14 entry daha
  • güzellikle ürkütücülük arasında gidip gelirken, gözümüzün önüne onlarca muhteşem sahne getiren todd haynes filmi. carol white ise sinema tarihi boyunca izlediğim onlarca korku ve gerilim filmi karakteri arasında, içimdeki korkuyu en çok deşeni olmaya aday. filmin ilk sahnesinden itibaren takip etmeye başladığımız bu evkadını, eşi ve çocuğu ile görünürde mutlu bir hayat yaşamaktadır. kocası ile sevişir, kocaman bahçesi ile ilgilenir, diğer evkadınlarıyla birlikte spor salonuna gider, bir yandan yeni taşındığı evini en yeni moda parlak ve pahalı eşyalarla döşer, tabi bu kocaman evde emrinde hizmetçileri de vardır.

    komik olan ise, tüm bu fabrika üretimi hayatının sallanmasını sağlayan tetikleyicinin bildiğimiz saf ve temiz süt olmasıdır. filmde bu çok güçlü bir şekilde vurgulanmasa da, carol’ın semptomlarını ilk görmeye başladığımızdan hemen önce bir bardak süt içmiştir. tabi vücudundaki aşırı yorgunluk, durmak bilmeyen öksürük krizleri, astım nöbetleri bunun ardından gelir. doktorların bir şey yapamadığını gördüğünde, psikiyatriste bile gider. ama bu görüşme kendisinin kim olduğu ile ilgili sorular gelmeye başladığında tıkanır. ev hanımlarının partisinde buluverir kendisini. herkes hamile kadına hediyeler vermektedir, kocaman evlerde yaşayan bu hanımların sohbetine doyamadığı bir anda tuvalete gider. makyaj tazelemekten çok kendisini izliyor gibidir. dönüşte ise en büyük hediye paketi açılırken nöbet geçirir. film de burada isteyenin istediği gibi okumasına izin veren yapısının ufak bir örneğini gösterir. yapılan testlere göre carol en çok süte alerjik tepki vermektedir. bu krizden de biraz önce dondurma yemiştir. kriz dondurmaya bağlanabileceği gibi, biraz önce tuvalete gidip aynada kendini izlediği sahneye de bağlanabilir. belki de aklına psikiyatristinin sorusu takılmıştır ve tuvaletten dışarı çıkıp bu insanlara baktığında, yaşadığı çevreye karşı duyduğu alerji kendini göstermiştir.

    meyve diyetleri, spor salonu sohbetleri, böcek ilaçları, perma makineleri, makyaj malzemeleri, yediği onlarca kimyasal madde dolu ürün, kamyonun tekinden çıkan egzoz dumanı ve daha niceleri içerisinde büyümüş carol, artık silik karakterinin kaldırmakta zorlanacağı bir sürece girmiştir. vücudu her gün maruz kaldığımız toksik maddeleri detoksik hale getiremiyordur. bu onu önce ait olduğu bu los angeles çevresinden soyutlayacak, sonra da iyileşme adına daha da çok hasta edecek bir kliniğe kadar götürecektir. kocaman evindeki yalnızlığını, tüm toksik maddelerden arındırılmış ve bu hastalar için özel olarak oluşturulmuş bölgeye gittiğinde yenmeye başlar. modern dünya doktorlarının soğukluğu ve anlayışsızlığının yanında, bu yeni bölgedeki insanların dinsel iyileşme sağlama çabaları birbirinden çok da farklı değildir. sevgi felsefesi ile ayakta durmaya çalışan onlarca insan arasında carol, kendini yalnız hissetmese de bir çeşit yaratık gibi hissetmektedir aslında. aids hastalarına yapılan atıflar genelde bu bölümdedir. çünkü artık carol kocası ile sevişemiyordur –bu nedenden dolayı kendini suçlu hissediyordur-, bahçesi ile ilgilenmiyordur, stepford kadınlarını andıran örnek amerikan evkadınlarının partilerine de katılamıyordur. toplumdan dışlanmıştır ya da toplum onu kendinden dışlamıştır. artık ufak bir grup insanla the village filmindeki insanlar gibi kendini soyutlamacılık oyunu oynuyorlardır. dünyanın iyiye gittiğini hayal ediyor, öfkelerini sevgiye dönüştürmeyi amaçlıyorlardır. aidsli adamın hayatta kalması da, tüm dünyaya alerjisi olan carol’ın iyileşmesi de buna bağlıdır. carol bu dengesiz ortamda dengesini iyice kaybeder ve filmin yarısını oksijen tüpü ve maskesi ile geçirdikten sonra, kendini hava bile geçirmeyen, tamamen arınmış iglo benzeri bir odanın içine hapseder.

    filmin son sahnesi belki de en ürkütücü ama en güzel sahnesidir. carol doğumgünü partisinde bir konuşma yapar. konuşma yarattıkları bu izole dünyanın ne kadar güzel ve faydalı olduğu konusundadır ama birden susar. “neredeyim ben?” diye düşünür muhtemelen. o an iyileşmekte değil kötülemekte olduğunu anlarız. çünkü alnında gözümüze sokulmasa da kocaman bir morluk vardır ve yüzü bembeyazdır. biz garipseriz, partidekiler garipsemez. bir zaman sıçraması yaşadığımızı o an anlarız. filmin en ürkütücü sahnesidir. birileri koşsun, ambulans çağırsın, kurtarsın bu kadını ister insan. ama herkes onun yerine carol’ı alkışlamaktadır. ardından odasına gidip bir uzay üssünü andıran ortamdaki yatağına oturur, gaz maskesini yavaşça takar ve birkaç kez oksijen tüpündeki havayı solur, sonra da karşısındaki aynaya yaklaşır. yüzünün halini görüyor olmasına rağmen sevgi dolu gözlerle bakar, “seni seviyorum.” der. sonunda kendini tüm dünyadan soyutlayıp, iglosuna kapatmıştır. alerjisinin olduğu o yapay dünyadan kurtulmanın tek yolunu bu olarak görmüştür belki de.

    film bittiğinden beri midemin bulanmasındaki en büyük etki muhtemelen todd haynes ve julianne moore’un zehir-vari ortaklığıdır. tüylerimin hala hala diken olmasının sebebi ise film boyunca birkaç kez gördüğümüz düzgün yürüyemeyen adamın* carol’ın varacağı sonu gösterdiğini düşünüyor olmamdandır.
146 entry daha
hesabın var mı? giriş yap