44 entry daha
  • ah benim dertli başımın, şu kahrolmayası hayatımın bitmek bilmez takıntısı
    olmazsa olmazı, nefes alıp verişimin en az sevgili kolunda mışıl mışıl uyuma kadar narin ve çocuksu kıpraşmalarımın, banane banane serzenişlerimin, hayata sıkı sıkıya tutunma ve kimi zaman tam tersi şekilde kahredişlerimin o gulyabanisi; mısır - yunan ve roma kültürlerinin mythos- epos ve logos süreçleri; işte ben gelmişim yakınlarıma, uğramışım vcd satan dükkana, birazcık kafam dağılsın istiyorum; projeksiyon sistemi var elimde , filmleri karıştırıyorum, kafamı dağıtacağım güya; işte onca film arasından bu filmi çekip çıkarıyorum; kendime bakıyorum; filmlere bakıyorum, satıcıya bakıyorum, benim bakışlarım meşhurdur, dik ve düşünürcesine; "hm" dercesine, ama yok almıyayım diyorum; bu seferlik karşıma çıkan bu hayatımın çok ama çok büyük bir bölümünü kaplayan bu sebebime yönelik bir aksiyona bir seferlik de olsa sırt çevireyim, gideyim alakasız, kafamı dağıtacak bambaşka bir yapım alayım diyorum; yok abi dayanamıyorum, nasıl dayanabilirim, new york 2059 ve tepede mısır piramidi, ve kültürüne dair övücü ve merakta bırakıcı sözler ve bir kadın. nasıl sırtımı çevirebilirim bu filme? heleki bu dönemde; sözlükte mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci ne dair klavye vuruşları gerçekleştirmekteyim; nasıl bu filme yokmuş gibi davranabilirim? davranmadım, aldım. kafamı dinlemeyi değil, tatili değil de rutin kaygı, merak, ilgi ne derseniz deyin, ben sebebim diyorum, ben zaten hayran olduğum bu dehlizi tercih ediyorum; ettim zaten.

    horus 'u görmek heyecan verici. eski bir dostla karşılaşır gibi; zira en sonstargate 'de bir avuç amerikan askerini, genelkurmaydan izinli ve bilgili şekilde, geçmişe yollamış, ve "dünyayı ben kurdum, insanlığı ben eğittim, o halde yok etmek de bana düşer, ediyorum." yargısına varmış dış dünyadan bu dünyamızı meydana getirmiş kudretle savaştırmıştık. elde ettiğimiz veriler iç karartıcıydı; zira alien vs predator diye bambaşka bir yaratı ve çarpışma hikayesi de mevcuttu; avcı-av arasında insana biçilen ^^avı taşıma/neden olma^^ görevini bile insan ile predator yani ona bina yapmasını öğreten kudret arasındaki diyalogda biraz harcadık gibime geliyor; zira duygusal yakınlaşma ve insanın da avcılaşması bir kenara, tanri varsa niye bu kadar aci var soylemi/@jimi the kewl entirimde de belirttiğim gibi; iyi insanın tanrıyla olan arkadaşlığı, benzerliği, akrabalığı (hatta baba-oğul ilişkisi) beynimi kemirmekteydi. stoacı seneca “niçin iyilerin başına kötü şeyler gelir?” sorusuyla meşgulken, aslında başka başka sorunsallara da pencereler açtı zihnimde, o entiri biraz da benim kendimi sorgulamamla alaklıydı, zira o entirinin bir yerinde ‘son zamanda başıma geldiğinden..’ gibi bir ifade kullanmıştım, yani şahsi kaygılarım veyahut mut’ eksikliğimle alakalı belki de tatmin entirisiydi; “ben de iyiyim bana göre, ben de çektim bu hayattan var mı ötesi?” demeye getiriyordum belki, ne bileyim ben, ben hayatımın tam merkezinde olduğumdan, ya da öyle olduğunu zannettiğimden aslında nerede olduğuma dair realist önermeler de bulunamıyorum, belki dış kritiklere ihtiyacım var, ki bu yaşıma kadar pek kale de almadım bunları. neyse filme dönelim;

