• döjouünnüvi gibi okunur. e'yi ö gibi ezmek icap eder.

    (bkz: fransızcanın abuklukları)
  • keyif verici bir film olmamasından kelli birçok kişinin beğenmeyeceğini tahmin etmekle birlikte, bütününe bakıldığında başarılı denebilecek bir filmdir. odaklandığı depresyonu abartmıyor, kıyafetler, ışıklar da dahil olmak üzere herşey gerçekçilik aksında ilerliyor. dolayısıyla etkileyici şekilde kurgulanmış kareler, karakterlerin derinlemesine betimlenmesi falan söz konusu değil. bir haftasonu boyunca süren çabayı olduğu gibi anlatıyor.

    sistem eleştirisi değil denmiş ama avrupa'nın da artık dahil olduğu kriz durumunu belgelemiyor da değil. eskiden kurtarılmış topraklar sayılan avrupa'da çekilen bu tip konuları daha sık göreceğiz sanki.

    bir de filmi izlerken işten çıkarmalarda (hatta bizdeki işçi ölümleri) bahsedilen rakamların birer insan olduğu ve herbirinin olayların akabinde ailesiyle birlikte ne zorluklar geçirdiği; bunun bireyselden çok toplumsal bir sonucunun da olduğu kafamda dönüp durdu hep. aylarca işsiz kalan arkadaşların yaşadıkları depresyonları da bildiğim için belki.

    son olarak, cotillard ne yapmış öyle ya. performans tavan, sırf oyunculuğu için izletir.
  • filmekiminde bilet bulamadığım için izleyemeyip kaçırdığıma çok üzülmüştüm. bugün izleme fırsatı buldum ve her anından zevk aldım. inanılmaz gerçekçi bir filmdi, oyunculuklar tam anlamıyla mükemmel. depresyonu, hayalkırıklığını, müteşekkir olmayı, umudu sonuna kadar hissettirmiştir, hem de fazla bir diyaloğa gerek olmadan. istanbulda çok az salonda gösteriliyor, ama bir şekilde izlemeye çalışın, asla pişman olmayacaksınız.
  • tüh kaçırdık diyenler için beyazperdeye kısa bir süreliğine geri dönen filmdir. feminist dergi amargidergi yazarlarından pek bi canım arkadaşım fatoş usta'nın filmle iştigal yazısı;

    --- spoiler ---

    kişisel çıkarın, ekonominin ve piyasa mekanizmasının esas varsayımlardan biri kabul edildiği klasik iktisat, çıkar-fayda kavramları üzerinden kendi “insan” tanımını yapar. herhangi bir üniversitede okutulan temel iktisat kitaplarına göz atıldığında, toplumsalın vurgusunu yapabilecek tek bir başlık belki bulabiliriz; o da hasan bey’e yardım edince daha yüksek bir tatmin düzeyi elde eden ahmet bey’den başkası değildir.

    “ahmet bey’in, hasan bey’in yaşam standardını bir mal gibi algıladığı ve ahmet bey’in tatmin düzeyinin hasan bey’in yaşam standardından etkilendiği varsayılmıştır. bu varsayım, ahmet bey’in hasan bey’e gelirinin bir kısmını bağışlayarak daha yüksek bir tatmin elde edebileceğini içerir.”

