• ne yapacağını bilmeyen, kendini bulamayan bir insanın filmi. toplum baskısı sebebiyle (evet iskandinavlarda bile) "verdens verste menneske" olan bir insan. bence değil.

    prolog, 12 parça, epilog. karakteri yeterince tanıyamıyoruz. yaşadığı değişimleri görebilirken, anlamlandıramadım. bir giriş-gelişme-sonuç var, ancak sonuç yeterince kuvvetli değil, vurucu bir parçası y-o-k. tekdüze ilerliyor, "climax, tepe noktası" yok. bu kötü bir şey mi? bana göre öyle, başka insanları bilemem.

    bu arada, kadın gerçekten mükemmel oynamış. o herifle tanıştığı akşam, kadının bir gülüşü var, gözleri gülüyor gerçekten. (buraya hemen jest oldu yapıştıralım.)

    julie'i oynayan kadını çok zarif buluyordum, niye buluyorum anlayamamıştım, "zayıf işte", ondandır diye düşündüm ama, kadın 1.78 boyunda, zariflik aaaaaaaaaaaaa.

    her neyse ya, ben filmi çok sevdim. beyoğlunda izledim bunu, sarhoş olmuşum gibi oldu, beyoğlunda yürürken pıt pıt ağladım, ben böyle filmlerden çok etkileniyorum, gözlerinin içi gülüyordu kadının ya, gözlerinin içi? kurgu falan ama gerçekten çok etkiliyor.

    --- spoiler ---

    kadın kötü biri de değil yani? değil işte. yeni tanıştığı kişiyle olmak istediğine karar verdiği gün(günün ertesi de olabilir, anlayamadım) gidip ayrılıyor adamdan. bu mu şimdi kötülük? türkiyede ne yapıyorlar çok iyi biliyorsunuz, aylarca aldatıp, ikili oynayıp sonra, terkediyorlar. tabi "erkek" denen, hemcinslerim de "kötü" bulur julie'i. bulmaz mı hiç, sonuçta, deli gibi seven "aksell" dururken, başka herif buluyor, "aaa, vay alçak"
    --- spoiler ---
  • joachim trier ve eskil vogt’un bir kez daha izleyiciye hayvanlar gibi tokat attığı son filmi. özellikle sinemada seyredilmesi şiddetle tavsiye edilir.
  • kanyon cinemaximum arthouse'da 16tlye izlenebilecek joachim trier filmi. bu entry de yarin bu filmi görme motivasyonum olsun sözlük.
  • çoğu şeyin yolunda gitmeyeceğini kadife gibi anlatan film. huzursuzluğun tatlı renk tonlu hali.
  • oslo, 31. august'u izlediğimde yönetmene ve başrolü olan, anders danielsen lie'a hayran kalmıştım. ama bu filmi izledikten sonra, joachim trier'in bir the office karakteri olsa, şu sözü mutlaka söylemiş olacağını düşünüyorum,

    (bkz: spoiler)

    ıf ı had a gun with two bullets, and ı was in a room with hitler, bin-laden, and anders danielsen lie, ı would shoot anders twice.

    (bkz: spoiler)
  • (bkz: spoiler)
    hayatın ve aşkın çok da mata bir şey olmadıgını anlatan bir film
    kız ilk once tıp a baslıyor sonra psikoloije geçiyor sonra fotoğrafçılığa
    aha sonra bir karikatüriste ask oluyor sonra baska birine geciyor o arada cocuk yapma ile ilgi kaygıları da var ama bir turlu mutluluğu bulamıyor gunumuz insanı gibi biraz maymun iştahlı
    biraz fazla gercekçi karamsar karalık feminist bir film
    sonunda anlamı sanatta ve fotoğrafçılıkta buluyor
    wikipedia sayfasında daha detaylı ozetini bulabilirsiniz in en
    (bkz: spoiler)
  • dün gece sinemada izleme fırsatım oldu. öncelikle söylemem gereken şey julie'in son derece bencil bir karakter olması. hayattan beklentiler belirli süreç ve şartlarda değişebilir, bunu julie'nin okuduğu bölümler arasında yaşadığı geçişler ve ulaştığı nihai sonuçta görebiliyoruz. buraya kadar sıkıntı yok ama birlikte olduğu insanlara karşı son derece bencil bir yaklaşım sergilemesi beni açmadı. filmin ilk bölümü bir woody allen filmi açılışı gibiydi, bu yönü hoşuma gitti.

    --- spoiler ---
    kendime en yakın bulduğum karakter aksel'den devam edelim. aksel, julie'e daha birlikte oldukları gecenin sabahında, aralarındaki yaş farkından hayattan beklenti ve çizilecek rota farklarından bahsederek bu olayın hiç ilişkiye dönmemesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etti. ancak julie bu tavra aşık oldu ve aksel ile birlikte yaşamaya başladı. entellektüel anlamda kendisinden daha üst bir konumda ifade edilen aksel'in beraberinde son derece cinsiyetçi bir çizgi roman karakterine hayat vermesi oldukça güzel bir tezat. nitekim aksel ile çeşitli ortamlarda, eğitim ve iş hayatı sebebiyle ezilmeye başlayan julie, nihayetinde kendisi ile benzer bir mesleğe sahip eivind ile aksel'i aldattı ancak bu ilişkisine devam etmesine engel olmadı. taki eivind ile tekrar karşılaşına kadar, aksel'in düzenli bir hayat arzusuna sahip olması çocuk beklentisi ve aralarındaki yaş farkını (hayattan beklenti) öne sürerek aksel'i terk etti. işte bu süreçte alınan tüm kararlar bencilceydi çünkü aksel daha ilişkiye başlamadan kaygılarını açık bir şekilde julie'e ifade etmişti?

