2 entry daha
  • mehmet coral'ın konstantiniye'nin yitik günceleri adlı kitabında hikayesiyle yeniden karşıma çıkmıştır. yazar şöyle anlatmış:

    fatih camii külliyesi'nin güney duvarını geçtikten sonra sağa, yavuzsultan caddesi'ne dönülür. yaklaşık 150 metre daha gidip, sola döndüğünüzde, yolun hemen yanında uzanan mescidin demir kafesli duvarına yaklaşılır. mimar atik sinan'ın kabri işte buradadır. yüz yüze birbirine bakan kitabeli taşların altında yatar. kitabedeki eski türkçe yazı çok güzel bir kaligrafiyle yazılmıştır. bugünkü dile çevirilirse;

    "tanrı'nın affına ve inayetine mazhar olan mimar sinan, ölümlü dünyadan 876 yılının birinci rabi ayının yirmi yedinci günü (13 eylül 1471) perşembeyi cumaya bağlayan gece akşam namazından sonra, deniz kıyısındaki karanlık hapishanede şehit edilerek, ölümsüz dünyaya göçtü. tanrı onu mezarın ve cehennemin acılarından korusun..."

    atik sinan'ın öyküsü neredeyse anonim. hiçbir kaynak bilimsel açıklama getiremiyor. zaten hakkında o denli az bilgi var kırıntısı var ki... osmanlı kaynakları masalsı, hatta fantastik öğelerle süslü. rumlarınki ise, abartılı ve birbirinden kopuk. anlatılanları iki ucundan kabaca düğümlersek, mimarın öyküsü şöyle gelişiyor:

    gerçek adını kimse öğrenemedi. rumlara göre adı "hristodulos"tu. osmanlı kaynakları ise isminin "abdullah" olduğunu söylüyor. biri rum, diğeri arap kökenli her iki isim de "allah'ın kulu" anlamına geliyor. bu durum olayın gerçek yüzünü bir ipek peçe gibi saran anonim temaya da ne denli uyuyor değil mi? o görkemli mabedi allah'ın bir kulu yaptı!..

    yaklaşık 600 yıl önce, osmanlı imparatorluğu'nun avrupa topraklarında bir yerde, köle olarak doğdu. ailesi ve hıristiyan kökenleri hakkında bir şey bilinmiyor. çocukluğunun baharında devşirildi. cihan kenti konstantiniye'ye getirildi. islam'a döndürüldü. sinan oldu... o devirlerde dönmelere "mızrak" manasına gelen bu sözcük yakıştırılırdı. "din'in mızrağı!"

    içinde oldum olası bir yaratma aşkı duydu. çevresine bakınıyor, her şeyi yeniden şekillendirmek, hacimlendirmek istiyordu. taş kırdı, harç kardı, duvar ördü; çıraktı, usta mimar oldu. tasarımlarının zenginliği, kurduğu yapıların içine doldu. sonunda, esaretinden azat, yani "atik" oldu. cihan kenti konstantiniye'nin fatihi, yedi düvelin hakimi, sultan mehmed han onu başmimarı yaptı. ona, kendisi ve inancı adına, gök kubbenin yere indirilmiş hali olan ayasofya kilisesi'nden daha görkemli bir mabet inşa etmesini, hilali * salibe * üstün kılmasını buyurdu.

    atik mimar bunu önce tanrı'nın, sonra efendisinin bir lütfu saydı. günler, geceler boyu o her türlü ölçüyü aşkın kütlesiyle bin yıldır var olan mabedi seyretti. kendi yapıtını tasarladı. sonra çalışmaya koyuldu. bu olağanüstü misyonu tamamlayabilmek, tanrı'nın evini kiliseden camiye taşıyabilmek için yaşamının her zaman birimini yaptığı işe hasretti.

    atik sinan, bugün fatih camii olarak bildiğimiz anıtsal yapıtını, insanüstü bir gayretle, tam 7 yıl 11 ay sonra tamamladı. bugünkü yapı 1766 depreminde harap olan özgün yapının yerine ii. mustafa tarafından yaptırılmıştır. uzmanlar mimari tasarım olarak aslıyla bir alakasının olmadığını savunuyorlar.

    güzel bir yaz sabahı kadar aydınlık, küçük bir çocuğun duası kadar temiz ve ruhun ölümsüzlüğü kadar heyecan vericiydi eser. gururdan arınmış saf bir ruh haliyle karşıladı açılışı yapmaya gelen efendisini. yapıtını ona ve onun şahsında islam'a armağan etti.

    padişah bir süre temaşa etti bu görkemli eseri. sonra celallendi: "benim camimi ayasofya kadar âli* etmeyip, benim birer rum haracı eğer sütunlarımı kesip camimi kasten alçak ettin!" diye haykırdı mimarın yüzüne. efendisinin basit bir teşekkür sözcüğü onu ihya edecekken, bu kelama çok şaşırdı. sultanı inşaatın her aşamasını denetlemiş, onunla uzun sohbetler yapmıştı. istediği en büyük şey caminin sonsuza dek ayakta kalmasıydı.

    "padişahım, istanbul'da zelzele çok olub metanet üzere ila inkırazud deveran müebbet ola deyu iki amudu* üç zira* kesüb ayasofya'dan selh alçak ettim," diyerek eserini savundu. bunun üzerine gazaba gelen padişah "özrü, cürmünden büyüktür!" diyerek, hemen orada mimarın ellerini bileklerinden kestirtti. aklına, ilhamına ve ruhuna araç olmuş ellerinin celladın darbesiyle önüne düştüğünü göre atik mimarın o an dünyası karardı. duygu ufku yırtıldı.

    o günden sonra 3 yıl kadar dünyadan kopuk bir biçimde yaşadı. 1471 yılının bir eylül gecesi, nedensiz bir şekilde yakalanarak, deniz kıyısındaki pis kokulu eski bir bizans zindanına götürüldü. burada hoyratça dövülerek öldürüldü. ölürken kırılan kemiklerinin acısını hiç hissetmedi. yaşamla fiziki bağlantısını, eserinin kubbesi altında kalbinin kırıldığı an çoktan yitirmişti zaten...
7 entry daha
hesabın var mı? giriş yap