    demek istediğim tanrı-insan karşılaşması hadisesinin hem de enki bilal ‘in o muhteşem kaotik sanatında (bazıları eften püften, abuk sabuk uyduruk, rüyasında gördüğünü filmleştiren, kurgu haline getirenlere fantastik sinemanın oy oy ne payelerini vermekte.. kral mı yapmadılar, üstad mı yapmadılar hatta david lynch ‘le mi karşılaştırmadılar, bakın isim vermiyorum; bu da benim lütfum olsun onlara, ha bir gün isim vermeden, hani ben nasıl gerçekte nerede olduğumu bilemeyebilirim ya, o ismin ve etrafında kümelenen rüya kurgucularının –herkes rüya görüyor be kardeşim; kattığın ne?- ne mal evet evet mal olduklarını belirtemediğim bir metinde isim verebilirim, mecbur kalmadıkça isim vermiyeceğim bu örnekte, bu da benim özel sebebim, kimse sormasın, kimdir, nedir, niçin, ne gibi diye..) böylesi çizilmesi beni nasıl da heyecanlandırdı bir bilseniz; horus yahu, gökteki tanrı, şu bizim zeus var ya bizim diyorum; her ne kadar apollon’la hemşeri idiysek de; yunan’ın zeus’u ve roma’nın iuppiter ‘i aslında bizim tarihimizdedir; bir şekilde uzak kaldık; yahu doğu batı diye ayırın, gerçi size bir şey kalmamış, ayıran ayırmış, şunlar doğu bunlar batı deyivermişler, çanakkale’de, troia’da akhalar ile troyalılar karşılaştığı vakit bu doğu batı ayrımı ve biz doğuluların nasıl da batı kült ve kutsilikleriyle iç içe olduğumuz iyi anlaşılır; açalım bakalım homeros’a, hesiodos’a daha sonradan da vergilius’a bu saydığım ozanlar buralıdır, anadolu’dan çizme’ye uzanan bir coğrafya bizimdir üstadlar; biz kimiz üzerine uzun uzun konuşabiliriz; biz kanı sıcak insanlar, hah kahrolası denize girme ritüelinden ibaret sanılan turizm; son 20 yılda “biz akdenizliyiz” diye bir şey türetiverdiler, bin senelik kültür mirasına sırtını dayamazsın, hayatın i.s. 500 lerde başladığını sanırsın, ama yok turizm gelirlerini kale alırsın, al tabi, 2 bin yıllık edebiyatın, arkeolojinin, kültür alışverişlerinin bangır bangır söylediği ege ve akdenizliliğimiz, ortak kültür mirasına sahiplenme gerekliliğimizi bir kenara koyarsın; bin dolar iki bin dolar için akdenizliyiz dersin, neyse sevineyim ben; sonuçta öyle ya da böyle diyoruz ya; biz egeliyiz, akdenizliyiz! pragmaya bakayım ben de; problem çözüldü ya , nasıl çözüldüğü mühim değil. gerçi çerden çöpten yapılan, kağıt evler ne kadar dayanıklı olur, göreceğiz, görmekteyiz zaten. hala birileri batıdan yardım alarak islam devrimi peşinde koşmaya devam etsin, biz egeliyiz, akdenizliyiz! konudan ara ara sapıyorum; bu konuda o kadar çok şey söylemek istiyorum ki; barış manço gibi hızlı hızlı derli toplu konuşma ve yazma yeteneğim olmadığından, böyle “neyse hadi filme dönelim” tarzında ara başlıklarla dolduruyorum entirilerimi; neyse hadi filme dönelim;

    filmin belli yerlerindeki; ana dilde (mısırca olabilir; bilgilendiriniz.) konuşmalar müthiş; bir diğer eski dost anubis ‘le karşılaşmaksa ayrı bir keyif olmaz olur mu, aynen öyle. hatta daha filmin başında “evrende yalnız değil miyiz?” sorusunun ironik bir şekilde seçim kampanyasında dile getirilmesi de geçmiş (tanrının evreni yaratması) şimdi (2059) gelecek (tanrının ölümsüzlük için geri döndüğü kısa vaktini harcayıp tekrar döneceği zaman dilimi) arasında müthiş bağı simgeliyor, sembollüyor. tam arada, zaman dilimlerinin tam arasında ayırgaç ve bağlaç görevi görüyor bu soru. zaten 2059 ‘da kobay olarak hayvanları değil de insanı, ya da insan zannedilen bir varlığı (!) kullanma zorunluluğu çok feci bir detay olarak gözümüze gözümüze çarpmakta.jill ‘in canı diyor ki; “insan organları, insanlar doğru yerde mi? kime göre doğru?” gerçekten de kobay kadın; kime göre kobay, kime göre tanrılara güç veren şey! bu sorun’lar aslında jill ‘in yapısından çıkıp evren sorgusunda kullanılmalılar; en ilkelden başlayalım ; jill of the jungle benzerliğinden, hatta ne farkı var o aptal oyundaki jill ‘den bu filmdeki pepsi blue tadındaki jill ‘in? aslında insan olmayan, insanları yaratan tanrıların ölümsüzlük iksiri olan bir varlık, insanlar içinde insan tiplerine uygunmuşçasına kobay olarak deneniyor! trajediye bakar mısınız. filmde de geçtiği gibi konuşayım; yunan trajedilerindeki gibi taşlar yerine oturuyor mu? bence cevabı yine can veriyor;

    ben kendi kalbimin vampiriyim.”