    dardenne kardeşler, son filmleri iki gün bir gece’de (two days one night) filmografilerine yabancı olmayan bir konuyla devam ediyorlar. psikolojik sorunları nedeniyle bir süredir çalışamayan sandra, işe başlayacağı sırada aslında işten çıkarılmak üzere olduğunu öğrenir. çalıştığı kurumun patronu, sandra’nın işe devam edebilmesini, bir bakıma aynı yerde görev yapmakta olan on altı kişinin tercihine bırakmış; söz konusu kişileri alacakları bin euroluk prim ile sandra’nın işe devam etmesi arasında kararı verecek olan kişiler olarak tayin etmiştir. çoğunluk alacağı primden vazgeçmeyi göze alırsa sandra işe dönecek, aksi takdirde işten atılacak ve çalışan herkes primlerini almaya devam edecektir. yapılan ilk oylama, yalnızca iki kişinin primden vazgeçmesi ile sonuçlanmıştır. sandra’nın birlikte çalıştığı insanları işe devam edebilmesi yönünde oy kullanmaya ikna etmek için yalnızca bir hafta sonu; iki gün, bir gecesi vardır. film, iki günlük bir sürede işsiz kalma tehlikesindeki birinin ikna kabiliyetine odaklanmıyor veya sürekli artan bir tempoda başarıya ulaşıp ulaşamayacağı bir maraton sergileme telaşında da değil (zaten böylesi bir kaygı rosetta ve çocuk adlı filmlerinden tanıdığımız dardenne kardeşler’in üslubu olmaktan çok uzak). aksine psikolojik olarak hayli kırılgan ve başarmaktansa vazgeçmeye doğru itilen bir kadının peşine düşüp, tek tek kapıları çalıyoruz. açılmayan kapılar için tekrar tepilen yollar, açılan her kapıda yinelenen sözcükler ve ustaca kurgulanan tekrarlar ile sandra’ya ve diğer herkese öfkelenmeden şahit oluyoruz. hikâyenin gidişatı gereği, işveren tarafından bireylerin vicdanıyla baş başa bırakılmış gibi görünen sandra’yla birlikte ilerlerken, alacağı paradan vazgeçmeyen insanların seyircide öfke yaratmaması, işçilerin hepsinin işveren karşısında aynı konumda olduğunu göstermesi açısından önemli bir ayrıntı olarak kabul edilebilir. seçilmiş kişinin sandra olması, onun ruh sağlığı nedeniyle verimli bir işgücü olarak görülmemesinden kaynaklanıyor. çalınan kapıların ardındaki herkesin birbiriyle oldukça benzer ve anlaşılır dertleri var: ev taksidi, geçim sıkıntısı, okul parası. sıralanan bu nedenlerden hiçbiri, sandra’nın çalışmak zorunda olma nedenlerinden farklı değil. fakat kendi durumunda hiçbir değişiklik yapmaksızın, insanlardan birinin ya da diğer on altısının durumuna müdahale edebilen işveren, klasik iktisadın birinin durumunu düzeltmeyi diğerinin vicdanına bırakan yaklaşımından pek de farklı görünmüyor. böylelikle asıl sorumluluk karar verenden, gerçekte karar verme özgürlüğü pek de bulunmayanlara devredilmiş gibi görünüyor. bu önemli ayrım sosyo-ekonomik meselelerin bireysel kararlarmış gibi görünmesinin ardındaki temel politik yöntemdir. böylelikle koca bir yapı, özgür iradeleriyle karar verip eylemde bulunan bireylerin ardında görünmez kılınır. hal böyleyken, sandra’nın yanında yer alan ve almayan herkesin tavrı salt ahlaki bir ikilem halini almıştır; onunla yüz yüze bile gelmek istemeyen bir iş arkadaşının kapıyı açmamasında olduğu gibi, seyircinin kendiyle arasına bir mesafe koyduğu, bir yandan da anlaşılmaz kabul edemediği türden bir ahlaki ikilem.
    two-days-one-night-marion-cotillard-fabrizio-rongione-dardennedardenne kardeşler’in benzer konular çerçevesinde kurguladıkları filmleri göz önünde bulundurulduğunda belki de üzerinde en fazla düşünülmüş karakterlerinden biri marion cotillard’ın canlandırdığı sandra olmuştur. sandra, orta sınıf bir işçi. düzenli olarak ve yeri geldiğinde artan sayıda kullandığı ilaçların antidepresan olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. işini kaybetme ihtimali, onu ilaçlarıyla görme sıklığımızı artırıyor. işi için mücadele ettiği iki gün içerisinde, kendi deyimiyle “dilenmek” gibi bir konumda kaldığı için daha da kırılgan bir ruh haline bürünüyor. onun vazgeçmek, yüzleşmek, mücadele etmek sarmalında dolaşan bu süreci işini geri kazanmaktan daha fazlasına, kendi benliğini yeniden kurmak gibi bir amaca hizmet ediyor. bu bağlamda, “ruh bütünlüğü” tamamen bozulmuş gibi görünürken sandra, onu bu hale getiren sürecin bizatihi kendisinde ayakta kalacak dinamikleri bir araya getirmek zorunda kalacaktır; gerek kendine olan güveni gerekse ahlaki tercihleri ile. dardenne kardeşler, “belçika’da bir işçinin hayatı” olmaktan öteye giden bir hikâye kurgulayıp, işsizlik meselesini yarattıkları karakterin hayatında dolaysız bir etken şeklinde oluşturarak, iki gün bir gece’yi diğer filmlerinden farklı bir noktaya taşımayı başarıyor.
    --- spoiler ---
  • gloria nın çalındığı sahne en güzel sahnesiydi herhalde.
  • evet salt bir sistem eleştirisi deyip geçmek doğru değil film için, kurmaca filmden de öte belgesel tadını geçiriyor izleyiciye. bireysel ilişkilerin nasıl sistemik zeminlere oturduğunu belgeliyor, doğrudur. keyif vermesin zaten öyle bir derdimiz de hiç yok ama sadelik peşinde koşarken bu kadar güzel bir mesele ancak bu kadar kuru, bu kadar ruhsuz işlenebilirdi. cotillard'ın olgunluğunun zirvesindeki oyunculuğu bile filmi kurtarmaya yetemiyor maalesef.
  • nuri bilge gerçekten bu sene iyi filmlerle kapışmış. ödülü bu filme de verseler haksızlık ettiler demezmişim. yalnız dardenne kardeşler avrupanın sert yüzünü daha da sertleştirmeye devam ediyorlar.
  • --- spoiler ---

