• belki bir belki on bin...

    (baştan uyarayım da, anlatmak istediğim şey bu uzun yazının sonlarına doğru ortaya çıkacak. hıncal uluç, fatih altaylı falan var bak, haberin olsun.)

    bir ekşi sözlük yazarı olarak ifade edebileceklerimin sınırlarının her zaman farkında oldum. ifade özgürlüğüme set çeken sınırlamalar belli başlı konularda incelenebilir: yasal sınırlar, özel hayata ilişkin sınırlar, mesleki etikle alakalı sınırlar, toplumsal hassasiyeti ilgilendiren sınırlar... bütün bunların ve aklıma gelmeyen nicelerinin, insanların okuduklarında ilginç bulacakları bir yığın yazıya ulaşmalarına engel olduğunu söyleyebilirim. nick'lerimizin arkasına saklanmamız (!) sizin de malumunuz ki bu engelleri (özel hayata ilişkin sınırlar hariç) kaldırmaya yetmiyor. bu noktada en önemli konu sınırların ölçüsü oluyor.

    çevremizde sözlükteki nick'i bilinen birisiysek (ki ben kimseden saklamadım; al işte burada da saklamıyorum, nick'im terk edemeyen oğlan'dır.) yazarken özgür olmamız imkansız; bunu kabul ediyorum ama ne kadar imkansız? bu soruyu da kendime soruyorum. kendimden aldığım cevap ilginç: "sen ne yazarsan yaz insanların iç dünyasına dokunacaksın ve bu, sana gelen tepkiler ne olursa olsun insanların içten içe 'aslında doğru tabii de bunu burada söylemek, kabul etmek arka istiyor işte.' diye düşünmelerine sebep olacak." iç sesim bana bunu söyleyince cesaret buluyorum ve iç sesim daha çok yansıyor entry'lere. burnunu karıştırmak başlığına git bak bakalım ne göreceksin? e bugüne kadar beni kaç kişi o şekilde burnunu karıştırırken gördü? gizli kamera falan koyulmadı ise hiçkimse! 16 yaşında çocuğu otobüste kucakta götürmek başlığına git bak bakalım ne göreceksin? yaran rüyalar'a bak! ona bak, buna bak... baktıkça göreceksin ki özel hayatımdan amatör bir yazar ruhu ile sıyrılıyorum. belki de doğru değil hiçbiri. belki de aşık olunan ilk kişi ile evlenmek benim için bir hayalden ötesi değil. öyle olmuyor işte bu işler. eşin dostun seni tanıdığı zaman renk değişiyor. tek yapman gereken anlamalarını beklemek oluyor. yazdıklarınla yaşadıklarının paralel olmak zorunda olmadığını, esinlenmek nedir, ne değildir bilmelerini istiyorsun çevrendekilerin. bunu da tabii yine yazarak yapabiliyorsun. özel hayat konusu çok derin. bu entry'nin çok ötesinde bir konu. kısa kesiyorum.

    geriye kalıyor iç dünyamın yasal, mesleki ve toplumsal hassasiyete ilişkin sınırları.

    mesleki etik nedir? ben bir kasap olarak burada eşek kestiğimi yazarsam eğer hayır duası almayacağım gibi pek çok insanın da hakkına saygı göstermiş olmam. gereken nedir? eleştirileri ölçülü yapmaya, kimsenin hakkını yememeye çalışmak. "nasıl olsa kimse beni tanımıyor, bana bir şey olmayacak sonuçta." diyerek yanlış bir genellemede bulunarak mensubu olduğumuz ya da olmadığımız bir sektör, kurum ya da toplulukla ilgili toptan ve kökten bir eleştiride bulunma hakkımız olduğunu sanmıyorum.

    toplumsal hassasiyet konusunda (net bir düşüncemin olmadığı bir konu) ise yasal bir yükümlülüğümüz olmadığı gibi sözlükte de örneklerine sıkça rastadığımız üzere inanç, milliyet gibi klasik konularda bolca hakaret ve suçlama bulunmakta. burada da yine nick'imizin (gerçek kişiliğimizin) toplumca bilinmemesi bizi cesaretlendiren bir unsur. çetrefilli bir konu. ben de çoğu düşüncem ile toplumun büyük bir bölümünü rahatsız edebilirim ama iş hakarete dokununca konumuz yine alıp başını kısır döngüler diyarına gidiyor. ne demek istediğimi anlamak için müslümanlık başlığından faydalanılabilir.

