyla anlatılıyor bize.

    filmle ilgili hem sevdiğim hem de eleştirdiğim bir nokta var. cinsel yönelimi ne olursa olsun ilişkilerde ezen-ezilen denklemine odaklanmış birisi olarak, filmin hikayesinin lezbiyen bir karakter üzerinden anlatılması bana hem güzel hem de biraz fırsatçı geldi. günümüzde, tüm dünyada verilen lgbt mücadelesini çok önemli ve anlamlı buluyorum. yok sayılan, görmezden gelinen, aşağılanan gayler, lezbiyenler, translar her yerde, rengarenk görünür olsun, bizleri utandırsın istiyorum. bununla birlikte şunu da çok gördüm: eşcinsellerin, zaten sürekli ötekileştirildikleri, ezildikleri için birbirleriyle olan ilişkilerinde çok daha eşitlikçi ve cinsiyetçilikten uzak durduklarını düşünürdüm önceden. ancak içlerine girdikçe, gözlemledikçe bazılarının ne kadar kıyıcı, sert ve tek tipleştirici olduğunu da gördüm. 'erkekleşmiş' bir lezbiyen, partnerini aynen heteroseksüel bir çiftin erkeğinin kadını ezdiği gibi ezebiliyor. filmde tam da böyle bir karakter var: erkekleşmiş, egosu tavan yapmış ve ezen. eşcinsel ilişkilerdeki bu yönü vurguladığı için çok beğendim bu seçimi. aynı zamanda da biraz fırsatçı buldum. elbette ezen, fırsatçı, tacizci, katil pek çok kadın da var dünyada ama istatiksel olarak erkekler hâlâ ezici bir üstünlüğe sahip. yani, yönetmenin böylesi bir hikayeyi lezbiyen bir karakter üzerinden anlatmayı seçmesinin nedeni ödülü garantilemek içinmiş gibi geldi bana.

    anlamadığım bazı kısımlar olsa da anladığım kadarıyla sevdim ben filmi.
  • üzerine düşündükçe, üstünden zaman geçtikçe daha çok sevilen, insanın zihnine dadanan filmler kategorisine ait tar. oldukça niche bir konuya, michael haneke tarzı soğuk bir yapıya sahip olmasına karşın ayrıntılarına gizlediği şeytanlarıyla olsun, cate blanchett'ın yeteneğinin bir damlasını dahi israf etmeden sonuna kadar kullanmasıyla olsun, geleneksel ve eylemsel anlatı yerine ruh hali ve atmosferden güç alarak hikayesini ilerletmesiyle olsun karşımızda son derece nitelikli bir film var. michelangelo antonioni'nin blow-up'ın da etkilerini hissetmek mümkün.

    kartlarını kapalı oynamayı seven filmlerin yarattığı gizem duygusu paha biçilemez, bunu bir de kusurlu bir kişiliğin analizi ile birlikte sununca seyirci için puzzleın parçalarını birleştirmek daha da keyifli hale geliyor. lydia'nın beş numaralı masöz ile göz göze gelip kustuğu sahne ile tüm film boyunca eksikliğini duyduğu mahler'in beşinci senfonisini çalma gayesi ya da kitaplığından mahler'in beş numaralı cildinin kayıp olması bir tesadüf mü? üvey kızının oyuncaklarını toplayıp saklandığı sahneden sonra, platonik aşık olduğu olga'nın peşinden benzeri ya da aynı bir oyuncak ayı ile koşması arasında bir anlam bütünlüğü yok mu?

    bu ve benzeri sorular bir yana, huzursuz bacak sendromlu, saç düzeltme tikli, kalemle oynama alışkanlığı olan karakterler de filme ayrı bir albeni katan detaylardan.
  • bu filmi tarif etmek istesem chatgpt'ye yazdırılmış gibi, sahtelikle gerçeğin güzel harmanlanmasına rağmen çok az farkla çizginin sahtelik tarafında kaldığı için çiğ bir senaryoya sahipken yaşayan en iyi kadın oyunculardan birinin* başrolünü üstlenmesi sayesinde izlenilebilir hale gelmiş derim.

    film iddia edildiği gibi bir sanat filmi değil; bir sanat ve onu icra edip yorumlayan zümre hakkında bir film. yani konu klasik müzik değil de bir yatırım bankasında dönen dolaplar da olsaydı verdiği mesaj pek değişmezdi.

