1181 entry daha
  • bu adam sadece sinema için değil kültürel enformasyonun sosyal medya (yeni medya, kendilik medyası) bağlamında yarattığı yeni insan profili için nefis bir ayırt edici rol üstlenen arketiplerden biri bana göre. tarihin o şaşmaz perspektifi tekerrürü mitlerdeki hilebaz haberciler gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getire dursun, her çağ mitolojik/mitik mirasın kültür, sanat, bilim-kurgu diyalektiğini kendinden önceki çağlara benzer bir dinamizmle üretiyor. elbette temel bazı farklarla. haliyle insanın o dahiyane ölümlülüğünü, bitimliliğini, acizliğini unutturacak kahramanlara ihtiyacı var. işte tarih kendinin o bence pek şefkatli bağrından koparılarak ortaya saçılan kahramanlarını –zoraki şekilde- yaşatma konusunda doğurganlığını kutsayan müşfik bir ana gibi yavrularını yani kahramanlarını ölümlülerin zavallı ahvali üstüne serpiştirmekten çekinmiyor hiç. bir çağ aristo’yu getiriyor, diğeri michalengelo’yu, biri wagner’i, diğeri picasso’yu. ve nihayetinde çağın kahraman ihtiyacı nolan’ı çağırıyor imdada.

    dikkatli gözler (bağımsız, ilk dönem işleri hariç) büyük bir yönetmen kabulünden sonra -yani bir bakıma erginlenme töreninden sonra- bu adamın tüm filmlerinde tematik açıdan dünyayı kurtarma fikriyle nasıl boğuştuğunu gözden kaçırmamıştır. nolan filmlerinin kahramanları o temaşa deneyimi içinde dünyaları kurtarırken çağımızın büyücüsü yani şamanı olan nolan dolaylı bir ilkel içgüdüyle sinema yoluyla kendi idealizmi doğrultusunda dünyayı kurtarma girişiminde bulunur esasen. kahramanları pelikülde dünyayı kurtarırken nolan’da yaratmanın benzersiz ve haliyle fazlaca narsistik tatminiyle sinemayı yani dünyayı kurtarmanın keyfini sürer. o artık onu yaratan kanaatlerin (büyücü) yani cemaatin şifacısıdır. insanların başı her sıkıştığında onlara o uğursuz ölümlülüklerini hatırlatan can sıkıntısını def etmek için ipekten bir tülün altında tüttürebilecekleri sihirli dumanın aracısı olan filmlerini boca eder üstlerine yüce bir şaman bilgeliğiyle.

    peki nolan filmleri ona atfedilen bu ‘müthiş yaratıcı’’, büyük, ‘’dahi sinemacı’ sıfatını ne kadar karşılıyor. elbette burada ortaya konan düşünceler nihayetinde öznel şeyler. bunu tümden kanıtlamak ve formüle etmek doğal olarak mümkün değil ama bariz defoları göstermek, ya da bariz olanın sürekli sözde güzelliğine halel gelmesin diye bir peçeyle örtüldüğü ve ötelendiği ortak kanaat madrabazlığının da kültürel deliliğini, topyekünlüğünü işaretlemek lazım. en azından bana göre öyle olması gerek.

