*

  • - bana du$lerini anlat.
    - buyrun dvd/vcd/mpg odama gecelim...
  • --- spoiler ---
    kitabın sonuna kadar parça parça hikayeler, yeni yeni kahramanlar okuyormuşum gibi gelmişti. sonunda göt olmuştuk tabi ben ve diğer kişiliklerim.* kişilikler arası çatışmalar nefisti. birbiriyle dost veya düşman olan kişilikler, birbirini tamamen reddeden, yok sayan, tanışmayan kişilikler.beyninde kişilikleri tartışan, kavga eden, birbirini ağlatan eleştiren, barışan sevişen acınası kadın ashley. aslında bir nevi bol kişilik ashley...
    --- spoiler ---
  • bir sıdney sheldon kitabı.kitabın arkasında şöyle yazıyor:
    onu izleyen biri vardı.bazı sapıkların insanları takip ettiklerini bir yerde okumuştu.ama o sapıklar şidddet dolu başka bir dünyaya aitti.kendisini kimin takip ettiğini ve neden kötülük yapmak istediğini bilmiyordu.paniğe kapılmamamak için ümitsizce çırpınıyordu.fakat son zamanlarda karabasanlar uykularını bölüyor ve her sabah felaketin yaklaştığını hissederek uyanıyordu.
    dahasını anlatmayalım da spoiler olmasın.
    enteresan bir kitap velhasıl.bir çırpıda okunanlardan.
  • - bana düşlerini anlat.
    + hay hay, başlıyorum o halde...

    '' seni hayal ediyorum, dokunuşlarını, değişini parmak uçlarının kalbime, bakışarak sevişlerimizi, susarak özleyişlerimizi, geçmişte var olan herşeyin bugün hayal olmadığını düşlüyorum,

    inanır mısın bana ama herkesin sen olmadığını düşlüyorum,

    çok sevmiştim seni be, neden hala dökülüyor senin için gözyaşlarım, artık unuttuğumu düşlüyorum bazen, unutmaktan ve unutulmaktan delicesine korksam da,

    beni aradığını hayal ediyorum, ' yanındayım herşeye rağmen' dediğini ama böyle bir aşk yok dimi,
    işte böyle bir aşk olduğunu hayal ediyorum ben *

    mutluluğu kim istemez ki, mutsuzluğa da var mısın? * demiştin ilk gün bana, bu lafı hiç etmediğini düşlüyorum ben, o zaman daha az acıyor canım, mutsuzlukta çekip gidişin karşısında..

    seni hiç üzmediğimi hayal ediyorum, vicdandan nefret ettiğim için, suçluluk duygusundan kendimi yiyip bitirdiğim için. oysa ne yapsam gidecektin sen.

    seni düşlüyorum, sendeki beni, bendeki seni..

    artık senin dışında birşeyler hayal ettiğimi hayal ediyorum

    ve ben neyi hayal ediyorum biliyor musun? ilişme işte bana, kızma sakın, yine zehir zemberek bir mail atma, düşlerimi anlatıyorum işte sana, beni hala sevdiğini, özlediğini...

    muhakkak ki yıkılacak biliyorum ama hayal bu ya; ben hayallerimin yıkılmadığını düşlüyorum en çok... ''
  • bir sevgili sözüydü. bir zamanlar balkonda salıncakta sallanırken, kafasını usulca omzuna yaslamışken, hafiften ürperirken, mırıldanarak söyledi. henüz klişe nedir bilmediğin yıllardı. sonraları çok kadın, çok göz yaşları bırakacaktı o omuza, bilmiyordun. o zamanlar belki sen de kendini romantik akımlara fazla kaptırmıştın. bir insanın nihai yalnızlığının düşlerinde vücut bulduğunu, en derin yaralarının düşlerinde açığa çıktığını, kısacası bir insanın düşlerinde başlayıp düşlerinde bittiğini henüz fark etmemiştin.