    yönetmenin iletmek istediği mesajlardan birinin güç zehirlenmesinin insanları yozlaştırıp çirkin davranışlara iten asıl şey olması da hoşuma gitti. mezuniyet sonrası ilk işyerimde 28 kadın 4 erkeğin olduğu ortamda yapılan bana yapılan şakalar falan aklıma geldi de güldüm.

    elbette yaşadığımız dönemde herhangi bir ortamda güç sahiplerinin çoğunluğu erkek olduğu için bu tartışmanın ezilen kadın figürü üstünden dönmesi oldukça doğal ama film en azından izleyici kitlesinin farkında olduğu bu durumu tersinden yorumlayarak daha da sıkıcı olmaktan kurtulmuş.

    genel olarak izlediğiniz her şeyin az sonra ne göreceğinizi tahmin ettirmeye yönelik bir kurgusu var filmin. zaten böyle olmasa hiç takip edilemez bir hale düşerdi. yönetmenin bu kör göze parmak sokarcasına gösterdiği sahneler; cate blanchett'ın dakikalar süren nutukları lydia tar karakterinin donanımını cisimleştirmektense izleyeni takip eden sahneye hazırlamak için yaratılmış.

    zaten tar'ın nasıl bir donanımı olduğunu daha açılış sahnesinde uzun uzun dinlediğimiz özgeçmişinden öğreniyoruz.

    bu nedenle klasik müziğe pek aşina olmayan izleyici filmde oldukça sıkılacaktır. bu kitle için filmi daha az sıkıcı kılmanın en kolay yolu tar karakterinin nutuklarına takılmadan sahnedeki yardımcı unsur diğer karakterlerin kim olduğuna, sahne sonunda diğer karakterin ne yaşadığına bakıp geçmeleridir.
  • nasıl olsa beğeneceğim diyerek hevesle başına oturduğum ve daha ilk yarım saatinde sinirden çıldırıp laptop’ı ikiye yırtttığım bir seyir deneyimi yarattı. teşekkür ederim.

    bazen böyle oluyor işte; hikaye iyi, karakter iyi ama diyalog kötü. sadece kurgu bir karakter yaratmamışlar müzik dünyasını da baştan yaratmışlar çünkü böyle bir dünya yok. diyaloglar da inandırıcılığı iyice yok etmiş. dramaturjide her türden yazara sürekli hatırlattığımız temel diyalog kuralları çiğnenmiş. yani bu kadar kötü yazılır mı? yazan da çeken de sanatçı değil mi, bulamadınız mı danışmanlık alacak bir müzisyen? kimse uyarmadı mı bu seviyede profesyonel müzisyenler böyle embesil embesil diyaloglar kurmaz diye?

    mesela dünya üzerinde hangi orkestra şefi, julliard’da keman okumuş ve üstüne şeflik eğitimi alan bir müzisyene hiç bach çaldın mı diye sorar? yahu ben bile ilk bach’ımı 13-14 yaşında çaldım, böyle absürt soru mı olur? öğrenci diyalogu daha da güzel devam ettiriyor, çok güzel piyano çalıyorsunuz diyerek övüyor hocasını. orkestra şefini??? yani kifayetsiz kaldım yemin ediyorum, yapısal olarak parçalandım. niye böyle saçma sapan konuşuyorlar peki? bach’tan bahsedip sjw’lik yapacaklar çünkü.

    filmin en az yarım saati hikayeye hizmet etmeyen, gereksiz diyalog. at hepsini indir iki saate? ama iki saatten uzun olmayan filmle en iyi film oscar’ı alınmaz değil mi? neyse ben tüm diyalog yazarlarına şiddetle tavsiye ediyorum bu filmi. izleyin ve diyalog nasıl yazılmaz öğrenin.

    öğrenip de yine de böyle kötü diyalog yazsanız sorun olmaz gerçi. oscar adaylığınız garanti her türlü.
  • cate blanchett'ın çok fazla zorlanmadan oscar'ı alacağını düşündürten film. çünkü bu filmin çekimleri sırasında yeterince zorlanmış.

    filmle ilgili eleştiri noktası sıkıcı olması ama ben çok sıkılmadım müzikle pek de bir alakam olmamasına rağmen. blanchett, filmi tek başına taşıyor. başlardaki uzun ve teknik diyaloglar yüzünden filmi kapatmazsanız devamında rahatlıkla izleyebileceğiniz güzel, sakin bir film olmuş.