    insan nihayet bir boşluktan doğar. kendisi başlı başına yaratımın tabula rasa’sıdır bir bakıma. yaşama uğraşı o nihai boşluğu anlamlı kılacak öğelerle donatma sanatıdır birazda. kültürel aktarımın en temel öğesi haliyle öykü anlatılıcılığıdır ki yazı icat olanak dek insanlar kusursuz bir bellekle atalarından onlara miras kalan insanlık mitlerini aktarmak için büyük bir akıl ve disiplinle öğretmenlerinden gerekli dersleri aldı. her yaratım, her öykü, her durum ve tasarım bir bakıma tarihin sürekliliğini mitolojik mirasını ve elbet benzerliğini hatırlatmak için bir işlev gördü. insan var olduğu ilk günden beri muhtemelen hayal gücü ve simgeciliğin o enfes sezgisiyle öğrendiği, bildiği, miras kalan her deneyim ve aktarımın ötesinde o kısacık ve biricik yaşamını değerli kılacak yegane esasın; öykü yani hikaye anlatıcılığı olduğunu keşfetti. bu iki sözcük temelde birbirlerinden bariz farklar taşıyabilir ama nihayetinde karşıladıkları şey yaşamın akışına uydurulmuş yüce bir eşlikçiliğin ikamesidir. insanın tüm yaşamı bir öykü olmak, bir öykü anlatmak, bir öyküyü yaşama düşüncesinden ibarettir. bir boşluğu doldurma savaşımıdır insanı nihayetinde bunca benzer çokluk içinde benzersiz olduğu düşüncesiyle oyalayan. işte sosyal medya çağı bu gereksinimi müthiş bir delişmenlikle gerçekleştiren yegane çağ olarak tarihsel kırılmalardaki etkin (çok bariz bir şekilde) yerini çoktan aldı.

    edebiyatçıların, öykü anlatıcılarının, ressamların, müzisyenlerin, meddahların, şamanların sinemacıların, kısacası tüm yaratıcıların uzaktan uzağa hakikat dolu bir saygıyla takdir edildiği çağın altındaki kutsama dolu kıskançlık artık yerini kendilik medyasının yarattığı yanılsamalalı, parçalı özbenlik ilanlarının yani bir bakıma sıradan olanın meydan okuma hususunda müthiş bir özgüvenle dolu olduğu (elbette yoğun bir cehaletle) sosyal medya imajlarını ilanı noktasına getirdi. insan öykü arayışında yücelik ve güç arzular çokluk. basit, sıradan insan halleriyle ilgilenmememizin temel doğasında psişik olarak bu neden yatar. tanrılarla, yüce düşmanlarla, zamanla, uzaylılarla savaşımın bilinçdışı yönelimi psikanalitik açıdan kendi başarısızlığımızdan, basitlik ve aczimizden sıyrılma isteğimizin dışavurumudur. bu durumda genel olarak çağ insanını (haliyle her çağ için böyle) onu kendisinin özel olduğu, yani bir bakıma ölümsüzlük düşüncesiyle eşleşen bir kahramanlığa layık olduğu düşlere, yargılara götürür. her çağın kendi kahramanları yaratma biçimleri işlevselliğini yani kullanışlılığını biraz da kanaatlerin benzerliğinden, itirazsız kabulünden alır. kendini benzersiz kılacak deneyimi milyarların deneylediği bir içerik üstünden gerçekleştirme trajedisi ise çağın kahramanın trajik yazgısı bir bakıma.

    toplumsal, kültürel, ekonomik, küresel ve kitlesel izahat akışa uygun aktörleri yaratır, sevmeye, anlaşılmaya, tapılmaya mecbur koşar ve nihayetinde kültür kararını verir. z kuşağı diye adlandırılan ve en büyük olumsuz özellikleri olarak içi boş özgüvenleri, girişimcilikleri yerilen kuşak için bunu anlamak kesinlikle zor değil. kuşaklar ve elbet insanlar sevilerinin, ilgi alanlarının, tapındıkları kültürel öğelerin yüce, aşkın, ulaşılmaz, kesin, benzersiz, köşesiz bir sevgi ve korumayla, yalnızca onlar ve yapıt, ürün arasında oluşmuş bir bağın var olduğuna inanmak ister. öykünün bu mitik tasarımı kaçınılmazdır yani bir bakıma miti benzersiz kılan da insanın bu tasarıma olan safdil inancıdır. bir bakıma insanın övdüğü, tapındığı sanat eseri kendi aklı ve iradesi övmeye dönük bir bilinçdışının gölgesidir.

