aynı isimde "şeytan (film)" başlığı da var
724 entry daha
  • kepenkleri yarıya kadar indirilmiş bakkalın içindeki iki mahalleli, bira kasalarından masanın önünde, zeytin tenekelerinden sandalyelerinde oturuyorlardı. genç olan, iri elleri arasında kaybolan çay bardağını kafasına dikip; “ anasını sikeyim böyle kentsel dönüşümün abi.” dedi.
    “olsun oğlum, en azından deniyorlar. biz gecekonduya tapu dağıtıp seçimden sonra yıkanı da gördük.” .
    “ bırak abi allahını seversen, bir kanun olur düzen olur. yok, sarhoş sikişi gibi kimin ne yaptığı belli değil. belediyeye gidiyorsun mahkeme diyor, mahkemeye gidiyorsun bilirkişi diyor. lan adam belli ev belli ne diye bilirkişi beklersin. neyini bilecek?” elinde unuttuğu boş bardağı sertçe masaya bıraktı, ön cebinden sigara paketini çıkartıp karşısındaki yaşlı adama tuttu sonra da kendisi bir tane yaktı.
    “e oğlum mahkeme mi kaldı ülkede herkesi içeri aldılar.”
    “onlara bir şey demem abi, hepsi paralelciymiş hainlerin.”
    “ha işte ben de onu diyorum. acele etme, bekle şu sular bir durulsun elbet hallederler.”
    “bu ibnenin çocuğu ölmeden bitmez bu iş akif abi. elektriğini, suyunu, gazını hepsini kestiler hala çıkmıyor evden.” eliyle masayı yumrukluyordu, önemli yerlerin altını çiziyormuşçasına.
    akif sigarasından derin bir nefes aldı;” çıkmaz oğlum o, anca polisler neyin gelecek, içeri girecek öyle atacaklar.”
    “abi bu herifin kim var ya arkasında, yargıtay margıtay diyorlardı şimdi de bu istinaf diye bir mahkeme varmış ona gidecek diyorlar. kim lan bu herif, evden çımadan nasıl yapıyor bunları aklım almıyor .” sesi de öfkesi gibi yavaş yavaş yükseliyordu.
    “ bekle oğlum, sen bırak belediye halletsin sen bulaşma ona.”
    “bulaşması mı kaldı abi, inan olsun benim kız olmasa çekip vuracağım herifi. ulan sekiz tane daire verdiler sana al da siktir git, değil mi, yok. ambulansla çıkartalım seni bayıltalım gerekirse dediler, cevap bile vermedi. öyle oturuyor bir başına boş apartmanda allahın delisi.”
    içinde bulunduğu sohbetten git gide daha çok rahatsız oluyordu akif. kaçamak cevaplar ve uzun sessizliklerle sıyrılmaya çalışıyordu; “deli mi hasta mı bilmem, birileri girip de atmadan o evden çıkmaz o. sen sabredeceksin, çileyse çekeceksin.”
    iki eliyle başını kapadı adam, derin bir of çekip saç diplerinden çenesine kadar sürdü elini sonra ensesini kavrayıp; “işte ondan geldim sana abi, bana bir akıl ver, ben çıkamıyorum bu işin içinden. ya ben buna bir şey yapacağım ya da kendime sıkacağım. para dayanmıyor artık evdekiler tepemde, banka sıkıştırıyor. o herif o evden çıkmadıkça ben eriyorum abi.”
    deli dedikleri adam, fatih’ti. sokağı yukarıdaki caddeyle bağlayan yokuşun başındaki gri apartmanda yaşayan deli fatih. eski bir semtin, bir yerlerin ve bir şeylerin arasında kalmış varoş bir mahallesinin, en tuhaf hikâyelerinden biriydi fatih. hasta, kaçak, katil, en çok da deli, her şeyi derlerdi fatih’e ama kimse bilmezdi gerçeği. mahallenin eskileri ya ölmüş ya da gitmişlerdi, yeniler ise söylenegelmiş hikâyeleri kabullenmişti. köşedeki gri apartmanda yaşayan deli fatih, evinden dışarı hiç çıkmamış, artık kimsenin yüzünü hatırlamadığı, sesini tanımadığı, varlığını bile geceleri hiç sönmeden yanan ışığından ötede bilmedikleri, bir hayaletten farksız olan fatih.
    tekrar derin ve içli bir of çekti adam, biten sigarasının arkasına bir yenisi bağlayıp devam etti; “abi sen yabancım değilsin rahmetli babam bir seni bilirdi bu mahallede. bak benim bu işi halletmem şart, bıçak kemiğe dayandı artık.
