• önce nefret ettiğim, sonra alıştığım ayrılınca ise inanılmaz özlediğim lisem.şu an orda okuyan biriyseniz bunlar size komik gelebilir ama üniversitede anlıycaksınız oranın değerini...
    sınav salonunun önünde hocayı beklerken nasıl karnım ağrırdı yaa.biyoloji labının anahtarı hala durur bende.video lazım olan varsa veririm yani.:))
    kantini hala emin abi mi işletiyo?
    o tiksinç varlığı bile özledim.
  • son günlerdeki ciddi duyumlara göre marmara üniversitesinin var olanı bozup yıkarak kendisini geliştirme çabaları neticesinde başarılarını taçlandıran arazisini kaybetmekle karşı karşıya kalan, halkalı'ya yollanıp bitirilmek istenen okuldur kendisi.

    okuyanlar ve dışarıdan takip etmiş olanlar bu lisenin ve arazisinin ne kadar bütünleşmiş olduğunu bilirler. ağaçları, spor salonu, tiyatro salonu ve merkezi bir noktada bulunmasıyla ile kalburüstü öğrencilerin büyük başarılarına zemin hazırlamıştır bu okulun binası ve arazisi.

    kim bilir neler dönmektedir şimdi bu arazi için yukarılarda geri dönmemek üzere bitirilmeye çalışılan iafl hiç umursanmadan. çünkü devletin bir fen lisesi olarak ne lobisi ne de sesini duyuracak çevreleri oldu bu okulun. genel olarak ülkeye hizmet eden bilim adalarından, mühendislerden doktorlardan oluşan bir mezun kitlesi var.

    öss sıralamasında ilk 3'te olmak, dolaplarınızın olimpiyat madalyaları ve kupalarıyla dolu olması sizin el üstünde tutulmanıza yetmiyor. hem böylece özel okullar yıllardır tam olarak beceremediklerini yapar öğrencilerin bu okulu değil kendi okullarını seçmelerini sağlarlar.
    (bkz: devlet eğitimden elini çekmeli)

    sonuç olarak marmara üniversitesi afl'ye bilimsel destek anlamında hiç iyi bir komşu olmadı bugüne kadar; bugünden sonra duyumlar gerçeğe dönüşür de okulun arazisini kaparsa marmara üniversitesi büyük bir nefretin hedefi haline de gelecektir.

    edit: itü arazisindeki gecekonduları yıkamaz ama marmara üniversitesi ülkenin en başarılı devlet liselerinden birinin arazisini alır; işte böyle bir memleket burası.
  • bi ton insanin girmek icin, bi okadar insanin daha ayrilmak icin kastigi garip yer.her senebasinda mudurun "dunyanin en iyi okuluna hos geldiniz" diye soze basladigi kadikoyde bi milyon donumluk bol yesillikli bolge.bi de..okulum.
  • kantini hala emin abinin işlettiği,şu sıralar streetball turnuvaları ve yıl sonu partisi hazırlıkları ile pek bi şen şakrak olan yarı hapisane yarı cennet okul.
  • gencligimin en stratejik uc senesinin gectigi.farkli sehirlerde yasamamiza burdan edindigim arkadaslarimdan hala inatla kopamadigim,amma velakin hala iyi mi ettim kotu mu ettim diye dusundugum,lise ikide akiskanlar mekanigi ogrenme zorunda kaldigim,itu makineden daha az puanli yerin kazanilmasinin basarisizlik addedildigi yer-en azindan 5 sene evvel bitirirken oyle idi-simdi nasil bilemiyorum ama cok da farkli olmadigini zannediyorum
  • afl yatakhanesine karşı beslediğim bu hastalıklı tutkunluk niye?
    okul değil aslında; özellikle yatakhane, o insanlar, pijamalı halleri...
    bir dakika; pijamalı halleri... evet, bu mu neden?