    kimseyi yermeye gerek yok, hepimiz o yollardan geçtik. bizim yüce, aşkın, idealin bire bir tanımı olan sevimiz benzersiz ve kusursuzdu. müzik, sinema, edebiyat fark etmeksizin kendi tanrılarımızı yaratıp tapındık, tapınıyoruz genç ve muhtemelen her kadını yatağa atabileceğini düşünen bir chinaski’yken benim tanrılarımdan biri bukowski’ydi mesela. 18 yaşımda sinemada matrix’i izlediğimde; ‘’sinema bu filmi çekmek için var olmuş’’ deme cüretini göstermiştim. hoş kendi kendime sayıkladığım için bu cüret öyle pek keskin ve yıkıcı bir cüret değildi. sadede gel, ne diyorsun dediğinizi duyuyorum. ama tüm bunları açıklamadan nolan ve sinemasının hayranları nezdinde yaratılan o muhteşem illüzyonunu izah etmek cidden zor olurdu.
    nolan devler ligine geçtikten sonra, yani bir bakıma erginleme töreninden sonra sinemasını yani dehasını kanıtlamak için hep büyük fikirlerin peşine düştü. sanırım normal düzlemde seyreden son filmi prestij’dir. kendi çağının stanley kubrick’i olabilmek için (deli gibi öykündüğü yegana ustasıdır çünkü kubrick) onun sinemasal dehasını oluşturan kodların peşinde ve elbet onları taklit eden bir yönetmenden ziyade dönüştürerek kendi sinemasının destanını yaratmaya çalışan bir auteur olmak için özellikle tematik yönelimini net bir şekilde ortaya koyan ve aslında bu tematik yönelime hizmet eden senaryolarla çalşımaya başladı.

    batman serisinin ilk filmi ve prestij’le son bulan erginleme töreninden sonra nolan artık bir auteur olmanın gereğinin peşine düştü. bundan sonra çektiği her film tam da onu benzersiz ya da eşsiz kılacak nolan mitini yaratmaya adanmış bir narsisizmin ürünleri oldu. bunda yanlış bir şey yok. yaratıcının temel motivasyonlarından biridir bu. dünyayı kurtarma fikrini türlü temalar (leitmotif), kavramlar, yapılar eşliğinde sürekli tekrarlayan ve inşa etmek istediği tek bir esas yapıya (yani kahramanlık ve dünyayı kurtarma titri) hizmet etmesi için bir organizmanın parçaları olarak işlevselleştirdiği parçalar şeklinde bütünü oluşturmak için kullanmaya başladı ve böyle devam ediyor. bilimkurgu, savaş, çizgi roman, klasik suç-drama türleri arasında yaptığı yolculuklar öykü anlatılıcılığının tüm biçimlerini ziyaret etme, hepsinin üstesinden ( yine ustası kubrick’e özenerek ve bir bakıma onu geçemeye çalışarak) gelme ve nihayetinde herkül’e ödül için tamamlaması gerektiği söylenen 12 zorlu görevin izdüşümleri aslında. her türde o türün, janrın sınırlarını sonuna kadar zorlamaya çalışan (muhayyilesince elbet) bir bakıma mitolojik mirasını, dolaylı sınanmasına zihnen ve entelektüel olarak meydan okuyarak, kendini ve çağını aşarak ondan önceki tanrılara ulaşma ereği taşıyan mecburu hubrisiyle ve elbet egosuyla savaşımının sonuçları olan filmlerinin nihayetinde izleyici nezdinde epey ilgi gördüğü kesin. ama çoğunluğun o kesin, kati ve elbet sarsılmaz düşüncesinin her zaman doğruyu söylemediği, göstermediği gerçeğini büyük bir ironiyle kanıtlamış tarihin yaramaz tanıklığı orada öylece duruyor.