    biliyorsun, amcamlara sattırdım evi, dayımlar da geçen ay çıktı noter işleri kaldı bir tek, biz ilk çıktık evler piç oldu diyorlar. bu göt çıkmadan belediye yolu açamıyormuş, e yol başlamadan evlere dokunmuyorlar. dayılar, amcalar tepemde, sussunlar diye para verdim ellerine kredi çekip, onun vadesi geliyor iki haftaya. o sikik müteahhit de inşaattan önce para vermiyor, dedim bak bana vereceğin daireye say, yok.
    geldikçe geliyorlar üstüme. iki oda evde dokuz kişi kalıyoruz abi bir aydır, inan allahıma çıldıracağım. bir de sen üstüne uğraşma boşver falan dedikçe, bir tuhaf oluyorum.
    annem bir taraftan, karı bir taraftan, isa dayım öbür taraftan, evde ruhumu emiyorlar abi. bir şevval’im var beni düşünen, garibim.
    hani ufak dayımın dört tane piçi var ya, onlarla kalıyor küçücük odada. evvelsi gün hocası aradı okuldan, dedi zehir gibi kızdı bu şimdi derste uyuyor. e uyur tabii yavrum o piçler uyutur mu hiç. ha birbirlerini boğazlarlar ha cam pencere indirirler.
    of allahım of…”
    akif bu sırada usulca ayağa kalkmış yarısından biraz azı içilmiş büyük bir rakı şişesiyle, bardak getirmişti tezgâhın arkasından. kasanın üzerine dizip; “vaktin var değil mi?” diye sordu. sesinde bir tuhaflık vardı, çatallı ve sert tonuna rağmen hissedilebiliyordu.
    “var abi var, bizimkiler düğüne gitti.”
    “e kız?”
    “o evde, sınavı varmış pazartesiye. hem kafasını dinlesin biraz güzelim.”
    bardakları ağzına kadar doldurdu akif; “ne desem ki oğlum sana. o fatih, çıkmaz bilirim ben. ha polis ha belediye anca biri tutup atacak onu oradan, hoş bile zor ya. ne laftan anlar ne halden, o öyle bir dünyada yaşıyor, o ev kadar dünyası dışarısı cehennem ona.”
    “abi sen de böyle dersen ben ne yapayım?” dedi adam, bu kez sessiz fakat daha da derinden bir of çekerek.
    kadehlerini, ellerinde kalan son şeyler olduğuna inandıkları şereflerine kaldırdılar. tek seferde bardakların yarısını içip kalan yarısına da su doldurdular. ikisi de bir sigara yaktı.
    “abi sen bir şeyler biliyorsun değil mi bu herif hakkında.”
    akif cevap vermedi, gözleri bir yerlere takıldı sessizce sigarasını içmeye devam etti. biraz sonra rakısından büyükçe bir yudum alıp; “sözüme güvenirsin değil mi sen?”
    “estağfurullah abi o nasıl söz, tabii ki. ben niye geldim sana.”
    “ha işte o zaman iyi dinle beni. bilmem bilir misin baban anlatmıştır belki, biz kahveciydik eskiden kahveydi yani bu dükkân yandaki sucuyla birleşikti. bakkalı 79’da açtık. kahveyi bombalamışlardı bizim o sene, öğretmen bir herif vardı alperen’in babasının kiracılarından o yaptı dedilerdi. babam da bıkmıştı zaten kahveden uğraşamıyordu artık, yeniden yapılırken bakkala çevirdik.
    bu fatih’in babası kurmaydı, binbaşı, bizim kahvede öldü o gün. zaten o öğretmene de on beş seneyi sırf onun için vermişlerdi, başka ölen olmamıştı yani.
    neyse, 2,3 sene evvelinde taşınmıştı buraya fatih’ler, anası bu ufakken ölmüş babasıyla gezmişler şehir şehir. o gri binaya kadar işte. sessiz sakin insanlardı, e mahallede asker olması da iyi bir şeydi o zamanlar, güzel güzel yaşayıp gittiler. babası rahmetlik olunca o gün, bu fatih kaldı tek başına. üç gün mü beş gün mü, bir herif geldi sonra…”
    akif’in soluğu kesilir gibi oldu o an. rakısından bir yudum daha aldı, bir sigara daha yaktı; “…böyle garip bir herif. takım elbiseli, jilet gibi, bond çantalı falan. avukat demişlerdi. devlet fatih’e yetim maaşı bağlamış, babasının da deden kalma toprağı mı ne varmış onun parası var dedi, ne olduğunu anlamadık çat diye bastırdı parayı aldı evi süleyman abiden, çocuğun da üstüne yaptı. sorduk tabii, üçlük eve beş verdi dediydi.