    beni en çok etkileyen kısım artık ölüme hızlı adımlar ile ilerleyen kanser hastası aksel'in julie ile hastane bahçesinde yaptığı konuşmaydı: ''ben eserlerim ile yaşamak istemiyorum, evimde yaşamak istiyorum... seninle'' yine objeler üzerinden hayatı anlamlandırma diyalogları muhteşemdi. ancak ölüm bilinci karşısında her şeyin anlamını yitirmesi ve tek gerçeğin hayata devam edebilme arzusu olması son derece iç karartıcı.
    julie bencilliğini yine burada gösterdi ve her çocuk istediği zaman reddettiği aksel'e hamile olduğunu söyledi. aksel, yaşamının son dönemecinde olsa bile yine son derece ılımlı ve yapıcı bir yaklaşım sergiledi.
    julie her zaman bir kaçış arıyor gibi geldi bana hiçbir zaman bir işi tamamlamayıp bununla ilgili konuşulmasından da zerre haz etmeyen.

    son olarak eivind'in çöpte julie'nin kaleme aldığı bir metni bulup onu övmesi sonrası yaşanan diyalog son derece ilginçti. kendi çapında olumlu değerlendirmeler yapan eivind'e, julie'nin yaklaşımı hayatında en son hangi kitabı okudun? birden okumaya merak mı sardın? ve sen benim kişisel çöpümü nasıl karıştırsın minvalinde söylemler oldu. ve sonucunda eivind'in garsonluk yapmasına gönderme yaparak onu aşağıladı. benzer bir karşılaştırma için julie, aksel ile birlikteyken bir metin kaleme aldığında ilk iş aksel'e okutarak ondan onay aldıktan sonra çevresine gönderme yolunu seçmesiydi.
    işte burada julie'nin yaklaşımı iki yüzlülük içeriyor çünkü aksel'i entelektüel olarak üstün görürken aksel'in çevresini oluşturan benzer entelektüel seviyeye sahip arkadaşlarının kendisine hayat ve işi hakkında sorular sormasından son derece rahatsızdı. kitapçıda çalışırkan aksel tarafından bir kere bile eleştirilmeyen hatta her giriştiği işte desteklenen bir julie var karşımızda. ancak kendisinden aşağı gördüğü, yazısını okutmaya bile layık görmediği eivind'i icra ettiği meslek ve entellektüel seviyesi üzerinden kolaysa yargılayıp eleştirebiliyor.
    --- spoiler ---

    nihayetinde fotoğraf sanatçısı olan julie'nin hayatında ne kendisine fazlasıyla değer veren o onunla bir gelecek planlayan entellektüel aksel, ne de entellektüel anlamda kendini geliştirememiş bir garson olan eivind vardır. tabi burada asıl öznemiz julie ama ben yukarıda ifade ettiğim üzere onun yaşadığı dönüşüm ve vardığı yerden çok bu süreç boyunca insanlara yaklaşımına takıldım.

    7/10
  • vogt ve trier'in klişe manic pixie dream girl tiplemesini karaktere dönüştürüp ameliyat masasına yatırmışcasına içini açıp, parça parça incelediği film.

    filmin odak noktası (ana karakterin etrafından çok ayrılmassak), birey mutluluğa nasıl ulaşır aslında. faydacı bir şekilde emeğinin peşinden koşarak mı? devamlı analitik düşünüp neden-sonuç çevresinden hayatı okuyarak mı? yoksa sadece hislere güvenerek, mazrufa değil zarfa bakarak mı? prolog bölümündeki meslek/okul değiştirmeler bence tamamen buna yönelik bir içbakışın ürünü.

    julie ne feromonların(ter koklama vs.) peşinden primitif bir yerden "aşkın" peşinden giderek mutlu olabiliyor (tabii burada partnerini kendinden aşağı görmesi de etkin) ne de mantığın ön planda olduğu "sevginin ve sadakatin" tek düze ve değersiz hissettiren alanında kalarak mutlu oluyor.

    erişkin bir birey olmanın sıkışmışlığını, aileden size kalan bagajları önemsiz addetseniz de sizi değersiz hissettirdiğini çok intim bir yerden anlatıyor.

    yalnız woke ve redpillci gerzeklere çok fazla malzeme var filmde. film bu tiplere özel parantez açıyor. umarım saçma sapan linçler yemezler.
  • bugün izlediğim ve bayıldığım bir trier filmi. bir kaç gün önce eylemsizlik noktamı dinleyip oslo 31. august izlemiştim, bu yüzden bu filmi izlerken sık sık aklimdan oslo kıyaslaması yaptım.

    bu filmi, oslo'ya göre daha az melankolik bir film. ana planda yer alan aşk, monotonluk ve aldatma mottolari çok olgunca işlenmiş. abartıya kaçmadan dümdüz bir film olmuş kısacası. ki bu tip dümdüz filmleri çekmek bana göre çok zor iştir.

    filmi izlerken kendimi aksel yerine koyma hatası yaptım. belki bu yüzdendir bilmem, filmi aksel ile birlikte yaşadım diyebilirim. bu yanlış empati yüzünden filmin özellikle sonlarına doğru ölüm korkusu ile karışık bir melankoli halı oturdu.

    işin özü, boyle abartısız filmler izlemeyi özleyen bana ilaç gibi geldi. teşekkürler trier kipss
  • ben gişede sıra beklerken bana yaklaşıp hangi filme bilet almak istediğimi sorduktan sonra fazladan bileti olduğunu ve bana verebileceğini söyleyen kadına şaşkınlıktan teşekkür veya biletin ücretini teklif bile edemeden salona girip izlediğim film.`:neredeyse orhan pamuk'un cümleleri kadar uzun cümle`
hesabın var mı? giriş yap