    insanlardan nefret ettim çokluk. kiminden utandım, kimini hor gördüm. hep kendimi insanlardan uzak tutmak için bir nedenim oldu. bazılarını yakınlaşılamayacak denli yüce gördüm, bazılarınıysa yakınlaşmanın zaman kaybından ibaret olacağı türden küçük, değersiz. onlarla arama koyduğum mesafe, onların benimle aralarına birey ve toplum olarak koydukları mesafeyle uç uca eklenince bir uçurum yarattı; ben dipte, onlar tepede. insanlar günlük elbiselerinin içinde yalnizca giyinik birer organizma değillerdi. onlar sosyal bir kılıfa da girmekteydiler bir toplum bileşeniyken. benden çok uzaktılar, kilitliydiler, onları birer birer açmak için devasa bir güç sarf etmem gerekirdi ki buna gelemiyordum. ben de onlar için kilitliydim ama bu onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. bire karşı binlerin gücü vardı onlarda, bendeyse bine karşı birin komikliği. sosyal ve imgesel kılıfları içinde onlar birer yabancıydı benim için; yabani yaşamda bireysel ayakta kalış için yanaşılmaması gereken yabaniler. ama afl'nin yatakhanesinde pijamalı bir komünite vardı: bir toplum düşünün ki
    hiçbirinin maskesi yok. sosyal kılıflardan tamamen arınmış; imgesel kılıflar ise iki parça ucuz yatak elbisesinden ibaret. sürekli osuruyorlar, geğiriyorlar, burunlarını karıştırıyorlar, yüz metre geride, fikirtepe'de bir sokakta yapılması halinde cinayete sebebiyet verecek düzeysizlikte şakaları birbirlerini bıktırırcasına yapıyorlar, bağırıyorlar, güreşiyorlar, tartışıyorlar, dövüşüyorlar. patrick süskind in koku'sundaki toplumsal histeri sahnesi bu yatakhanede her saniye tanık olunabilecek bir rutin. kimsenin kimseye saygısı yok, değer yargıları yok, sahte nezaket yok, sahte gülümseme, dolambaçlı açıklamalar, imalar, metaforlar, gizli düşmanlıklar, empati, dalavere yok. herkes evindeki yatak odasında osura osura otururken neleri icra ediyor ve düşünüyorsa afl'nin yatakhanesine adımını attığında da o kimliğe bürünüyor. aslında bir komünite var; ama yok. toplumlaşmış, sosyal normlarla bağlanmış bir insan grubu değil karşınızdaki: yalnızca nicelikli bir vahşi sürüsü. özetle, ego üzerinde, çevredeki diğer egoların varlığının sosyal gruplarda görüldüğü üzere yarattığı gerilimden eser yok. egonun, karşısındaki egodan ya da egolar birliğinden zerrece etkilenmişliği yok; aksine o yatakhaneye girildiği andan itibaren görünmez bir eğe egonuzu dibinden hayvancığınız görününceye dek törpülüyor da törpülüyor.

    afl yatakhanesi benim için prototip bir insanlar topluluğunu barındırıyordu. oradayken gerilim düzeyim sıfır noktasına dek ulaşıyordu çünkü insanlar vardı ama almam gereken ilave bir önlem söz konusu değildi. dikkatli olmamı gerektirecek bir sosyal durum bu vahşi sürüsünde mevcut değildi. güzel giyinmek ve sözcüklerimi iyi düşünüp seçmek zorunda değildim. çünkü oradaki insanların tümü pijamayla ya da don-atlet dolaşır, söylediğiniz en ciddi şeyin bile önemini minimize edecek umursamaz kahkahalar atarlardı. öğrencilik titrinden yatakhanelilik titrine geçiş yaptığı andan itibaren kimse kimseye ve hiçbir şeye eser miktarda önem vermezdi. ders çalışmak? elbette bu birçokları için bir yaşam tarzıydı, buna itiraz edemem. ama yaşam tarzı için kim ilave emek sarf eder ki? (bkz: #6108793) orada sizinle dalga geçilmesi, sizi incitme yetisine sahip olan bir eylem değildi. herkes herkesi ve her şeyi alaya alırdı; bu hayvani ve çok basit bir arınma yöntemiydi; karşıdakine zarar vermeyen rutin bir arınma yöntemi. kaldı ki, alaya alınan birey dahi arınan güruhun bir uyesiydi son tahlilde; o da arınırdı. benliği ve sonuçta türü koruma içgüdüsünden tümüyle uzaklaşmaydı afl yatakhanesi. kızlar yatakhanesi de böyle miydi okulumun, bilmiyorum. ama bu ekstrem modelin bir örneğini de onların oluşturduklarını pek zannetmiyorum. seksist bir yaklaşımla şunu söyleyebilirim ki kadınlar çoğu zaman "ortalama"nın ve "istikrar"ın faşizanlığını yapar. afl erkek yatakhanesindeki uç modeli onlarda görebileceğimi düşünmek benim için bu nedenle çok zor.