    neyse uzatmayayım bu fatih öyle kaldı işte mahallede. 15-16 yaşındaydı bunlar olurken. ama görsen nasıl akıllı çocuktu. devlet bir para verirdi buna maaş diye ama birahaneler de falan da çalışırdı. bulaşıkçılık, komilik, getir götür her işi yaptı, okurdu da ama bir yandan. ödev mödev de yazardı parayla. öyle büyüdü gitti. ne kimseye el açtı ne kimseden yardım istedi, dört sene beş sene ne bir ahbabını gördük ne bir akrabasını. zaten eli mutfağa alışınca yemek de kabul etmez oldu mahalleden. sabah 8’de çıkardı evden, gece 10’da 11’de gelirdi, ruh gibiydi. akrandık ama hiç yüz göz olmazdı bizimle, mahalleden de çok hayranı vardı ha yakışıklı çocuktu yani. hoş arkadaşları var derlerdi yani görürmüşler de bazen, bilemem tabii, evine kimsecikleri getirmezdi. liseyi bitirince mühendisliği kazanmıştı bu. her şey aynı devam tabii bir sene mi iki sene mi öyle gitti.
    sonra bir gün bir kadın geliyor bunu evine. ben askerdeyim o zaman ama sonları yani bir haftam mı on günüm mü ne, öyle bir şey kalmıştı. bana söyleneni anlatıyorum sana yani. neyse geliyor işte bu kadın, bizim mahalleli kuduruyor tabii meraktan onca sene ilk kez biri fatih’e geliyor. akrabası olsa öğrenirler, e kız davası olsa o da değil yaşlıca, çökmüş bir kadıncağız. yarım saat bir saat neyse oturuyorlar evde, sonra çıkıp gidiyor kadın.
    işte o gün bu gün…
    o günden beri fatih evden hiç çıkmadı. kimse bir daha yüzünü görmedi doğru dürüst. eve bir kapandı çocuk, öyle söndü gitti.
    askerden döndüm, üç beş gün olmuştu daha, babam zorla oturttu dükkânın başına hemen. daha anlamamıştık tabii fatih’in durumunu, on gündür evde çocuk hasta olmuştur diyorlardı. çay çorba yolladılar yok istemem deyip geri gönderiyordu. neyse o sabah, o herif tekrar geldi mahalleye hani babası rahmetlik olunca gelen, avukat olan güya. fatih’in evine giriyor yarım saat durup çıkıyor.
    görür görmez tanımıştım ta sokağın karşı ucundan. bir gram değişmemişti herif, ya hiç mi yaşlanmazsın. yok, aynı kalmış, sanki böyle heykel gibi. aynı takım, aynı saç, aynı bakış. inanmazlar bana ama ben eminim kendimden. zaten o baktı fatih’e bana kalırsa. her ay bir zarf dolusu para gelirdi evine. faturaları hep gününde yatardı. biri seni kollamadan otuz küsur sene evden hiç çıkmadan nasıl yaşayacaksın.
    erzakını bizden isterdi. yollardım oğlanı, bazen de ben giderdim. kapıyı bile açmazdı, zincir hep takılı olurdu. aradan parayı atardı, ben gidince de çıkıp poşetleri alırdı. kafası da hep önünde olurdu, koridora bile bakmazdı. öyle hızlıca kapıp kaçardı.
    ama tabii şimdi seninki gibi değil de çok denediler fatih’i çıkartmayı. bir ara bir memur abi vardı ailesiyle bizim karşıda yaşıyorlardı. anlattık tabii fatih’i, bu bir kafaya taktı ben bu işi çözeceğim diye. bakanlığa yazmış. bir gece polisler geldi, cankurtaranlar falan. kapı duvar, fatih çıkmıyor. bir şeyler oldu, bir telsizler gitti geldi, dediler yapacağımız bir şey yok zorla giremeyiz, öyle kaldı.
    ondan üç beş ay sonra da apartmandakiler ayaklandı. yok, katilmiş yok bombacıymış, mahkemeye verdiler. kaç sene sürdü o da ama hiçbir şey çıkmadı. kendileri gittiler apartmandan sonra. bir veyseller kaldı işte eskilerden geri kalanlar hep gelip giden kiracı oldu. karşı dairesini zaten biliyorsun yıllardır boş. e insanlar da haklı, bilmiyorlar korkuyorlar fatih’ten.
    bir keresinde de mahalle toplanmıştı, bu satanistlerin çıktığı dönemdi. yok, bu fatih şeytana tapıyormuş da yok sokak kedileri o apartmandan çıkmıyormuş da, bir ton tatava. zor ikna etmiştik, yine polisler falan gelmişti de kapıyı bile açmamıştı. linç bile ederlerdi o gece de, yine iyi kurtuldu.
    kanun kaçağı dediler, üç harfli girmiş dediler, evde ceset var ondan çıkmıyor dediler, dediler de dediler. en son, kamil abinin büyüğü var ya hani, doktor. agorafobi bu dedi, yani evden çıkmaktan korkuyormuş. ruh doktoru getireceksin buna anca öyle çıkar konuşa konuşa, o da belki.