    ha filmin iğreti duran kısımları yok mu, vardır mutlaka naçizane bir örnekle taçlandıayım; koskoca horus, zaman diliminden bahsederken “isa mesih” ifadesini kullanıyor; yani? öyle bir çelişki ki; neresinden tutsanız anlamsız, fazla şey söylemek istemiyorum sadece; şu horus’la insan arasındaki diyaloga göz atalım yeter ki bu da başka bir yamukluk;

    horus: tanrı’ya inanıyor musun?
    insan: ?
    horus: inanmanı öneririm.

    zaten bu diyaloğun gelişmesi ve geçmesi üzerine çok konuşuruz da, o göktanrının insanı seçme sebepleri; zarifünlüdevrimci olması değil miydi? yani tam da horus’tan beklenen yıkıcı/yapıcı aksiyon bu olabilir; tarihleme konusunda isa mesih süzgecini kulanmak! dedim ya tutamıyorum herhangi bir ucundan!

    bastet ve anubis ne güzel de 7 günü geçirdiler, horus’u beklerken. satranç oynadılar, iskambil oynadılar; efendi efendi beklediler; pek görkemliydi efendim; nedense içime hep huzur dolu onlar her göründüklerinde; bastet ‘i kedisever izleyicilere, anubis’i de köpekseverlere öneririm, eğer internette bir nick arayan varsa şöyle en afilisinden.. işte bu kadar basit afili olmak; tıpkı tanrının, insan olmaktan korkan bir varlkla olan sevişmesi sonunda kollarını başının arkasına alıp düşünmesi gibi, o da pek etkileyici bir kareydi, düşünsenize pepsi blue kadını, tanrıya ölümsüzlüğünü veren şey aslında; hatta bu pepsi blue kadını, insanlık karşısında bir iki yerde mavi gözyaşı döküyor çok açık, olamıyor, olmak ister miydi, onu bile bilmiyor, tanrıya ölümsüzlüğü verirken, kendisi ölümlü olamıyor, olmaktan da korkuyor. ne kadar ilginç değil mi? bu bile bana eternal sunshine of the spotless mind ‘deki hafızanın silinmesi hadisesinden daha kompleks ve samimi gelmekte. yahu pepsi blue kadınının kafası tazeleniyor, ve adam yani ciddi ciddi insan olan adam, o insan olmaktan korkan varlığa sen diyor, insanlık karşısında gözyaşı dökmüş kadına sen demenin ağırlığını düşünmek gerekir, ayrıca kadının hafızası sürekli tazelendi, sürekli silindi yeniden yazıldı, ambale bir beyin değil de hırpalanmış bir bellekten söz ediyoruz, ama korku sabit sonunda ulaştığı dinginlik dışında.
    bir de şu husus var; adam ile bu ne idüğü belirsiz kadın arasındaki aşk aslında tanrının varlığa tecavüzü; buraya kadar tamam ama, bu varlık bunu sorgulamaya kalkıyor; “sen benimle seviştin ve eğer içindeki o hayvani güç istenci meraklısı tanrı olmasaydı aşık olur muydun?” diye soruyor, az evvel adını andığım jim carrey filmindeki “o his yine kalır mıydı/oluşur muydu?” sorusundan daha ağır bir soru tam bu noktada gelmekte; hem de filmde bir anafor söz konusu; shakespeare ‘in şu meşhur “olmak ya da olmamak” ikileminin olmazsa olmazı kafatasını elinde tutuyor kadın. can’ıyla arasında şöyle bir diyalog gelişiyor, trajediye bakın;

    -aşk dünyada çok farklı algılanır.
    +ne yapmalıyım?
    -ağla.

    can’ın önerisi basit ve sade, zaten insanlık karşısında sürekli ağlayan bu kadın karakteri, filmin bir yerinde içine yerleşmiş tanrıyı yumruklayan adamla aşk yaşayamıyor, ağlayabiliyor doya doya, sebep belli; dünyada aşk farklı bir şeydir.

    insan yiyen katil avcının, horus karşısındaki ezilmişliği, bu ne idüğü belirsiz dişi varlığın pepsi blue gözyaşları, mavi muammer tandansı ve titus maviliğindeki isyanı filmin bende hissettirdiği diğer unsurlardır; oysa entiriyi böylesine salak bir sonla tamamlamak istemezdim; ama ne yapayım; filmde geçen; “eğer mecbur kalmasaydın, beni yine unutur muydun?” sorusu o kadar içimi burktu ki; diğer trajik vakaları ve anımsattıklarını, eğer hikayenin devamı getirilirse, kurgulanırsa, beyaz perdede (yok be kardeşim; vcd’de) izlediğim vakte saklamayı düşündüm ve saçmalayarak bitirmek istedim.

    zen kalın!
10 entry daha
hesabın var mı? giriş yap