    işte nolan’ın tüm sinemacılığında, kusursuz mühendisliğinde, kusursuz yapı ustalığında alt edemediği, aşamadığı, mağlup edemediği tek ve biricik mesele orada öylece duruyor: ‘’hikaye anlatıcılığı’’. sinemasına çektiği tüm cilaya rağmen nolan iyi bir öykücü değil. ve muhtemelen asla olamayacak. benim gibi filmlerini izleyip bir yerlerde tatsız, tuzsuz bir şeyler olduğunu sezinleyen tüm insanların aslında temel şikayeti bu. hikaye anlatmanın kusursuzluğunu hikayenin büyüklüğüyle yani idealiyle karıştırıyor çünkü nolan. fikirleri, fikirlerin hizmet ettiği idealleri, ideallerin oluşturduğu kusursuz tasarım ve önermeleri ne kadar güçlü olursa filmleri o kadar büyük olur sanıyor ve maalesef yanılıyor. zanaatkarlığına, mühendisliğine, dahiyane fikirlerine, fikirlerin bilimselliğine laf eden çarpılır, bunlara itiraz etmediğimi zaten anladı okuyucu. ama tıpkı kendi mükemmelliğine hayran yani hiçbir koşulda yanlış ve eksik bir şey yapmayacağını düşünen her tanrı gibi gibi çamurdan yarattığı eserlerine ruhu üfleyemiyor nolan. o son, eşsiz ve kolay göründüğü kadar zor olan oldukça basit dokunuşu bir türlü yapamıyor. testi öyküsünde olduğu gibi testiye güzelliğini veren o don dokuşunun tek bir damla su olduğunu anlayamıyor. hiçbir zaman ustası kubrick seviyesine çıkamayacak oluşunun altında yaratıcılığını hırsa boğan ve gözlerini kör eden kibri yatıyor. filmlerinin tüm muhteşem tasarımlarına ve kusursuz imajlarına rağmen bunca tatsız tuzsuz oluşunun esas nedeni bu. hikaye anlatma hususunda kendince kurduğu denklemin, matematiğin kusursuzluğuna olan inancı hikaye anlatmanın basit, gerekli ve muhtemelen şaşmaz sezgilerini görmezden gelmesine neden oluyor.

    itkiden, içgüdüden yoksun tamamen bir ideale, bir temaya, ahlaki bir değere karşılık gelen yapay karakterler yaratıyor farkında olmadan. karakterlerin monomythlerini kurarken onları içgüdesel psişeden yoksun ırak ve tek boyutlu yaratıyor. kahraman arketipi egonun kimlik ve bütünlük arayışının temsilidir esasında. kahramanın tüm çatışması (istediği kadar fiziki zorluklarla sınansın. yani devlerle, hayaletlerle, canavarlarla dövüşsün) esasında kendi içindeki dönüşüm nosyonunu tamamlamak üzre kendi canavarlarıyla yüzleşme esasına dayanır. işte nolan bu noktada bu içgüdüsel psişeyi yoksayarak kahramanlarının zaaflarını göstermekten sakınır çokluk ve sözde kahramanlarına zaaf diye verdiği belirli yapısal öğelerle izleyicisini bir güzel oyalar.