    öyle öyle unuttular fatih’i işte, yıkma yapma işi olmasa kimse de hatırlamazdı ya. bir gece ışığı yanmayacak, diyeceğiz öldü. içeri gireceğiz, nasıl yapacaksak artık tank gibidir ha onun kapısı bilirsin. otuz kırk sürgülü. sonra da gömeceğiz anca öyle çıkar o evden.”
    “abi nasıl işmiş ya bu.” bu acıklı hikâye boyunca ikinci kadehler de ilki gibi içilmiş, neredeyse sonuna gelinmişti.
    “ya kimler kimler denedi yani. o adamın arkasında bir şey var oğlum, sen uzak dur. bırak belediye mi çıkartıyor, mahkeme mi çıkartıyor sen karışma ama.”
    “peki abi kimse mi girmemiş bunun evine onca sene. hiç mi bir şeyi bozulmamış, hiç mi bir ihtiyacı olmamış yani.”
    “oğlum ne diyorum sana, bu çocuk zehir gibiydi. e bir de mühendislik gördü üzerine. senede iki kere de alet edevat istetirdi eskiden. jeneratörü falan her şeyi vardır evinde.”
    “tevekkeli elektrik falan gidince bunu ışığı sönmüyor.”
    “tabii oğlum, o evin içi allah bilir nasıldır.”
    adam bir yolculuk yapmış gibiydi, yarım saat öncesine kadar içinde bulunduğu nefret uzak gelmeye başlıyordu yavaş yavaş. acımıştı fatih’e.
    kadehini bitirip yenisi doldurdu sonra da bir sigara yaktı; “şimdi ben bu avukat dediğin adamı mı bulsam ki? o hallediyordur herhalde tüm işlerini hala. ama kaç sene diyorsun, ölmüştür belki bile adam.”
    “ölmez oğlum o, onda bir şey var. sen de bulacağım falan deme sakın unut o adamı.” akif’in yüzünde bilinmezliğin korkusu vardı. gözleri büyümüş, sesi her nasılsa incelmişti.
    adam avucuyla alnına vurdu birkaç kere, elini kaydırıp yanağına koydu sonra; “ya nasıl ölmez abi bırak allah aşkına. sen de var bir şeyler, anlatsana bana şu herifi.”
    “gece gece konuşturma beni.” dedi akif. gerçekte de konuşmayı hiç istemediği bir konuydu bu ama karşısındakinin bir aptallık yapmasından da korkuyordu. derin bir sessizlik olmuştu bu cümleden sonra.
    mecbur dedi akif içinden, rakısının kalanını tek seferde içti. yenisini doldurdu, ondan da sek bir yudum alıp masadaki paketten bir sigara yaktı. çok uzun yıllardır anlatmadığı bir şeyleri dökecekti masaya. ağzının da zihnin de iyice uyuştuğuna emin olduktan sonra, derinlerden gelen rahatlamaya benzer bir nefes verdi. anlatacağı şeyleri duymaya o bile tam olarak hazır değildi.
    “gördüm onu ben, ta ilk geldiğinde mahalleye. sağlam kalan masa sandalye neyin taşıyordum kahveden depoya. aldım kucağıma beş tane tabureyi, önümü göremiyorum tabii. köşeyi döndüm çarptım bir adama, düştüm. kafamı yerden kaldırınca ayaklarını gördüm ilk, yılan derisi ayakkabıları vardı. böyle kahverengi turuncu arası bir takım elbise giymiş, elde bir çanta. boylu poslu, saçları yapılı bir adamdı. özür dileyecek oldum önce, sonra bakmaz olaydım gözlerine baktım. nasıl desem sana, ateş vardı gözünde, bir şeyler yanıyordu yani. öylece kalakaldım kıpırdayamıyorum ama.
    bu tuttu beni saçımdan, ama çekiyor kopartacak yani nerdeyse,yaklaştı yüzüme iyice uzun uzun baktı gözümün içine. ağlamıyorum ama yaş geliyor gözümden. o ateşe daldım sanki aldı beni bir yerlere götürdü. dünya karardı etrafımda, kimsecikler yok. bir ben varım bir de o adamın gözleri. düşüyorum gibi o ateşin içinde ama varamıyorum da bir yere. sanki bir ip dolamış boynuma da salmış gibi aşağıya beni.