    pekiyi, dünya afl yatakhanesi gibi olsaydı nasıl olurdu? böyle birşey uygarlığın ya da en azından sosyalliğin filizlendiği dönemlerde mevcut muydu bilmiyorum ama gelecekte, eğer bir armageddon gerçekleşmezse gelecekte muhtemelen mevcut olamayacak. çünkü afl yatakhanesi ütopyanın ta kendisiydi. kimileri içinse bir distopyaydi elbette; örneğin gündüzlü olmak için can atmış ve bunu başarmış şaşkınlar için ya da idari kadro için. onlar bu modelin dışında kalmayı tercih edecek olan kimselerdi çünkü. dünya afl yatakhanesi gibi olsaydı, çevreden ve çetin yaşam koşullarından korumanız gereken bir karınız ve çocuklarınız olmayacaktı çünkü genlerinizin sonraki nesillere aktarımı için uğraşma güdünüzden binlerce yıl önce vazgeçmiş olacaktınız. kariyer yapmak için uğraşmanız
    gerekmeyecekti çünkü kariyer kavramını el üstünde tutan sosyal norm körelip gideli binlerce yıl geçmiş olacaktı. bir ulusa mensup olmayacaktınız, bir devletiniz de olmayacaktı; belki bir koloniniz olacaktı, onlarla da sırf diğerlerine kıyasla daha kafa dengi oldukları için takılıyor olacaktınız. çubuklar ve kırpıklar silah zoruyla tasfiye edildiğinden o yana epey zaman geçmiş olacaktı. moda olmayacaktı, kozmetik ve tekstil sektörü olmayacaktı. dünya kadınları tek kullanımlık ve profesyonel olacaklardı erkek güruh için ki bu biraz acı verici, trajik bir özellik. tüm dünya vatandaşları melez ırka mensup olacaklardı çünkü herkes herkesi düzecekti. kariyer dürtüsü törpülendiğinden bilimsel üretim ve teknolojik gelişme hızı sıfıra yakınsayacak, sanatsa post-post-postmodern bir kimliğe bürünecekti. sanat kavramının başıboşluğu ve içi boşaltılmışlığına bir de toplum kavramının artık hiçbir anlam ifade etmemesi eklendiğinde çıkan sonuç şu olacaktı: ne sanat için sanat ne de toplum için sanat. "kendim için sanat" kalacaktı geriye ki minimize edilmiş egonun artık sanata ihtiyacı kalmaması da ortaya azami postmodern sanatı; söz gelimi yalnızca tek ton sarıya boyanmış tuvalleri, tek notalık ve otuz dakikalık senfonileri, geometrik şekillerden ibaret heykelleri, çift parça mavi çizgili amerikan bezi giysileri ve özdeş boyutlu prizmalardan ibaret binaları ortaya çıkaracaktı. tanrı böyle bir ütopyaya -ya da distopyaya- bir kereliğine de olsa gelişim hakkı verecek olsa, bana kalırsa varılacak yegane nokta
    özyıkım olacaktı: yıkım, yeniden oluşumun tohumlarını gezegene ekmeye önayak olacaktı: yeniden yapım. sözün özü, afl yatakhanesi modeline sahip bir dünya düzeni, özyıkım ve sonrasında yeniden yapım süreçlerine gebe kalmaya mahkum olacaktı. bu düzeni dölleyenler de belki de afl yatakhanesinin torpille dışkı patlatan üyeleri rolünü üstlenen dünya vatandaşları olurdu.

