88 entry daha
  • heidegger'in fenomenoloji ve fenomenoloji-sonrası döneminde varlık problemi ile bağlayarak ele aldığı en önemli meselelerden biri.

    şimdi herşeyden önce, heidegger'in dil ve varlığı, temsil eden-temsil edilen şeması içinde incelemediğini vurgulayarak başlamak lazım. dışarıda dil-dışı bir gerçeklik var, ve ben bu gerçekliği dil-dışı, salt-düşünsel bir düzlemde deneyimliyorum (mental representation/zihinsel temsil) ve daha sonra da dile döküyorum. bu bakış açısı heidegger felsefesi açısından tamamen yetersiz, ve hatta yanlıştır. insan doğduğu andan itibaren dilin içindedir. "doğduğu andan itibaren dilin içindedir" vurgusu niye yapılır peki? demek ki birileri, insanın doğduğu andan itibaren dil dışı bir yerde olduğunu, dilin daha sonra kazanılan bir yeti olduğunu savunuyor. bu biyolojik olarak her ne kadar böyle olsa da, heidegger'in anlatmaya çalıştığı şey açısından yeterli bir açıklama zemini üretmekten uzaktır.

    "insan dile doğar" demek, insanın dünyayla ve dünya içinde yer alan bileşenlerin her biriyle yaptığı temas, bir biçimde "ifade edilmişlik, söylenmişlik, söyleme dökülmüşlük" içerir demektir. doğarım ve büyürken bir masanın ne olduğunu öğrenirim. ama bu öğrenme süreci, masayı dil-dışı, ifade-dışı, salt fiziksel bir varlık olarak deneyimlerim de ondan sonra sözcüklere dökerim demek değildir. masa, kendini bana verme, tanıtma süreci içinde zaten ifade edilmiş, "söylenmiş" bir şeydir. varlığının söylemsel/dilsel boyutu, onun varoluşuna içkindir. yani masa vardır ve bu varlığı ifade eden bir de dil vardır denemez. masa, dilsel olarak ifade edilmişliği ile vardır ve onun söylemsel/dilsel boyutu, varlığından ayrı bir şey değildir. dolayısıyla, "hümanizm üzerine mektup" adlı metinde de ifade edildiği üzre, "dil varlığın evidir".

    dil aynı zamanda insanların içinde ortaklaştıkları, varoluşlarını gerçekleştirdikleri gündelik yaşam arenasını vücuda getiren en temel bileşendir. insanlar dilsel bir ortaklık zemininde yaşayan birlikte-varlıklardır (mitsein). bu açıkça kartezyen felsefenin yol açtığı solipsizm problemine bir cevaptır. heidegger'in dilsel evreninde "biz", "ben"den önce gelir. bir başka deyişle, diğerleri ile paylaştığım dilsellik zemini beni "onlardan biri", "herkes gibi biri", "herhangi biri" (das man) yapmamış olsaydı, "ben" deme şansım dahi ortadan kalkardı. kısaca dil, gramer olarak değil, yaşanan bir şey olarak dil, kendimle buluşabilmemin dahi önkoşulu olarak öne çıkmaktadır.

    buluştuğum şey, yani kendim, yani "ben" özdür. ne-liktir. dil ise varoluştur, yaşamadır. varoluşla içiçe geçmiş olan dil, "ben" dediğim şeyin önkoşuludur. bir başka deyişle, "ben" derken kastettiğim şeyin, tarih boyunca yaşamış ve kültür oluşturmuş insan topluluklarının "ben" derken kastettikleri şeyden tamamen ayrı bir şey olması imkansızdır. "ben", dil sayesinde anonimdir. bu anlamda da "ben", benden ayrı olduğunu düşünebileceğim herhangi bir şey kadar (bir masa, bir sandalye gibi) bana uzaktır. dolayısıyla "ben" ile "iç"i, dünya ile "dış"ı dile getiren felsefe yapma biçimi anlamını yitirmiştir. insanın kendisi artık bir içkinlik olarak düşünülemez, zira içeri-dışarı ayrımı dilin anonimliği ve varlığa sirayet etmişliği yüzünden tehlike altındadır. heidegger'in özneyi kastetmek için da-sein sözcüğünü kullanması, tam olarak bu iç-dış karşıtlığına zıt gittiğini göstermek içindir.
311 entry daha
hesabın var mı? giriş yap