    ***

    işte kaldı asıl konu: yasal sınırlar!

    yasal sınırlar... şu anda bir ekşi sözlük yazarının iç dünyasında fırtınalar kopmasına sebep olan sınırlar. inanın fatih altaylı'nın tekzip sonrası yazısını okuyunca -kendisi istediği kadar sevinebilir ama- öfkeden kudurdum. neredeyse onun kadar sinirlendim yani. kendisine giydirmek (palto, mayo...) bir yoldur; buradan yasal sınırları delmeden kendisini aşağılamak da bir yoldur ama ben bunu tercih etmiyorum. neden? çünkü benim iç dünyam benim için en önemli konu. yasal sınırların bana engel olmaması ama benim yine de iç dünyamı tam olarak yansıtabilmem lazım. sıkıntım bu. aslında yasal olarak sorun yaratacak hiçbir düşüncem yok ama bu çaresizlik hissi yok mu? var! çaresizlik hissi en kötü his. insanın ölümden korkması (kendi ölümü ya da bir başkasının ölümü, fark etmez.) mesela çaresizlikten başka ne ile alakalı olabilir ki? ben özel hayata ilişkin sınırlarımla ilgili bile bazı konularda kendimi aşmışken türkiye'nin çok okunan gazetelerinden birinin önemli bir 'ünlü'sü bana ana - baba demeden hakaret edince kendimi gerçekten çok kötü hissediyorum. yaptığımız tüm güzellikler (saymakla bitmez), burada yazılan on binlerce mükemmel yazı, kurulan güzel dostluklar ve (master card mode on) paha biçilemez emekler bize toplumun gözünde ne olarak dönüyor? hakaret!

    hıncal uluç! türkiyenin gazetecilik duayeni! "bırak fatih, ne sallıyorsun allah aşkına?!" minvalinden laflar ediyor. nerede? türkiye'nin önemli platformlarından birinde. kaç kişiye ulaşıyor? belki de yüz binlerle ifade edilebilecek sayıda insana. benim yazdığım bir entry'nin en fazla kaç kişi tarafından okunduğunu düşünüyorsunuz? sözlüğün aldığı hit akıl almaz sayılara ulaşabilir ama bu her entry'nin binlerce kişi tarafından okunduğu anlamına gelmez. şunu kabul etmemiz gerekir ki hıncal uluç'un bir yazısı ile ulaşabileceği ve düşüncesini (bizim için olumsuz yönde) etkileyebileceği kişi sayısı bizim fersah fersah üstümüzde. biz de "hıncal okumuyoruz ve o bizim için yok!" diye kendimizi kandırabiliriz ama bunu ben kendi zekama yakıştırmam. rahatsız oluşum birilerinin hoşuna gider belki ama yalan söyleyerek kendimi rahatlatmam da çok anlamsız olurdu. istediğim kadar "rahatsız olmuyorum." desem de çok rahatsız oluyorum. beni tanıyanların yani ekşi sözlük ile alakalı olduğumu ve zaman ayırdığımı bilen insanların gözünde manevi zarara uğradığım gerçeği, kabul etsem de etmesem de, değişmeyecek. 'çoluk çocuk yazıyor işte ne uğraşıyorsun allah aşkına?' eleştirileriyle kafamın ve midemin bulandığını itiraf etmek zorundayım.