    hiç çıkmadı aklımdan yüzü. sanki gülüyordu bana. gülmezdi ya güler gibiydi işte. patates baskı gibi, öyle kazındı yüzü. ne kadar kaldık öyle bilmiyorum bir ara bir dua okudum diye hatırlıyorum içimden sanki biri çekip yukarı çıkardı beni, bir kendime geldim adam yok. tabureler yerde, ben öyle dikiliyorum başlarında. yüzüme dokundum, ağlamışım. sonra ağzıma bir tat geldi, baktım burnum kanamış. ama yürüyemiyorum. soluk soluğa kalmışım, bir gayret adım attım nasıl yanıyor canım. etlerim ağrıyor dayak yemişim gibi.
    bir an saçlarım geldi aklıma. filmde izlemiştik, adamın korkudan saçları beyazlıyordu bir anda, çocuk aklı işte, yandaki dükkânın camına baktım bir şey yok allahtan. oh dedim bir karıştırdım saçlarımı, onun dokunduğu yer nasıl sıcak yanıyor sanki. neyse uzatmayayım, tabureleri falan bıraktım orada gittim doğruca eve. anlatamadım da tabii kimseye.
    her gece rüyalarıma girmeye başladı sonra…
    duruşu, bakışı, gözleri… öyle dikilirdi karşımda her gece. yavaş yavaş süzülür gibi gelirdi yanıma, gülerek bakardı bana. sonra da ateşin içine düşmeye başlardım karanlıkta. önceleri korkarak uyanırdım sadece. epey bir süre böyle gitti, alışıyordum artık ömrüm boyunca her gece aynı kâbusu göreceğim diyordum. yani hayat devam ediyordu işte.
    ama ağlamalar başladı sonra, her gece ağlayarak uyanırdım. bazı geceler burnum kanardı. çekinirdim babamdan görmesin isterdim bitecek derdim. biter mi ama çığlıklar başladı bu sefer de. hem ağlıyorum hem avaz avaz bağırıyorum her gece. mecbur öğrendi bizimkiler, hoş anacığım bilirdi de babam öğrendi işte. önce bir temiz dövdü beni, karı gibi ağlıyorum diye sonra da başladı işte doktor doktor gezdirmeye. kar etmedi o da, ama sonra bir ilaç buldular bana. bayıltırmış adamı. hakikaten işe de yaradı ilk zamanlar, böyle ölü gibi uyuturdu beni. uyuduğumu da anlamazdım bayılmış gibi olurdum. eczacı ilknur abla vardı hatırlarsın sen de, bir gün çekmiş babamı demiş bunu böyle şeker gibi yutturmayın artık çok zararlı. tamam dediler bıraktım ilacı. bu sefer de korkudan uyuyamıyorum. az az, yarı uyanık yarı uykulu gitti bir süre. kabuslar yok. nasıl rahat etti bizimkiler. ben de tabii. genciz, kolay unutuluyor, bir iki ay geçti her şey yolunda. ama biter mi?
    bitmedi…
    gene buldu beni bu iblis. kabuslar aynen devam. lise sona geçmiştim o sene, altıma işemeye başladım uykumda. gözleri daha yakındı, saçımı daha sert çekiyordu, ateş daha sıcaktı. her gece işetiyordu beni. su bile içmiyordum olmasın diye, artık bayılana kadar ne kadarsa uyumazdım da geceleri. anam perişan oldu, babam yine delirdi. alışıktım ben uykusuzluğa artık. sabahlardım, ezandan sonra bir yarım saat kırk beş dakika sızar sonra kalkardım.
    okulu da bıraktım sonra, bizimkilerin de gönlü yoktu zaten. korkuyordum okulda uyur kalır da altıma işerim diye. pek akıllı da sayılmazdım zaten, itlik serserilik. bir de bakkaldı mecburi istikamet, öyle bitti okuma işi. doktorlar yine yapamadı bir şey, ilacı da bulamadık yasaklandı falan dedilerdi. başladık bu sefer hoca hoca gezmeye. girmedik camii, sormadık hoca bırakmadı annem. muskalar dualar, olmadı. hemen her gece düşerdim gözlerine, o ateşe.
    böyle üç gün beş gün uyumazdım bazen, zorla yatırırdı annem beni, başımda kuran okurdu bütün gece. çoğunda uyuyor numarası yapardım rahat etsin diye. bazen de uyuyakalırdım, yine görürdüm de o şeyi, ne altıma yapardım ne çığlık atardım. anacığımın duası mı korurdu bilmiyordum. hiç adını anmazdı annem onun, kötü şey bunlar anma adını, düşünme derdi hep.