    bjk çarşı'nın 'a' sı, aynı zamanda "anarşizm"in çemberinden taşmış 'a' sidır. afl yatakhanesinin tüm 'a' ları da aslında bu sembollerle yazılmalıdır. pijamayı üniforma bellemiş afl yatakhanesine karşı beslediğim hastalıklı tutkunluğun kaynağı zannederim budur. anarşist miyim? hayır. bu tutkunluk, belki de insanın yıkıma karşı olan zaafının bir yansımasıdır.
  • 1982 senesinde kurulmuş bir lise.

    ilginçtir, anadolu illerinde daha çok bilinir fen liseleri, istanbul atatürk fen lisesi de aynı şekilde, zira büyük şehirlerin fen liseleri birçok anadolu ilindeki çocuklar için "liseyi büyükşehirde okumanın" tek yolu, tek şansıdır.
    en azından bizim zamanımızda öyleydi…

    her dönemde 4 sınıf vardır, maksimum 24 öğrenciden oluşan.
    okulun istanbul’daki en yüksek puanlı devlet lisesi olması sebebiyle sınıflarda liselere giriş sınavında türkiyede dereceye girmiş yığınla öğrenci vardır. dolayısıyla siz şimdi burada hırstan gebermiş, yüksek not almak için birbirinin ayağını kaydırmak için sırada bekleyen bi ton tip bekliyorsunuz değil mi; üzgünüm ama öğrencilerin hiç öyle bir eğilimi yoktur:
    o kapıdan girdikten sonra, her şey artık beraber yaparlar. sınavlarda beraber kopya çekerler, derslere beraber çalışırlar, yemekhaneye beraber giderler, dışarıda beraber volta atarlar, kadıköye beraber inerler.

    bu dayanışmada bu okulun öğrencilerinin büyük kısmının yatılı olmasının payı elbette çok fazladır, çünkü eğer yatılıysanız okul paydos zili çaldıktan sonra da aileniz artık arkadaşlarınızdır. bu arada sadece istanbul dışından gelenlerin yatılı kaldığını zannetmeyin, istanbul’da , ve hatta okulun bulunduğu kadıköy’de oturup da yatılı kalan birçok öğrenci vardır; çünkü bizzat okul yönetimdekiler ailelere bunu tavsiye eder, her yatılının, kendileri için ekstra sorun, ekstra hassasiyet, ekstra sorumluluk ifade etmesine ve devletten aldıkları maaş hiçbir şekilde değişmemesine rağmen.ne diyelim, takdir edilesi bir tutum.

    öğrencilerin genelinden bahsetmişken, özelinden bahsetmemek olmaz.

    atatürk fen lisesinin her sınıfında sanki özellikle yerleştirilmiş gibi mutlaka 1-2 tane allah’ın belası bildiğiniz genius bulunur. bu geniusların çeşitli özellikleri arasında, sadece çözümünün anlatılmasının bile 10 dakika süreceği cinsten geometri sorularını bir iki kalem darbesiyle çözmek veya bitkilerde bulunan siktiriboktan bi hormon üzerine yazılmış 600 sayfalık bi kitabı kaç günde okuyup bi de onu anlamak sayılabilir. bu insanlara kendi başarısı,kendi geçmişi ne olursa olsun herkes saygı duyar.
    zaten onlar illaki tübitak olimpiyatlarına girer, aralarında iyice aşmış olanları türkiye takımına seçilir, dünya çapındaki yarışmalarda madalya kazanır. ileride ne yapacakları aşağı yukarı bellidir: hangi üniversiteye giderlerse gitsinler genelde akademisyen olurlar. fen liselerinin asıl amacı olan bilim adamı yetiştirmek temennisine uygun hareket eden sadece onlardır, dolayısıyla fen lisesi ruhunu en çok onların yaşattığını söyleyebilirim; piyasaya girip hemen para kazanmaya başlamak yerine üniversitede araştırma görevlisi olarak kalmayı seçmeleri, onların hakikaten bu bilim hadisesine gönül verdiğini de gösterir zaten.