    7/10.

    --- spoiler ---

    filmde bahsi geçen marlon brando filmi apocalypse now.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    filmin sonundan başlayacak olursak, tayland'da gittiği masaj salonunda diğerlerinin aksine ana karakterin tam gözünün içine bakan 5 numaralı masörle tetiklenen lydia'nın kusması filmde aktarılan olayların ağırlığına verilen sağlıklı tepkidir (hayatına akordiyon çalıp komşularına sövüp sayarak da devam edebilirdi). film boyunca çalıştığı ve sonunda kaybettiği mayer'in 5. senfonisini anımsattı bu masör. daha öncesinde sağ eliyle manipüle ettiği/durdurabildiği zaman, yönettiği son orkestrada arkada görünen videolarla eşzamanlı gitmesini saylayan metronom kulaklıkla artık kontrolünden çıkmış, robot diye eleştirdiği cancel culture/sosyal medya toplumunda adeta bir robot olmuştur.
    filmde bir motif olarak labirent göze çarpar. ilk defa, uçakta açtığı vita sackville-west'in partnerinden ayrıldıktan sonra intiharla tehdit eden bir lezbiyen kadının konu edildiği challenge adlı kitabının ilk sayfasına film boyunca lydia ile romantik bir ilişkisi olup olmadığını anlayamadığımız ancak tarafından gönderildiğini anladığımız krista taylor tarafından çizilen labirent figürünü görürüz. sonrasında lydia, yanlış hatırlamıyorsam andris davis ile ettiği muhabbette shipibo-canibo kabilesinden bahseder. shipibo pattern denilen labirente benzeyen motifleri anımsatabilir bu muhabbet. son olarak da metronomun sesine kalktığında izlediğimiz sahnede görürüz bir labirent çizimi. krista ile tam olarak ne tür bir ilişkisi vardı net göremiyoruz ancak labirent göndermeleri bize yakın bir ilişkileri olduğunu ima ediyor.
    film boyunca lydia'nın sesler duyduğuna tanık olduk ve bunların gerçek olup olmadığını merak ettik. yine mi psikotik karakter diye sormadan edemedik. ancak yine davis ile ettiği bir muhabbette schopenhauer'in insanın kişiliğini ses hassasiyeti üzerinden değerlendirdiği anlatılıyor. (schopenhauer sese tahammülsüzlüğü yaratıcılık ve zeka ile ilişkinlendiriyor.) lydia'ya dönecek olursak, yatarken duyduğu alarm sesini komşunun lydia'yı yardıma çağırdığı sahnede tekrar duyuyoruz. ses onlardan geliyordur. ormandaki çığlık sesinin kaynağını göremiyoruz ancak filmde bazı sahnelerin rüya mı gerçek mi olduğundan da emin olamıyoruz. yani bana kalırsa duyduğu sesler halüsinatif değillerdi, kendisi en azından şizofreni değildi ki böyle olsaydı film çöp olurdu. yetti artık çünkü şizofreni plotları.

    dikkatle izlenmesi gereken, güzel bir film olduğunu düşünüyorum. izlerken elinde telefonla instagrama bakıp, yemek yenecek bir yapıda değil, olayların işlenişi ve akışı dolayısıyla takip etmek halihazırda zor. bir diğer kaydadeğer tarafı, eşcinsel baş-karakterin bu kez olaylarda mağdur dram objesi -en azından cinsel kimliği dolayısıyla- olmamasıdır -hatta zalim olabilir. elbette eşcinseller zorlu hayatlar yaşıyor, lydia ve partneri de açıldığından der spiegelvile birtakım takışmalar yaşanmış anladığımız kadarıyla ancak film bunu odağa koymamış. ana ya da yan karakterin lgbtq+ olduğu çoğu filmden odak olarak farklı oluşu önemli bir husus fikrimce. filmi tekrar izlemek gerekir daha net fikirler yürütmek için ancak film 2 saat 37 dakika... son olarak da cate blanchett'in oyunculuğu demek istiyorum.