    neyse uzatmayayım, susuz, uykusuz öyle gitti bir süre. naylonlu yataklar, ördekler, muskalar… azalıyordu bazı bazı, sonra yine başlıyordu kâbuslar. bitti diyordum başa dönüyordum hep. bir gece geldi babam, dedi seni askere yollayalım orada adam olursun. el mahkûm gittim. annem üzüldü biraz ama ne yapacak kadın. ona da bir umut oldu belki düzelirim diye.
    ah o yediğim dayakları ben bilirim, gece çavuştan sabah komutandan. ulan insan gönüllü çapraza çıkar mı? ben çıktım, sırf uyumayım diye. beş ay, altı ay öyle öyle gitti. sonra azalmaya başladı kâbuslar, işeme bitti, ağlama bitti, nefes nefese uyanırdım bazı geceler o kadar. belki dayak korkusuydu desen, o da değil yüzüm alışmıştı artık. neyse artık sebebi, bitti. altıma işetmeyince, ağlatmayınca kâbus gibi de gelmez oldu o şey. öyle eski bir ahbap gibi haftada iki-üç ziyarete gelirdi.
    o ara amcamlar köye dönmüş, babam bakkal seni bekliyor diyordu. eve’lallah hazırdım, bittiğini hissediyordum artık. neyse uzun lafın kısası bitti askerlik döndüm mahalleye, işeme yok, ağlama yok, kâbuslar bitti gibi. sonra bir sabah, fatih’e bir adam geldi dediler. merak da var ama korktum, bakamadım, soramadım kim diye. öğlen oldu, çıktım dükkandan eve gidiyorum yemeğe. döndüm bizim köşeyi, orada gördüm…
    hani nasıl derler elim ayağım boşaldı, öylece kalakaldım. koca adamım, yumdum gözümü çakıldım olduğum yere. gözüm kapalıydı ama görüyordum. biraz yürüdü benim hizamda durdu karşı kaldırımda. içim çekildi sanki, bir kuvvet araladım gözümü, aynı adam. aynen duruyor, gram değişmemiş, hiç yaşlanmamış, aynı duruş, aynı saç.
    bakamadım ama gözler de ateş de aynıydı, hissettim.
    yanıma yanaştı ama yürümedi süzüldü uçar gibi sanki geldi dikildi karşıma. ben ömrümde, o anki kadar korkmadım hiç. çenem mi kitlendi, ayaklarım mı tutmadı, çıktım sanki bedenimden. etten heykel gibi kaldım.
    bakmadım ama gözlerine, kaldırmadım hiç başımı. lacivert bir gömlek vardı üstümde, beyaz düğmeli, kilitledim gözlerimi bir düğmeye nefesimi tutup. elini başımın üstüne koydu, ağlamaya başladım o an.
    “bitti değil mi kâbuslar, işemiyorsun artık altına değil mi akif.” dedi. öyle bir sesi vardı ki, sanki içimden geliyordu. yılan gibi böyle, vücudumda geziyordu.”
    akif’in gözleri dolmuştu. biraz su içti, bir sigara daha yaktı; “yok dedim, nasıl dedim niye dedim bilmiyorum. öyle çıktı ağzımdan ama hiç bakmıyorum yüzüne. parmaklarını saçımda gezdirdi, okşadı sevindim dedi gülerek. sonra yine yanımdan süzülüp, kayboldu gitti. ne kadar kaldım orda öyle bilmiyorum, bir an bir kendime geldim. ağlamam durmuş, burnuma dokundum kuru kan var. hızlı hızlı gittim eve. iki gün uyuyamadım korkudan.
    kurban olduğum sağ olsun, bir daha hiç görmedim. diyordum ya azalmıştı diye, o günden sonra bıçak gibi kesildi. kaç sene geçti işte bir kere bile görmedim o kabusu. baksam gözlerine o gün yine görürdüm belki ya, allah vermiş de bakmadım.”
    akif tekrar yutkundu bu kez yeni doldurulmuş rakısından bir yudum aldı; “o adam insan değil oğlum, o bir şey. neyse o şey, fatih’le de beraber. benden akıl mı istiyorsun, fatih’e bulaşma, duanı oku yat uyu. annen de karın da dayıların da geçer, bırak o fatih’i sen. bırak kim uğraşırsa uğraşsın, kim çıkartıyorsa çıkartsın ama sen uğraşma.”
    adamın üzerinden kamyon geçmiş gibiydi, önündeki rakıyı bitirmiş akif’in sözünü kesmeden ikisine de yeni kadehler doldurmuştu. sessizlik bu hikâyeyi kaldırabilecek tek şeydi, kadehleri tekrar boşalana kadar, hiç konuşmadılar. uzakta bir yerlere bakıp, sessizce içkilerini içtiler.
    bir süre sonra derin bir nefes verdi adam; “peki akif abi, sen hiç gidip sormadın mı fatih’e o adamı?”
    sessizlik akif’e yaramıştı, rahatlamış görünüyordu; “bir kere gittim. bu, eve kapanalı bir buçuk iki seneye yakın olmuştu… aramızda ha bunlar, çok yoktur bilen hiç kalmadı hatta mahallede.”