    elbette oldukça klasik bir yapıya sahip hikayeleri nolan’ın. fakat o hikayeleri oluşturan temel fikirler oldukça büyük önermeler ve tematik çatışmalar ve tekinik açıdan cambazlıklar içeriyor. kara deliklerden, uykuların bilmem kaçıncı evresinden geçen evrenler kuran nolan bu öyküleri tüm kusursuzluklarına rağmen onları var edecek incelikli trajediden yani kendi bağımsız mitosundan mahrum bırakıyor. aklı başında eleştirmenler vakti zamanında filmlerinin duygusal açıdan çok klinik, donuk ve yapay olduğunu söyledikten hemen sonra çektiği interstellar filminde kahramanlarını sürekli ağlatarak kendisine ve elbet eserlerine yöneltilen duygusal kekemeliği bertaraf edebileceğin düşündü ve elbet başaramadı. çünkü işinde kusursuz olmaya çalışan her insan gibi kendi tasarımının kusursuzluğuna kayıtsız şartsız inanıyor. son filmi tenet eleştirmen nezdinde beğenilmeyip, yerden yere vurulduğunda tıpkı hayranı yani fanatiği olan sosyal medya sinemacıları gibi filmi eleştiren eleştirmenleri filmi yeniden izlemeye davet etti mesela yapım şirketi. çünkü büyücüleri olan nolan kötü film yapmaz ve eğer bir yerlerde birileri nolan filmlerini sevmemişse esas sebep kesinlikle filmi anlamamış olmalarıdır. işte sanırım bu adamın maalesef kendi elleriyle yarattığı trajedisi de bu.

    oysa tenet tüm gürültü patırtısına yani fikrinin, idealinin büyüklüğüne rağmen armoni ve akıştan yoksun korkunç gürültüler çıkaran bir orkestrayı andırıyordu. evet sahnede müthiş bir orkestra var. şef var, müthiş bir salon var ve nihayetinde gösteri başladığında birbirinden bağımsız sesler çıkaran bir enstrüman gürültüsü var. daha komik ve insan aklına hakaret eden bir yanı var ki (kimselerin pek değindiğini görmedim) nolan yarattığı bu gürültücü filmde gösterdiği şeylere kayıtsız şartsız iman etmemizi isterken, doğal olarak yaratıcı olmanın hileciliğiyle sadece gösterdiği kadarına ve gösterdiği şeylerin yalnız kendi mantık dizgesinde var olan bir senaryo yapısı kuruyor ve yalnızca onun neden-sonuçlarına vakıf olduğu yani bir bakıma anlatı için sözde izleyiciye kendi anlam dizgesini çıkarması için gri bir bölge yaratma düsturuna sadık gibi görünüp, bu düsturu yok sayarak inanılmaz bir hile yapıyor. canım ne isterse onu yaparım diyor. ve bundan doğan korkunç, tutarsız boşluklar izah edildiğinde yapımcısı eleştirmeni filmi bir daha izlemeye çağırıyor. çünkü nolan zekası her şeyin üstünde ve hiçbir normal ölümlü onun eşsiz zekasının benzersiz ürünlerini anlayabilecek kapasitede değil. vah ki ne vah.

    bu nokta aynı zamanda (bizim ülkede fazlaca var) sosyal medya sinemacılarını beğendikleri film ve yönetmenlere yöneltilen eleştirileri canhıraş şekilde göğüslemelerine ve genellikle bu filmlerden hoşlanmayarak aklı başında eleştiri getiren insanları filmleri anlamamakla (roman, resim ya da kavramsal sanat fark etmeksizin aslında) itham etmeleriyle aynı şey. ama tıpkı meşhur pilavcı ustanın dediği gibi: ‘’pilav normal, siz gerizekalısınız’’ dememek için insan kendini zor tutuyor. kızmayın, alınmayın ama hepimizin geçtiği yollar bunlar. sinema ya da başka bir sanat disiplini fark etmeksizin (ki futbol taraftarlığı, particilik vs farklı değil) körü körüne kapıldığımız her şeyi kendi tabula rasa’mızı yaratmak için belki de kendimize yeterli gördüğümüz bilgi birikim ışığında övmek, yüceltmek hepimizin işi. her çağın mecburi, zul şamanları var. her çağ nitelikten, entelektüel us ve sadakatten ayrılmış yapı bozumunu meşrulaştıracak kahramanlara ihtiyaç duyar. her çağ enformatik nosyona uygun bir akım, dil, tavır, yönelim oluşturur. bazen birileri çağın önüne, ötesine geçer, bazıları o çağın gerisinde kalır ve bazıları çok sonraları anlaşılarak çok önceleri hak ettikleri itibara (çoğunlukla öldükten sonra) kavuşur. nihayetinde tek ve tartışmasız bir hükümdar vardır: zaman. zaman istisnasız şekilde her varlığın, var oluşun hükmünü veriyor. hem de hiçbir ayartma ve kışkırtmaya yer bırakmadan. insanlar sevdikleri şeylerin (akp’ye oy vermek gibi) kusurlarını görmezden gelerek onlara uygun tasarımın (her ne koşulda olursa olsun) tatlı hülyası içinde yaşamaya bayılırlar. neye, kime tapındıkları sadece küçük bir ayrıntıdır. ait oldukları grubun yöneliminin ne olduğu fark etmeksizin kendilerini iyi ve güvende hissettikleri şeyin paydasına tutunup onu ölümüne savunmaktan çekinmezler (birçoklarının bu insanlar hala neden akp’ye oy veriyor dediği şey, bir bakıma) esas olan davranıştaki milyonlarca yıllık kalıtsal benzerlik ya da inattır. esas olan hayatta kalma içgüdüsünün benzerine dönük bir gruplaşma içinde kendini iyi hissetme motivasyonudur. ve bu esas nihayetinde katı, bağnaz bir dini softalıkla aynı psişik sendromları barındırır.

