• işten ancak çıkıp, taksime geç ulaştığımdan dolayı taksim-osmanbey arasını da tek başıma yürümek durumunda kaldım. bir bakıma iyi de oldu; uzun zamandır kendimle baş başa kalamamış olduğumu farkettim. yarım yamalak çalışmayla girdiğim finaller, final haftası daha bitmemişken kara kara düşünmeye başladığım bütler, iş, güç daha bi sürü tipik hayat rutinleri içinde boğazıma kadar batmışım. ve o taksim-osmanbey arasını tek başıma kat ederken, yine kendi alemimdeyim; ama bu sefer daha hafif, daha ölçülü, ama o nispette de derin.

    bir yandan yürüyor, bir yandan düşünüyorum. bu adam birilerinin oğluydu, birilerinin arkadaşıydı, birilerinin babası, birilerinin amcası, evet birilerinin amcasıydı o. tam bu sırada aklıma geldi bundan birkaç ay önce akare yurtdışı eğitim fuarında denk geldiğim bir kız.

    benim durduğum standa gelen iki kıza üyelik formlarını doldurtuyodum ki, bir tanesinin soyadı dikkatimi çekti. adını şimdi de hatırlamıyorum, ama soyadının "dink" olduğunu görünce sordum ben merhumun bir yakını olup olmadığını. nedendir bilmem yüzünü biraz sıkıntılı bir ifade kapladı. arkadaşı onun cevaplamasına fırsat bırakmadan "evet, amcası olur" diye girdi araya. sonra kısaca son olayların kendisini çok gerdiğini, bunlardan dolayı son derece huzursuz olduğunu falan anlattı. ben de kendimce onu teskin ediyorum; "hiçbir şeycikler olmaz. senin amcan haklı bir mücadele veriyor. karşısında duranlar adam bile değiller. hem belki sen de ileride onun arkasında durursun davasında" falan şeklinde. karşımda bir tefekkür davası neferinin yiğeni var, ama o bu davaya kayıtsız. aile huzurunun kaçmasından şikayetçi. o an anlam verememiştim bu tavrına, yeni kuşak işte, mazur görmek lazım diyorum kendi içimden. zaten ne dediysem de kar etmiyor, görüyorum yüzünden.

    bilseydim o zamandan bugünkü olayın yaşanacağını, o kızı teskin edici tek bir kelime çıkmazdı ağzımdan. sorardım yine meraktan "hrant dink'in bir şeyimisin" diye, "evet" derse de kafamı önüme eğer, konuşmazdım.

    tüm bunları düşünürken en sonunda vardım kalabalığın biriktiği yere. kenardan başlara doğru ilerlemeye başladım. ilerilere gittikçe haliyle yürümek zorlaşıyor. biraz daha gittikten sonra bu kadarını yeterli gördüm ve durdum bir noktada. şöyle çevreme bakınırken, yukarı pencereden dışarı doğru agos gazetesini tutan gençleri görünce, tam gazete binasının olduğu yere gelmiş olduğumu anladım. sloganlar, bağrışlar falan, aradan bu şekilde herhalde bir yarım saat kadar bir şey geçti. ancak o zaman hemen iki metre kadar sağımda, optikçinin önünde hrant dink'in birkaç saat kadar önce cansız bedeninin yatıyor olduğu yere bırakılan karanfilleri ve yakılan mumları görebildim. artık bırakıldığı anda mekandaki eroini bulan narkotik köpeği gibi mi dersiniz, koca mezarlıkta babasının defnedildiği toprağı bilmediğinden, rastgele bir mezarın başına gidip ağlayan ve sonra o başında ağladığı sahipsiz mezarın gerçekten de babasının mezarı olduğunu öğrenen yusuf hayaloğlu gibi mi dersiniz, ne derseniz diyin işte ben de o hengamede kendimi hemen orada buldum.

    birkaç saat sonra gazete bürosundan yaşlıca bir adam herkese teşekkür edip, yarın cenazede buluşmak üzere dağılmamızı rica etti. kalabalıktan gelen "sabaha kadar buradayız, sizinleyiz" bağırışlarına birkaç dakika sonra aşağı kırmızı, beyaz karanfiller atarak karşılık verdi. her bir tarafa naifçe attığı çiçeklerden sonuncusu rüzgara da kapılıp daha ötelere gidecek gibiydi, ama o da hangi ara asılmış olduğunu anlayamadığım chp'nin altı ok flamalarından birine çarpıp inişe geçti. ne yazık ki, karanlıkta hangi oka çarptığını tam seçemedim.

    insanlar mum yakıp yavaşça bırakıyorlardı karanfillerin üstüne. gözüm yanmakta olan mumlardan birine takıldı. yanışını dalgın dalgın bi süre izledikten sonra "puf" diye söndü. az önce tüm canlılığıyla yanmakta olan alevin bir anda sönüp gitmesine üzüldüm ben. ama yanmakta olan öteki küçüklü büyüklü onlarca mumu görmem içimi yeniden hoş bir huzurla doldurdu. hem diğer tarafta, 8-10 yaşlarında kumral bir prometyus çömelmiş, eline aldığı bir mumla sürekli olarak çiseleyen yağmur damlacıkları altında sönen mumları yeniden tutuşturuyordu. hiçbir tanrıdan ateşi çalmak zorunda kalmadan.

    ahmet kaya gider, serdar ortaç kalır, hrant dink gider, ertuğrul özkök kalır, hulasa, 7-1'lik beşiktaş-trabzon maçındaki entrsinde de jokond'un babasının mutfakta rakı eşliğinde müzeyyen senar dinlerken söylemiş olduğu gibi; üçler beşler hep geçer, acılar kalır.

    ve acılar kalıyor bu ülkede yıllardır.
8 entry daha
hesabın var mı? giriş yap