    “mezara kadar abi.”
    “ne bileyim oğlum, torunlar falan var artık bir tuhaf oluyor insan bunları konuşunca. neyse işte içtik bir akşam, baban da vardı hatta o gece. kalktık, eve yürüyorum bir şey dürttü beni. çıktım yokuştan dosdoğru girdim fatih’in apartmanına. çaldım çaldım kapı duvar tabii. sarhoşluk tabii, bilmiyorum kaç dakika durdum orada. bir ara bir tıkırtı duydum. yapıştım kapıya, fatih dedim o adam, o şey kim dedim. tak açtı kapıyı, zincir takılı tabii, kimsin dedi. akif dedim bakkal, git dedi kapadı kapıyı. gider miyim hiç, daha bir yapıştım. gözlerini gördüm dedim, o ateşi gördüm, hayatımı sikti. cevap vermedi, sen de gördün değil mi dedim, biliyorsun dedim ondan çıkmıyorsun.
    gene açtı kapıyı kafasını uzattı aradan baktı bir yüzüme, akif dedi, sözünü etme, düşünme onu, sustur kafandaki sesleri, iyi insan ol, hayatının değerini bil, o zaman bulamaz seni. kapadı kapıyı yüzüme, öylece sustum, oturdum merdivenlere ağladım. kendimi gördüm sanki fatih’te, böyle aynaya bakmış gibi oldum.
    benim bir kulübe vardı askerde, her gece 3-5 aynı yerde tutardım. onun camından kendimi izlerdim geceleri, kendi gözlerimdeki şeyi fatih’in gözlerinde de görmüştüm o gece. hani sustum işte, acıdım mı anladım mı bilmiyorum. öyle sustum…
    sonra da bir daha hiç konuşmadım. “
    “ne desem bilemedim abi…”
    “deme bir şey oğlum, bırak isa dayın olay çıkartsın. fatih’e dokunmaktan iyidir.”
    şişenin dibinde kalan azıcık rakı pay edildi. derin birer iç geçirdi ikisi de, sessizlik içinde içildi son kadehler. fatih’in herkesçe başka bilinen hikâyesi, bambaşka bir yöne sapmıştı adam için. hiç hesap etmediği bir şeytan yerleşmişti hayatının ortasına. fatih’e olan hıncı yok olup gitmişti bir saat içinde.
    akif’e inanmayabilirdi, inanmak bir tercihti en nihayetinde. fakat böylesi bir hikâyenin ağırlığı da ancak inancın kuvvetiyle kaldırılabilecek gibi geliyordu ona.
    tüm bu hikâye, evdeki sorunlar, hepsi büyük bir düğüm gibi bağlanıyordu aklında, her şeyin ortasında da şevval vardı.
    ezan okunmaya başladığında, son sigaralar bitmiş ağzı kesik kola şişesinden külluğe atılmıştı.
    “abi teşekkür ederim her şey için, ben müsaadeni isteyim.” dedi adam.
    “ne demek oğlum, ne zaman istersen buradayım. hem bana da iyi geldi, böyle bir rahatladım anlatınca.”
    sarıldılar, tüm konuşulanlar masaya bırakıldı, hızla etrafı temizlediler, kepenkleri kapayıp evlerine gitmek için ayrıldılar.
    biraz yürüdükten sonra bir şey dürttü adamı, aniden durdu. geri dönüp bakkalın önünden tekrar geçti, köşeyi döndü, akif’in evinin önünden geçti, yokuşu tırmandı, az sonra gri apartmanın önünde buldu kendini. bir sigara yakıp kaldırma, yanmayan sokak lambasının altına oturdu. zifiri karanlıktı sokak bir tek fatih’in ışığı yanıyordu. hiç çıkmazdı ya cama, bir umut görmek istiyordu onu. onca yıldır bu mahalledeydi, bir kez olsun görememişti fatih’i.
    inançlı biriydi, şeytana da cehenneme de iman ederdi. fakat böylesi şeyler tatbik edilmeden oldukça muğlâk gelirdi kulağa. etrafında hissetmek, dâhil olacak kadar yakınında olmak varlıklarına, bambaşka hislerdi. tabii tutulduğu etten sınavın onu böylesi bir duruma sokması, korkutucuydu.