    nolan’ın dışarıdan bakıldığında kusursuz görünen mimari harikalarının kofluğunu cilalamak için hans zimmer’i koluna takması boşuna değil. müziğin katartik uyarıcılığının eşiği malumunuz. ama nolan filmlerinde bu doz normal bir hollywood temaşasından çok daha yüksek dozda verilir izleyicisine. çünkü duygusal, steril donukluğu, karakterler arası iletişimdeki duygusal tıkanıklık ancak böyle temizlenip, giderilir ona göre. ki hans zimmer gibi bir büyücüye rağmen ruhu üfleme konusunda yeterli olmayan nolan fikirlerinin, romantik ideallerinin tasavvuru arasında sürekli bocalar. filmlerinin dramatik yavanlığı hans zimmer’in kusursuz şamanlığına rağmen tam olarak giderilmez. tıpkı hoşa gitmeyen bir tadı bastırmak için yemeğe daha fazla kekik, kimyon koymak gibi bir mesele bu. bu noktada mesela öykülerinde kahramanlarına gelen yolculuğu başlatacak çağrıyı büyük bir ilkesel (yani dünyayı kurtarma) arketip üstüne kurar hep nolan. kahramanın çağrıyı reddi esasında durumun tek düzeliğine olan memnuniyetine dayanır ve genelde bu çağrıyı kabul nihayetinde kahramanın kendinden memnun olduğu, yani çıkarını koruduğu şeyi reddetmeyle başlar. bunun için öznenin kültürel, toplumsal kuşatılmışlıktan kurtulması için bir itkiye ihtiyacı vardır. ki bu genellikle içsel, ruhani, felsefi, varoluşsal bir kaderin (yani yolculuğun) bilinmeyen bir bölgeye çekilmesiyle imlenir.