    --- spoiler ---
  • ben filmi kadınların çok seveceğini düşünmüyorum, ama aksine doğru bir kadın karakteri çizilmiş. hepimiz hayatımızda kadın arkadaşlarımızdan, "kadınlardan nefret ediyorum, çok kötüler" şeklinde birçok kez bu lafı duyduk, ama bu arkadaşlarımız sosyal medyada en önce kadın haklarını savunanlar oluyor, orası ayrı bir konu.

    film, klasik müzik ve orkestra dinamiklerini bilenler için çok daha keyifli bir film, ama bilgi birikiminiz bu konuda sınırlı ise, filmden alacağınız zevk azalıyor. film; sosyal medya lincine, gücü elinde bulunanın uyguladığı mobbinge ve bunun gibi konulara da değiniyor. bence asıl sorguladığı konu, rezalet bir insan olmanızın sanatınızdan bağımsız değerlendirilebilir olup olmaması. bence filmin tamamı bu konuya odaklanmış ya da en azından benim için sorgulanması gereken buydu film sonunda.

    ayrıca, bir sahneyi gereksiz buldum veya anlamadım. eğitimli, akademisyen, birçok ödül almış bir kadın nasıl 8 mart'ın kadınlar günü olduğunu bilmiyor? ana karakterin aslında sandığımızdan ya da gösterilenden daha farklı olduğunu göstermek isteyebilirler, ama bence o sahne gerçeklikten çok uzaktı ve abartılıydı. cate abla iyi oynuyor, ama onun için izlenir.
  • cate ablamıza bu film oscar'ı verdi artık orası açık ve net. gelelim spoiler'a.

    --- spoiler ---

    türkiye'de de çok fazla tartışılan bir konu bir insanın sesi, yeteneği sanatından bağımsız değerlendirilmeli mi diye. lydia çok fazla obeseif bir karakter ancak bu tamamen aşırı zeki ve kibirli bir insan olmasından kaynaklanıyor. schopenhauer'in insanın kişiliğini ses hassasiyeti üzerinden değerlendirdiği sahne de bunu kanıtlıyor. bazı insanlar saat tıkırtısından, buzdolabı ve kombi sesinden bile rahatsız olur ve o küçük frekansı duyup uykuları heba olur. aslında bunun zekaya yansıması nedir bilemiyorum ancak bu zeka mı takıntı mı orası muallak. tinnitus'a yakalanmadan önce ben de öyleydim çünkü.

    krista taylor ve sosyal medya linci kariyerini alaşağı etti. sıfırdan başlaması da pek mümkün değil haliyle. aslında max gerizekalısına bach üzerinden verdiği tirad'da bence yüzde yüz haklıydı ama devir video editleme devri. haliyle kısa süreli bellek hastalığına tutulan, 2.20 dakikadan fazla bir şey izleyemeyen insanoğlu da açtı heştegi yumdu gözünü.

    valla ben gayet beğendim muhtemelen cate blanchett'da oscar'ı alacak. hak edilen bir ödül de. işin ucunda biraz da lgbt ve sjw sosu var. akademinin taptığı mevzular bunlar. hele bu konular yüzünden toplumdan dışlanmış bir mevzuysa sadece oscar heykelciği değil kupa, bardak, çaydanlık ne varsa alır cate ablamız. bundan bağımsız söylüyorum oyunculuğu tek kelimeyle şahane. rolüne baya iyi hazırlanmış.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    cate blanchett'in kusursuz performansı en sevdiğim yanı oldu filmin.

    bunun dışında pek bana göre değildi. bu performans daha fazla ikili ve özel diyalogla karşımıza çıksa bu film çok daha farklı olabilirdi.

    filmde diğer dikkatimi çeken şey ise mekanların dili. biçim olarak harika olmuş. her evin, alanın, odanmın kendine ait dili var harika bir dekor oluşturmuşlar. hiçbirinin tesadüf olduğunu sanmıyorum mimari seçimlerin.

    --- spoiler ---
  • iki meme görürüz diye geldik lakin olmadı.

    --- spoiler ---

    homeland'deki alman ajanı gördüğüme sevindim.
    bence film cinsiyet fark etmeksizin, mutlak güce sahip herkesin bunu suistimal edeceğini gösteriyor. tar, belki yatağa atarım düşüncesiyle koskoca berlin filarmoninin ayarları ile oynuyor. ama aynı zamanda, geçmişte aynı haltı yiyen yöneticiye bir şey olmaması da ilginç. (andre miydi neydi)
    kırmızı çantalı kadını öpmüş bu arada.
    abla da uçana kaçana maşallah. demek ki bu konuda pek farkımız yok.*

    --- spoiler ---

    değişik bir film. izleyin bence.
hesabın var mı? giriş yap