    uzaklara dalıp giderek cevap verdin. uzaklara dalıp gitmek o zamanlar sana havalı gelirdi. hayatın anlamını kavramış gibi, tüm varoluşsal sorunları çözmüş gibi bir hisse kapılırdın. yanı başında dönüp duran dünyadan kopmuş gibi, uzaklarda seni çağıran bir şeyler varmış gibi düşünürdün, düşlerdin, düşerdin. yanındaki kadın hayatının sonuna kadar yanında olacakmış gibi hissediyordun. o zamanlar daha 'hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu; bütün yakınlaşmaların, bütün birleşmelerin yalancı olduğunu; insanların ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabileceklerini' okumamıştın. ve cevap verdin:

    "
    böyle son derece minimal bir evim olsun istiyorum. şehrin merkezinde, belki de tam orta yerinde. ama büyük bir balkonu olsun, bir salıncak koyabilecek kadar, ayağımı salladığımda gökdelenleri devirecek kadar bir düş genliğim olsun. her gece şehrin ışıklarına bakmak istiyorum. güneşin doğuşunu selamlamak, sonra usulca yatağıma kıvrılmak istiyorum.

    sonra bir de bobtail'im. onunla saatlerce koşturmak, tüylerini taramak, o upuzun tüylerini kafasının üzerinde toplayıp toka takmak istiyorum. yağmurlu bir günde, sırılsıklam olmuş tüylerini bir sağa bir sola savurarak suratıma sularını sıçratsın istiyorum. hatta adı da mercan olsun. alakasız belki, biliyorum. ama mercan olsun.

    evimin her tarafına dev iskambil kağıtları asmak istiyorum. özellikle yatağımın baş ucuna kupa kızı'nı. 'ben kupa kızı değilim' diyeceksin. ben de sinek valesi sayılmam zaten. hem ne önemi var canım. sadece, kupa kızını seviyorum. bir de salonun duvarında kocaman bir maça ası. sonra çalışma odamın duvarında, masamın hemen karşısında da karo papazı. belki bir de mutfakta, sinek yedili. yedi ölümcül günah ve oburluğa atfen; ha-ha-ha. hem belki kilo da veririz, ne dersin.

    ama evimde tablo olsun istemiyorum. sanat akımları çatıdan akıp geçsinler, evimin salonuna, odalarına sızmasınlar. kafam karışır sonra. düşünsene, duvarında 'nereden geliyoruz? neyiz? nereye gidiyoruz?' diye bir tablo olsa, insan sürekli hayatı sorgulamaz mı.
    hem sonra sonumuz paul gauguin'e benzerse ne olacak. kendi huzursuzluğunu, terk edişlerini, resim ettiklerini biz de yaşarsak ne olacak. hem, bu topraklarda ressam falan denince akla pek hoş isimler de gelmez.

    ayrıca evimde kitaplık da olmasın. ne amaçsız şeylerdir kitaplar. okudukça nereye gider. mesela sakıncalı piyade okursak anti militarist falan olur muyuz acaba. sonra insanları askerlikten soğutmak suç değil mi bu topraklarda. zaten, zavallı şeytan bize ne verebilir ki. zaten yazar dediklerinin çoğu epilepsi hastası değil mi. hem ben korkarım, sonra onlar gibi budala olursak diye. kim bilir, belki ötekileşir, belki yaşamın ucuna yolculuk yapar, en sonunda da tutunamaz ve evde kendimizi korkuyu beklerken falan buluruz. hem zaten delikanlı adam, beyaz manto da giymez. yok yok, en iyisi kitap falan hiç olmasın. çünkü bir gün onları yakmak gerekirse, benim de içim yanar.

    bir tek dört kutsal kitap olsun evimde. duvara onları da asarım. hem o zaman kendimi özel de hissederim. ne de olsa, 'tanrı beni seviyor' derim. o zaman zaten ne ölümün kaçınılmazlığı dert olur, ne de kendi hayatımızı kendimizin belirlemek zorunda olması omuzlarmıza gereksiz bir ağırlık yükler.