    yukarıda saydığımız extraterrestrial canlıların dışındaki atatürk fen liselilerin alayı mühendis veya doktor olur. tabi öncelikli tercihleri boğaziçi’dir, mezun olan dönemin üçte biri boğaziçi’ne kapağı atarken, tıp yazmayan diğerleri ağırlıklı olarak odtü, itü, bilkent veya (son senelerdeki yeni moda) sabancı’ya gider. boğaziçi’ne öss sonrası girmeyenler de sonra pek rahat durmaz, gittikleri üniversitede ilk seneki calculus, bilimum fizik, kimya 101 tarzı derslerde miraslarından faydalanan atatürk fenliler arasında yüksek ortalama yapıp boğaziçine yatay geçiş yapanlara, hiç olmadı kendi üniversitelerinde daha iyi gördükleri bir bölüme geçiş yapanlara da oldukça sık rastlanır .

    son senelerde aralarında " fen lisesini yazdık bitirdik ama bu sayısal işleri bize göre dilmiş hacı" diyip işletme bölümlerine gidenleri de çıkmıştır tabi, hem de baya fazla. ancak 2006’da getirilen sistemle birlikte bu artık tarih olmuştur.

    mezunların tamamına yakınının benzer alanlarda yetişmesi ve çalışmasının faydasını ise daha sonraları görürsünüz. ister bilgisayar mühendisi olun, ister inşaat, kesinlikle sizin bölümünüzden mezun olmuş ve sizin girmek istediğiniz şirkette çalışmış & çalışan birçok mezun bulunur. günümüzün kokuşmuş kapitalist dünyasında tutunabilecek bir dal bulmak gerçekten hiç fena birşey değil.

    1982’de kurumuş bu okulun sanatçı yetiştirme frekansı ise doğası gereği inanılmaz düşüktür.
    bu sebepledir ki aradan seneler geçse de medyada hiçbir zaman gereği gibi temsil edilmeyecek, asla halk arasında bilinen çok popüler liselerden birisi olmayacaktır.

    zaten bu okul da bunu istemiyor, kadıköy kuyubaşı’nda, geniş bahçesindeki ağaçların arasında, marmara üniversitesinin arkasına saklanmış olmaktan memnun. gözlerden uzakta, kendi halinde, doğru bildiği yolda ilerlemekte...
  • ülkemizdeki okulların çoğu gibi makam ya da rütbe sahibi biri gelene kadar doğru düzgün bakım yapılmayan(ki o bakımlar da dersanelere yaptırılıyor genelde), tübitak bilim olimpiyatlarına katılan öğrencilerin hüküm sürdüğü,gayet yozlaşmış ve bir fen lisesi olma standartlarını birkaç öğretmen haricinde kaybetmiş okul...

    ayrıca şunu da ilave etmeliyim ki: daha önceden özel dersanelerde fink attığı söylenen öğretmenlerinin çoğu(en azından hala okulda olan ve benim tanıdıklarım) şimdi kendi dersanelerini kurmuş, her fırsatta hakkında atıp tuttukları öss-tek sınav sistemi için parayla öğrenci yetiştirmektedirler.bu durumda bu sistemin okul tarafından da benimsenmesi kaçınılmaz olacaktır.öyleyse fen lisesine gelmenin ne anlamı var?

    gelmeyi dusunen gencler icin (bkz: gencler yarin pisman olacagimiz bi sey yapmayalim)

    bahsedilen kisiler hakkında (bkz: yazıklar olsun)

    gidilemeyen mezunlar günü sonrası edit : ne olursa olsun özlediğim okuldur.
  • pek saglam dostluklarin kurulmasina ve de yillar sonra bile dunmus gibi hatirlanan olaylara mekan olan, istanbul vilayetinin kuyubasi semtinde bulunan guzide okuldur. ne kadar anlatilsa az dedirten afacan yuvasidir.
  • 29 eylül'de büyük buluşmanın olacağı, benim de 13 sene sonra ilk defa gideceğim güzel okul.
hesabın var mı? giriş yap