    dardanne kardeşler her zamanki gibi yapacaklarını yaptıkları bir film olmuştur. her zamanki bir insanın hayatının kısa bir süresine tanıklığa davet etmişler ve 1,5 saat süren tanıklığımızda sistem eleştirilerini bizden esirgememişlerdir.

    kapitalist sisteme ilişkin, tam kazanıyormuş gibi gözükmemize rağmen aslında nasıl kaybettiğimizi gözümüze güzel marion cotillard sayesinde sokmuşlardır.

    konusuna gelince; işveren güzel marion cotillard 'yi işten çıkaracak ya da çalışanlara ikramiye verecektir. bunu seçimi çalışanların inisiyatifine bırakır. ilk oylamada ret kararı çıkar. marion cotillard bütün haftasonu iş arkadaşlarının fikrini değiştirmek için uğraşır. ne var ki bu uğraş sayesinde, iş arkadaşlarının da hayatına bakma şansımız olur. kayıtdışı ek iş yapanlar, çocuğa koçluk yapanlar, evini yenileyenler, şiddet görenler, fakirlik, zavallılık. işin tuhafı ikramiyenin tutarı 1000 € ve bir seferlik. bir insanın işsiz kalması, neden olan kişilerin bunu sadece 1000 € için yapacakları.

    filmin sonu tabi ki hiç önemli değil. dardenne tontoşlar sonuçtan ziyade insanları 1000 € için bu duruma düşmelerini sorguluyor .....seyredilesi, sevilesi. umarım tontoşların geçen seferki gibi 2 yıl değil, 1 yılda yeni filmlerini gösterime sokarlar.
    --- spoiler ---
  • doğal, sürükleyici ve düşündürücü bir film.
    birçok noktasında ben olsaydım ne yapardım diye düşündürüyor.
    kendimi hem o kadının hem de diğer işçilerin yerine koyma çabalarım oldukça yorucuydu.
    yine de koyamadım tam olarak aynı durumda olmadığım için. zor kararlar.
  • işin içinde sosyal devlet var diye kapitalizmin olmadığını sanan dangalaklarca "kapitalizm eleştirisi değil" diye eleştirilen film. aynı zat kapitalizmin işsizlik yaratmadığını, tersine bunun işsizliğin çözümü olduğunu belirtmiş. bunu söyleyen ya ekonomi bilmiyor ya dayak yememiş.