    bir de hastanelerdeki hemşire portresi olsun salonun duvarında. müziği son ses açarak dinleriz. kuralları çiğnediğimize inanırız, düzene karşı geldik deriz kendi kendimize. kendi dört duvarımız arasında aktivist takılırız işte. böylece kan alırken bizi adam yerine koymayan hemşirelerden de intikam almış oluruz. 'işte' deriz, 'sizin bütün güçlerinizi yok sayıyoruz'. o zaman hemşirelerden de korkmayız değil mi.

    bir de yatak odasında, bir çekmecede duran yüzlerce kol saatim olsun. her birisini farklı bir an'a ayarlar; yaşamdan dakikalar çalarız. zamanı durduramayız belki, ama sürekli geri alırız. hep sevdiğimiz anda kalırız. başım annemin dizlerinde, annemin elleri saçlarımda. dışarıda yağmurlu bir pazar günü, bakkaldan alınmış bayat bir kurabiye, taze demlenmiş çay eşliğinde büyürüz. koltukta uyuyakalır, uyandığımızda çevremizde kimseyi bulamayız. ne zaman büyüyeceğimizi kendimize sorar, ama cevap alamayız.

    sonra susarız. eşyalara anlam yükleyerek susarız. ben sevdiğimi göstermek için ışıkları kaparım, sen mumları yakardın. iki mum kalana kadar susar, birisine sen birisine ben üflerim. ikisi de söner, biz karanlıktan korkmamayı öğreniriz. büyüdüğümüzü anlayınca,
    büyüklerin yapması gereken şeyleri yapar, sevişiriz.
    "

    sonra yüzüne bakarak:

    "ama bu düşlerin hiç birisinde ben yokum" dedi.

    cevab veremedin.

    "tüm düşlerimde ölüyordun" diyemedin. "sen zaten hiç olmadın" diyemedin. sonra da kimseye düşlerini anlatmaya çalışmadın. düşünde iki kişiydiniz, birisi sen, diğeri kim; hiç bilemedin.

    *
  • istersen bana düşlerini anlat,
    istersen sus sabahın sisli alacasında
    yollara düşerken tökezlediğin,
    dağ yamacındaki çiçekleri kokla
    ve başla gene de anlatmaya
    suyunu içmeye eğildiğin
    o keklik pınarını, uykulu kanatlarıyla
    havalanan kuşları…

    bir ince marangozdun sen pekeriç
    kuytusunda,
    uzakta su değirmeni,
    yatağın toprak damda,
    düşlerinde bıldır yağan kar.
    haydi bir cıgara sar şimdi
    nasırlı parmaklarınla
    ve bana düşlerini anlat:

    “ah o bulutsuz gökyüzü, o çırpıntısız deniz,
    kumsalını, kayalıklarını uzaktan görebildiğimiz
    ada!”
    cevat çapan
  • amerikalı yazar sidney sheldon'un 1998 yayımladığı romanıdır. orijinal adı tell me your dreams'tir. üç kadının, ashley patterson, toni prescott ve alette peters'in hikayesi anlatılmakta. toni ve alette birbirleriyle anlaşan iyi iki arkadaştır ancak ashley'i pek sevmezler. ashley, onu birinin takip ettiğinden şüphelenmektedir. işten eve geldiği bir gün aynada öleceksin yazısını bulur. olay bu kadar basit değil. aslında olay hiç basit değil.

    --- spoiler ---

    ashley polisten korunma talep eder. ancak ertesi sabah polisin öldüğü anlaşılır. kanıt arayan polis, ashley'in parmak izine rastlar. polisi ashley öldürmüştür. öleceksin yazısını da ashley yazmıştır. kitabın ortalarına doğru aslında bu üç kişinin aynı kişi olduğu anlaşılır. toni ve alette ashley'in alter ego'sudur (bkz: çoklu kişilik bozukluğu). kitabın son bölümünde adam öldürmekten üçü* de mahkemeye çıkar ve jüriyi hasta olduğuna ikna etmeye çalışır.

    ayrıca (bkz: beyza'nın kadınları)

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap