• yamulmuyorsam , terim olarak doğuşu , fransa'da zengin aristokratların evlerine giden hizmetçilerin banliyölerden şehre gelmesi için konulan tren seferlerindendir, daha sonra yaygınlaşmıştır.
  • seferden kaldırılmalarıyla istanbul halkının trafikte nirvanaya ulaşmasını sağlayan ulaşım aracı.

    bütün dezavantajlarına karşın iş çıkışı saatlerinde ulaşımı mümkün kılan yegane ulaşım aracıydı. şu anda hattın olduğu yerde kalan çakıllar (traversler ve raylar sökülmüş) yürek burkucu bir görüntüye sahip.
  • tamam yıllardır bütçe ayrılmadığından hala bilmem kaç model trenlerle gidip geliyoruz bu yılların suçu onu anladık. iyi de arkadaş metrobüs hattı nedeniyle hiç mi yoğun saatlerde daha sık sefer koymak aklınıza gelmez? koy mına kodumun seferini 10dk da bir yoğun saatlerde, insan gibi gidelim. bu kadar mı vasıfsızsınız? ayrıca yeni trenlerin iç tasarımını kim yaptısa belli ki hayatında hiç banliyö trenine binmemiş. o ne lan tam ortada bi tane direk? striptiz mi yapacak millet? neyin peşindesiniz aslanım?!
  • haydarpasa-gebze arasinda ki benim icin en guzel vasitalardan biridir. keyifli lan bildigin. agir agir gider, istanbulun profilinide gorebilirsin. isten eve yorgun argin donen adamin derdini dusunursun, olmadi tek basina kulakligini takmis dinledigi seye gulumseyen adama bakip sende sebebsiz gulersin caktirmadan. cefasi oldugu kadar zevki de vardir yani. tabi nerden baktigina bagli!
  • ben bunu küçükken ''banyo treni'' sanardım ve ''banyo treni'' derdim. çünkü hiç kimse ban-li-yö şeklinde vurgu yapmazdı. ışık hızıyla ''banyo treni'' denirdi. ''aaaaa ne güzel! içinde banyo imkanı sunulan tren'' diye de yorumlardım. :))
  • sirkeci'den zeytinburnu'na gitmek icin kullanmistim birkac kez. kokusuyla, dokusuyla, insaniyla turkiye'nin ozetidir desem abartmis olur muyum acaba?
  • benim çocukluğum, ilk gençliğim camdan bakırköy-sirkeci banliyö tren hattını izlemekle geçti. ya beyazıt'a okula ya kazlıçeşme'ye basket maçına, ya yedikule'ye anneanneme ya resim malzemesi almaya cağaloğlu'na, ya çemberlitaş erenler medresesi'nde oturup elmalı çay içmeye ya sirkeci'ye amcamın yazıhanesine, ya vezneciler'e kulübe ya karaköy'e vapura binmeye gitmek için trenlere bindim. bir alıştıktan sonra banliyö müptelası bir insan oldum. bir yere eğer trenle gidebiliyorsam başka araç aramazdım. önce 'trenle gidebiliyor muyum' diye bakardım.

    bu saydığım istasyonların hepsi ayrı ayrı güzeldir. hepsinin ruhu, rengi, atmosferi kendine özgüdür. özgüydü. ve son durak yenimahalle; her yerden dönerken varılan son istasyon: ev. hadi eve vardıran istasyonu evle özdeşleştirirsin de, istasyonun kendisinden ev huzuru almak ne demek? ondan sonra odrade neden yeni mekanlarla zor bağ kuruyor! :)

    banliyö ritüellerini büyük bir keyifle, tadını çıkara çıkara yerine getirirdim: gara girmek, eski taş merdivenlerden inmek, gişeden ufak, sarı, demir jetonlardan almak, jetonu deliğinden atıp klink! sesiyle turnikeden geçmek, hava sıcak da olsa, soğuk da olsa korunaklı bir bank bulup oturmak, ellerimi cebime sokup ne doldurmuşsam onlarla oynayarak ufukta kaybolan raylara, her banliyönün olmazsa olmazı banliyö kedilerine, yüksek taş duvarlara, duvar dibinde açan sarı çiçeklere, rayların altındaki ve etrafındaki irili ufaklı taşlara, karşı güzergahta bekleyenlere, tabelalara, gişe memurunun bezgin silüetinin al-ver al-ver hareketlerine, jeton sesi ve turnike çevirme senfonisi eşliğinde insanların gelişine, kendilerine bir yer bulup sabitlenmelerine, aşıklara, ahbaplara, yalnızlara, ailelere, çocuklara, yaşlılara; çocukların yaşlılara, yaşlıların çocuklara bakışına bakmak…

    kafamdaki en güzel şarkılar da böyle anlarda tren beklerken çalardı. dudaklarımda bir sessiz mırıltı, yahut ıslık illa ki ara ara gezinirdi. mevsimleri de en iyi banliyö treni beklerken koklar, hangisinde olursak olalım içimden mutlaka o mevsime bir güzelleme yapardım. sonbahara ayrı methiyeler, kışa ayrı. yaza o kadar değil ama yeni ısıtmaya başlamış nisan'a ayrı. bir insanın mutlu olup olmadığı o anki mevsime dair güzelleme yapmasıyla anlaşılır bence. yoksa insan neden durup dururken mevsim övsün? nasıl bütün o değişimleri tüm varlığıyla algılasın?

    saat yaklaştıkça bizim tren geliyor mu diye bir sağı, karşı yöne gidenlerinki önce mi gelecek diye bir solu yoklar, aklımca bir rekabete girerdim. yavaş yavaş birikirdi "istasyon insanları", izlerdim. günün saatine göre amaçları, giyimleri, tipleri değişirdi. hafta sonu ayrı, hafta içi ayrı renkler. bazen de istasyona erken gider, gelen trene hemen binmez, orada gözüme kestirdiğim konforlu bir köşeye oturur, bir çay bahçesine oturup zaman öldürür ya da bir parkta birini bekler gibi ya kitabımı açar okur, ya yazacağımı yazar çizeceğimi çizer, ya da gözlerimi kapatıp yalnızca sesleri dinlerdim. orada bunları yapmakta bulduğum huzuru, bir şeyin değerli, anlamlı bir parçası gibi hissetmekle açıklardım. atıl kalmamış, alakasız kalmamış, mecbur kalmamış bir ait olma hâli… ait olmakla ilgili dertlerimin süreceğini bilmediğim zamanlar onlar tabii. başlardım hikayeleri kafamda çoğaltmaya. vagon vagon insan.

    her vagonda ayrı bir maceranın bizi bekliyor oluşunu düşünür, eğlenceli bir vagona denk gelmeyi ümit ederdim. bakalım hızlı konuşarak 'enteresan şey' satan amcaya denk gelir miydim. ya akordeoncu gence? belki çocuklarını okuldan almış eve dönen annenin yorgunluğunda kaybolur, ya da balık tutmaya giden amcanın oltasına takılırdım, ver elini galata. neden olmasın? kimi zaman da bunların hiç birini görmez, yalnızca dışarıya dalardım. özellikle yorgunsam. trenlerin o nevi şahsına münhasır, insanı hipnotize eden beyaz gürültüsü eşliğinde, ki ben bu tip seslere metropol ninnisi diyorum, şehir tüm çarpıklığı, kaderine terk edilmişliği ama yine de hissedilen tüm zengin tarihiyle rengarenk gözlerimin önünden akardı. bazen yanımızdan geçen başka bir trenle sarsılır, gerilim hattı trenin ışıklarını keser, 15-20 saniye karanlıkta kalırdık. beyaz gürültü, karanlık ve hızla akan sokak lambalarından başka bir şey olmazdı o an dünya üzerinde.

    ışığın geri gelmesiyle; günün başındaysak uykulu, sonundaysak yorgun kafalar boyunlarından sallanır halde ölü balık gözleriyle aniden belirirdi. o ifadesiz gözlerden biriyle birkaç saniye buluştuğun olurdu. başka diyarlarda tesadüfen buluşan gözler birbirine bir refleksle gülümser ya, bu trenlerde o gözler sana sanki yıllardır o noktaya bakışlarını dikmeye mecbur bırakılmış bir duvarmışsın gibi bakar. yıllardır aynı yere bakıyor olmanın duyarsızlığı, boşluğu ve eylemsizliğiyle bakar. ilk kaçıran sen olursun da gözlerini, o sana seni algılamadan daha asırlarca bakar. sen kalkar inersin, yenisi oturur; o surat aynı şekilde oraya bakmaya devam eder. sarsıntıyla ritmik halde, boyunlarından hafif yaylanarak, ölü balık gözleriyle. öyle kaçışlarda kafamı cama çevirirdim yine. vardığımız her istasyonda yeni bir film bitmiş ve bir yenisi başlıyormuş gibi bir heyecan duyar, kendimi o filmin birazdan tanışacağım karakterlerini görmeye, betimlemeye hazırlardım. bir romanın son sayfasını okuyup kapağını kapattığımızda yaşadığımız o birkaç saniyelik tarifsiz hissi, pencereden bakarken ya da vagonun içinde yakaladığım birkaç saniyelik karelerde tadardım. yolculuk bitene kadar kaç "roman okuduğumu" ve nasıl yoğun ve dolmuş bir kafayla indiğimi tahmin edebilirsiniz. ağırlık yapmayan, hafiflik yapan bir doluluk.