    nolan karakterlerinin çoğu öyle büyük bir ideal ve fikrin savaşçılarıdır ki onların etik, ahlaki, vicdanı motivasyonu esas fikir (yani dünyayı kurtarma- kahramanlık) dışında bir uyarıcıya ihtiyaç duymaz. baba, aşık ya da asker olmaları fark etmez. onlar belirli bir konuşma ve davranış şablonunu hiyerarşik arketipleridir. işgal ettikleri yer topyekün, yekvücut bir psişeyi işaret eder. temsil ettikleri romantik ideal bu açıdan tehlikeli, ölü ve tek boyutludur. çünkü duygusal açıdan bir zayıflık olarak görülen temel, insani yani dünyevi dürtüler tutucu bir şekilde flulanır filmlerinde. mesela filmlerinde neredeyse hiç sevişme sahnesi yoktur. yanlışım varsa düzeltin elbet. çoğunda yoktur. bunun nedeni nolan’ın katı bir ahlakçı olması değildir. sebep kahramanı dünyeviliğinden sıyıracak bir üstinsan idealine, kusursuzluğuna duyulan sözde felsefi ihtiyaçtır. işte nolan filmlerindeki temel tatsızlıkların esası bu tip şeylere dayanır. öyküsüne yani yolculuğuna tanık olduğumuz ve elbet katartik bir yazgıyla ortak olduğumuz kahraman yaşamsallıktan ziyade fikrin yani bir bakıma faşist, dikte edilmiş bir tasarımın araçsallığının eşlikçisidir. o yüzden uzaya gitmiş, şehir kurtarmış, rüyalar aleminde zamanı mekanı yok etmiş kahramanları özdeksel bir yer tutar öykülerinde. öyküleri de titiz mühendisliğin ve inatçı tutumun kurbanı olurlar. ve dramatik tonu asla tutturamazlar.

    öykü anlatmak insanlığın yazgısı ve bir bakıma sorumluluğudur. sözlü, yazılı, dijital fark etmeksizin öykülerin doğru aktarılması, mitlerin, tarihsel mirasın bir hatırlatıcı, uyarıcı işlevi görmesi insanlığın mirasının sürmesinin yegane yoludur. anlatıcılar, anlatma araçları, biçimleri, anlatılan elbet değişecek ama değişmeyen biricik şey öykünün ve elbet anlatıcının ustalığına olan ihtiyaç olarak kalacak elbet.
    kültür bizleri uyuşturup, daha azıyla yetinmeye, daha yalapşap, özensiz, görünüşte kusursuz, içerikte yetersiz ürünleri sevmeye, yüceltmeye her dem devam edecek. donuk, steril, mesafeli, yüce değerlerle donatılmış içerikler varoluşumuzun en büyük kusuru olan ölümlülüğümüzü bastırıp, unutalım diye önümüze koyulacak. insan ziyade ideale, ilişkilerden ziyade imajlara (vatan için öl gibi) uzanan müthiş hileli, aldatıcı ama göz alıcı bir yol.

    kendimizi zeki sanmamız için vazgeçtiğimiz kitaplar, filmler, üretimler yerine daha kolay yutulan ama tıpkı her öyküde vaat ettiği büyüleyici teklifin ardına hilesini ustalıkla saklayan hilekar büyücülerin nihayetinde diyetini ödetmek için kapımızı çalacağı ganimetlere kapılabiliriz, içinde zeka kırıntıları olan fikirlerle bezenmiş ama mitolojik yazgısını reddederek sözde yeni bir biçem peşinde olduğunu muştalayarak kusurlarını yetersizliklerinin ardına ustaca saklayan yapıtlara kapılabiliriz elbette dilediğimizce. ama nihayetinde gün gibi ortada duran gerçekler var. ha nolan filmleri ha azizler denen garabet film. zaman tersten akmış, topaç dönmüş, kara delikten zaman yolcukları yapılmış çok önemli değil. önemli olan yegane şey öykünün, öykü anlatmanın gücü ve nolan kuvvetle muhtemel hiçbir zaman o görkemli şatafatına rağmen iyi bir öykü anlatıcısı olamayacak. nihayetinde nolan içinde zaman hükmünü verecek elbet ama bu satırların yazarı da gönlünden geçenleri siz değerli, ponçik sözlük dostlarına aktarma içgüdüsünü yenemedi. lütfen ona kızmayınız.

    bir sonraki haset, kıskançlık, karalama ve artistlik dolu ‘’vallahi işim gücüm yok, derdimi silkeleyeyim’’ entrysinde görüşmek üzere saygıdeğer ekşi dostlarım.

    not: gizli bir nolan hayranı.
392 entry daha
hesabın var mı? giriş yap