    fatih’in evine girip onu yaka paça evden çıkartabilirdi, ona her şeyi yapabilirdi ama ya şeytanı. onu bunca yıl o eve kapatacak kadar, akif’e senelerce musallat olup her gece altına işetecek kadar korkutan şeytan, ya kendisini bulsaydı, o zaman ne yapardı.
    ya şevval’e ulaşsaydı, o zaman ne yapardı.
    belki yaşlı bir adamın hayal gücü, belki inandığı şeylerin inanamayacağı kadar yakın oluşu… hep korktuğu o alev, o şeyin gözlerinde yanıyorsa, ne yapabilirdi ki ona? bakmama cesaretini göstermek, merakı bastırmak, dizginlemek o vahşeti, öylesine zor şeylerdi ki o an için. o adam, o şey, ne yapabilirdi ki ona? kâbuslarına girsin, eve kapatsın, altına işitsin, canını alsın isterse ama şevval’in bir evi olsun. o veletlerden ayrı bir odası, büyüyünce kullanacağı üç kuruş parası olsun. gerisinin hiçbir önemi yoktu adam için, hem fatih’e de hayrı dokunurdu belki. o esaretten, o delilikten, onca çileden kurtarırdı onu. kızı için bir ev, kendi için bir lanet, ödenebilir bir bedel gibi geliyordu.
    sigarasını söndürüp ayağa kalktı, olduğu yerde sendeledi bir an. dengesini bulduktan sonra yavaş adımlarla boş apartmana girdi, ağır ağır yukarıya çıktı dar merdivenlerden. en üst kata geldiğinde durdu, derin bir nefes alıp verdi. tam kapıyı çalacağı sırada aralık olduğunu gördü. gözleri büyüdü, nefesi hızlandı.
    sessizce açtı kapıyı, fatih diye seslendi ürkek bir sesle. etrafına bakmıyordu bile, sadece fatih’i arıyordu gözleri. üst üste dizilmiş kutuların arasından geçip salona girdi, yerde biri yatıyordu. üzerinde rengi açılmaktan beyaza dönmüş mavi bir pijama olan, uzun beyaz yağlı saçlı ve olduğundan çok daha yaşlı görünen bir adamdı. başına geçti hemen ; “fatih?” dedi. iki adam da nefes almıyordu o an. ama biri almaya başladı biraz sonra. dürttü, tokat attı, fatih uyanmadı.
    acısız bir ölüme benziyordu onunki…
    adam ayağa kalktı, bir iki adım geri çekilip elleriyle ağzını kapadı. çok olmamıştı öleli, ışığı yanıyordu, vücudu soğuk değildi. sanki o an ölmüş gibiydi. midesi bulanmaya başladı adamın, başı dönüyordu. perdeyi çekip, camı açtı kusmamak için.
    az önce, apartmanın dışında oturduğu yere takıldı gözleri aniden, biri duruyordu sokak lambasının altında. karanlığın ortasında bile anladı kim olduğunu. uzun boylu, elinde çanta olan bir adam, bir şey, ona bakıyordu karanlığın içinden. gözleri, iki kızıl tas gibi parlıyordu.
    tıpkı anlatıldığı gibi ona, kalakaldı. gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
    bir süre bakıştılar karşılıklı, mesafe yok olmuştu, yüz yüzelerdi sanki. ateşi gördü, sıcaklığını hissetti.
    bir an sonra sağ kolunu boyu hizasında ileri uzattı karanlıktaki şey, önce parmaklarını iyice açtı sonra yavaş yavaş yumruk yaptı elini. saç diplerinde bir sıcaklık hissetmeye başladı adam, kalbi her an tekleyecekmiş gibi hızlı atıyordu. boynu sanki yukarıdan çekiliyormuş gibi kasılmaya başladı, kafası havaya kalkıyordu.
    nefesini kesmek üzereyken, durdu. elini açtı, kolunu indirdi. gözlerinin aydınlattığı suratına bir gülüş kondurup, karanlığın içinde süzülüp kayboldu. kayan yıldızları andırıyordu gözleri.
    adamsa dizlerinin üzerine çöktü, başını ellerinin arasına aldı ağlayarak. yavaşça egildi, sonra yüz üstü yere yattı. saç dipleri yanıyordu. vücudu yaşlı bir adamınmışçasına yorgundu. kesik nefeslerle ulur gibi ağladı.
    “gördüm onu… dışarıda, beni arıyordu…”
296 entry daha
hesabın var mı? giriş yap