    kapitalizmin temel motivasyonu kar maksimizasyonudur. yani filmde de belirtildiği gibi aynı işi 17 yerine 16 kişi yapıyorsa, 10 işçi yerine bir makine yapıyorsa kapitalist o fazla işçilerin götüne tekmeyi koyar. neymiş, sosyal devletin aldığı yüksek vergilerden dolayı işsizlik oluyormuş. sosyal devlet kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlayarak götünü kurtarmaktan başka bir boka yaramayan bir savunma mekanizmasıdır. hele ki ucuz işgücü nedeniyle yatırımların 3. dünyaya kaydırıldığı avrupa'da düzenin sorgulanmaması için kendi alt sınıflarına verilen bir sus payıdır sosyal devlet. yani 3. dünyada karın amına koyulur, avrupa'da da "bakın ne mutlu toplumuz" demek için işçilerin önüne sadaka gibi konut yardımı, vs. gibi bir kemik atılır. diğer yandan bu sosyal yardımlar da soğuk savaş sonrasında ciddi bir tehdit kalmadığı için hayvan gibi kısılmıştır zaten. arada bir bi sosyal demokrat hükümet çıkar, vergileri biraz arttırır. hemen liboşlar zırlamaya başlar "kapitalizm gitti!" diye. yarrağımın başı gitti! bi de demiyo mu kapitalizm işsizliğin çözümüdür diye. ulan kapitalizmde işverenlerin kar maksimizasyonu dışında neyin ihtiyaçlara göre rasyonel olarak dağıtıldığını gördün sen? manyak gibi üretim yapıp sonra tüketim azlığından krize giren, ya da piyasada fiyatlar düşmesin diye milyonlarca aç varken ürettiği gıda maddelerini imha eden kapitalistler değil mi? ulan hadi dediğine gelelim: "vergiler arttı, onun için işçileri çıkarıyor" demiyor musun? bu ne? üretim aracının sahibi kapitalistin kârını maksimize etmek için maliyetini düşürme çabası değil mi?

    bu yavşağa göre kapitalizm, devletin hiçbir şeye müdahale etmediği bir ekonomik sistem. az buçuk bilgisi olsa anlayacak ki tarihin hiçbir döneminde devlet müdahalesi olmadan kapitalizm varlığını sürdürememiş. ulan o zaman kapitalizmin şampiyonu amerika neden 2008 krizinden sonra bankacılık sistemine devletin cebinden hayvan gibi yardım yaptı? niye bankaların batmasına izin vermedi? kapitalistler zaten sürekli maliyet kısıp ücretleri düşürme derdinde. devlet hiçbir sosyal yardım yapmadığında bunların ürettiklerini kim satın alacak? he canım he, devlet kapitalizmin sürdürülmesi için talebi artırmaya çalışmıyor, kapitalizmi bitirmek için çalışıyor. osman baydemir'den gelsin: hasiktir diyorum

    neyse filme gelelim: bu filmde kapitalizm eleştirisi var mı? var. ama çözüm önerisi sunmayan pısırık bir eleştiri. tamam, kapitalizmin bireyin psikolojisi üzerinde yarattığı tahribatı, gündelik çıkarları sürdürebilmek için insanların içine düştüğü kişisel çıkar – ahlak ikilemini, bireyin dilenci konumuna düşmekten duyduğu rahatsızlığı, “ahlaki borcunu” üzerinden attığında duyduğu rahatlamayı net bir şekilde ortaya koyuyor. güzel bir fotoğraf çekmiş. ama işçi sınıfı mücadelesinin ana vatanı batı avrupa'da işçilere dayatılan "ya paranızdan vazgeçin, ya da arkadaşınızı kovuyorum" ikilemine karşı "ulan üçüncü bir yol var: direniş! hem bütün kârını bizim ürettiğimiz değer üzerinden elde et hem de aklına estiği gibi ekmeğimizi elimizden al, suçunu da emekçilerin üstüne at. yok öyle yağma, al sana grev!" veya en azından "patronu ikna edelim, pazarlık edelim, hiç değilse kesintiye sınırlı bir süre koyalım, itiraz edelim" diyebilecek bir tane allah'ın kulu yok mu? anca "bu seçimi yapmaya sizi ben mecbur etmedim" yok ya, biz de sen mecbur ettin sanıyorduk! elde ettiği başarı da: "sen kovmadın, ben istifa ediyorum!".

    insanlık tarihinde bu kadar direniş mirası varken sadece fotoğrafı çekip "vah, vah!" demek, hiçbir şey yapmamaktır. ha bir de siyasi doğruculuğun formülünü de uygulamış: genelde göçmenler iyi niyetli, ama üçü olumlu, biri olumsuz kullanıyor. batılılar genelde bireyci, bencil ama onların da iyisi var. azıcık kapitalizm hakkında mırıldanıp, hepimiz kardeşiz aslında mesajı veriyor. böyle haddini bilen, sınırlarını zorlamayan "sistem eleştirileri" hiçbir yeni katkı getirmiyor. sinemanın geçmişinde zaten bir sürü böyle film var.

    yönetmenlerin diğer filmlerini izlemedim, bir tek bu film hakkında yazdım. genel çizgilerini bilsem belki başka şeyler söyleyebilirim.

    ha bir de not: marion'u yirim.
hesabın var mı? giriş yap