    bir ekşi sözlük yazarı olarak iç dünyama yapılan haksız saldırıların karşısında adalete başvurmak da bana pek mantıklı gelmiyor çünkü fatih altaylı'nın bizim tekzipimizi yayınlaması / yayınlamaması zerre umrumda değil. umrumda olan kişiliğim ve içinde bulunduğum topluluğun savunulabilirliği. göğsümü gere gere kendimi ve ekşi sözlük'ü savunabilmek asıl önemli olan. mies'ın, terelelli temcik'in, depeyi'nin, romica'nın bir yazısını yazıcıdan çıkarıp okuttuğum insanlar oldu. ister inanın ister inanmayın ama bu insanlara "ya bak ekşi sözlük'te bir yazı var." dediğim zaman aynı ilgi ve hayranlığı göremedim o insanların yüzünde.

    yaptığımız iş önemli. yaptığımız iş hafife alınacak, ana - baba hakaret yememize sebebiyet verecek bir iş değil. bizi olduğumuz gibi tanımaları ve olumsuz yönlerimize rağmen hak ettiğimiz saygıyı bizlere göstermeleri; gerekiyorsa da "falanca nick'li yazarın bence anası babası belli değil!" diyerek adrese teslim eleştirilerde bulunmaları gerekiyor. kimsenin ekşi sözlük'ün marka değerine, bu site için emek harcayan insanların kişiliğine böylesine acımasızca ve düşüncesizce saldırmaya hakkı yok.

    inanın soyadım biraz komikçe bir soyad olmasa (bilenler biliyor) buradan adımı, soyadımı ve adresimi ifşa edip her türlü karşılaşmaya da girmek istiyorum ama işte dedelerime (ah inci ah! rahat rahat konuşamıyoruz da artık. yazının bir yerinde 'incindim' demekten son anda vazgeçmiştim ama burada yapacak bir şey yok.) küfür ediyorum sadece. başka soyadı bulamamışlar sanki.

    (bkz: soyadı komik olduğu için nick arkasında saklanmak)
  • eğer içini sözlüğe döküyorsa, içinin dışına sürülmesi gibi bir şey oluyor.

    tecrübe ile sabit.
  • dışına göre fazladır.
  • ne sen sor, ne ben söyleyeyim sözlük.
  • içi, dışını kapsar.
  • bu dünya öyle yuvarlak falan değil.

    bir sürü köşesi olan bir oda gibi düşünün. her duvarında dışarıyı görebileceğim bir cam var. kafamı kaldırdığımda dokunabileceğim kadar yakın yıldızlar var. ama hiç birine dokunmuyorum, her biri gökyüzünde güzel.

    büyük bir kapısı var. isteyenin girip, isteyenin çıktığı.

    bazen camdan dışarı bakıyorum. etraftaki diğer dünyalara bakıyorum. dışardan güzel gözüküyor her dünya. bazen kapıya çıkıyorum ellerimi götüm birleştirip.

    bazen davet ettiklerim oluyor. bazıları davetsiz içeri giriyor.

    yapı hala sapasağlam. girenin konforu yerinde oluyor. bugüne kadar kimseyi kovmadım. kimisi bağıra çağıra çıktı gitti, kimisi sessiz sedasız, kimisi siktiri çekerek. lan şimdi bu niye gitti diye sorguladıklarım da oldu, aman siktir et dediklerim de.

    kimisi de kuruldu köşeye götünü bile kaldırmıyor. kimisi çıkıyor, sonra geri geliyor. bir şey anlatıyor geri gidiyor.kimisi dinlenip soluklanıp gidiyor.

    kimsenin dünyasına gitmedim. gelenler boş gelmedi. sevinçleriyle, mutluluklarıyla, hüzünleriyle geldiler.

    giderken elleri boş gitmediler tabi. aldılar iyi, kötü şeyler.

    giden mi terkeden yoksa kalan mı sorusundaki kalan oldum. kimseyi terketmedim. giden kendi gitti.
hesabın var mı? giriş yap