    bir keresinde durağı fark etmeyip yanlışlıkla bir sonraki menekşe tren istasyonu'nda inmiş, vagondan adımımı atar atmaz (tren arkamdan geçip gidene kadar) oldugum yerde kalmış, denizin hemen kıyısına birkaç metre mesafede konuşlanmış, o engin manzarayı alabildiğine kucaklamış ilk kez gördüğüm bu istasyon karşısında nasıl şair olunabildiğini saniyeler içinde az çok idrak etmiştim. gideceğim yeri boşverip (zaten aksi yönden gelecek treni beklemek zorundayım) gündüzün bir saati neredeyse bomboş olan menekşe istasyonu'nda, o saatlerde olmam gereken yerde olmayarak, denize karşı dakikalarca oturup, bulunduğum an ve mekanı tüm duyularımın istekli, işbirlikçi iştirakiyle teneffüs etmiştim.

    menekşe'de yaşadığım, “bir solucan deliğinden geçmişim de pat diye başka bir evrene düşmüşüm” hissini on sene sonra hâlâ tüm canlılığıyla hatırlarım. bana sevgimi bir kez daha kanıtlayan; minimalizmin sakin, dingin bir renk paletiyle izlenime döküldüğü, o kıpırtısızlık ve geometrik dizilim içinde belki bir saniyeliğine bir rene magritte tablosu “esprisinin” beni de içine alarak ortamdan geçtiği hissi; sonraki yıllarda da ara ara damağıma gelmiştir. (bkz: tadı dimağında kalmak)

    bu seneki ziyaretimde bakırköy istasyonu'na gittim, bana artık yabancı gelen kapısında öylece kaldım, giremedim. içim el vermedi geri döndüm. ilk sevgililik hatıralarının resimlerinin hafızamda hâlâ durduğu o taş merdivenlerin yerine konan ve 2 katı insanı taşımak zorunda olan yürüyen merdivenlerden inemedim. aşağısını görmek istemedim.

    yenilediler tüm hattı. istasyonlar değişti, girişleri değişti, çıkışları değişti. ufak, sarı jetonlar değişti. eski vagonlar kırmızı-beyazdı, yeniler mavili. adına marmaray dendi. hızlandı, konforu arttı. iyi de oldu tabii, şehir hâlâ büyüyor, şehir büyümeyi durduramayan bir çocuk… ben gittim. istasyonlar başka zihinlerde başka formlarda başka izlenimler uyandırmaya devam etti. olması gerektiği gibi.

    yeni trenler gelene kadar istasyonlar epeyi atıl kaldı ama hatırladığım. yıllarca hayalet durakların yanından geçtik üzülerek. feneryolu'ndaki (eski) durak mesela. yolcusuz, trensiz; 4 sene öylece godot'yu beklerkenki haline şahit oldum onun. kediler terk etmemişti bir tek orayı. bir de galiba ben.

    bana, o trenlerin kalabalığından, hayhuyundan, insanların tahammülsüzlüğünden, kabalığından hiç bahsetmiyorsun demeyin. ben kendime başka algı dünyaları yaratıyorum evet, belki böylece olumsuzluklardan arınıyorum. ne yapayım? birebir yaşarken de hiç şikayet ettiğimi hatırlamam, demek ki hoşlanmadığım şeylerden uzaklaşmanın bir yolunu buluyorum. bir şeye kalpten bağlıysan, onu sevmeye devam etmenin de bir yolunu bulursun ya, o misal. şehirler de öyledir. nefret de edersin, tutku da duyarsın. onunla birlikte yaşayamama raddesine geldiğinde ancak, sevdiğin her şeyi geride bırakma pahasına toplanır, tüm hatıra yükünü sırtlanır gidersin. ama sevmekten hiç vaz geçmezsin.

    en çok da haftasonları annem, ben, kızkardeşim, banliyö trenlerinin bizi anneanneme götürdüğü yolculukları özledim.
  • istanbulun her iki yakasinda sehir merkeziyle banliyoler arasinda sefer yapan yolcu trenleri.
  • istanbul'da banliyö kavramı pek oturmadığından bu trenlerin isimleri biraz abestir.
  • bazı öküzlerin kapılarından sarktığı ve geçen gün gözümün önünden bir çocuğun düşüşünü saniye saniye görmemi sağlamış tren şekli..
    (bkz: burasi turkiye)
hesabın var mı? giriş yap